Wednesday, November 9, 2016

Matild Manukyan: Türkiye'de 20.yy’ın en önemli işkadınlarından biri



İstanbul’da genelevler 19.uy’ın sonlarına doğru, özellikle de Kırım savaşı (1853-1856) zamanında askerlerin temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla açılmış ve kurumsallaşmaya başlamıştır. Galata’da ve daha sonrasında Beyoğlu’nda açılan ve oldukça rağbet gören genelevler, günümüzde birçok zorluklarla karşılaşmış olsa dahi hala yerlerini koruyup, hizmetlerini sürdürmektedirler.  

Bugün Türkiye’de genelevlerin yaklaşık olarak % 85’i illegal olarak yürütülmektedir. Bunun sebebi ise, Türkiye’de 100.000’den fazla seks işçisinin çalışıyor olması ama sadece 15.000 seks işçisinin resmi olarak çalışılmasına izin verilmesidir.

Türkiye`deki genelevlerden bahsedip bu alanda büyük rol oynayan Matild Manukyan’ı unutamayız.

Matild Manukyan 1914 yılında İstanbulda doğdu.İstanbullu aristokrat bir Ermeni ailesinin kızı. ``Notre Dame de Sion`` lisesini bitiren ve iş hayatına sosyete terziliği ile başlayan Manukyan, eşinin ölümünün ardından oğluyla tek başına kaldı.

Manukyan açtığı atölyede kıyafet dikerek para kazandı. Karaköyde babasına ait binaları genelev işletmecilerine kiraya veren Manukyan, buradan alacağını ödemeyen bir kiracısı vasıtasıyla geneleve ortak oldu. Önce ev sahipliği ile bu işe başlayan Manukyanın yıllar içinde işlettiği genelev sayısı 14ü buldu.
Daha sonra Manukyana ait genelevlerin sayısı 37`e ulaştı.

 Matlid Manukyan 20.yy’ın en önemli işkadınlarından biridir. O, genelevlerden kazandığı paralarla çok sayıda gayrimenkul aldı.Üstüste vergi rekortmeni seçildi, resmi görevlilerden vergi rekortmenliği plaketleri aldı. M&M adını verdiği özel müzede başarılarını sergiledi.

Genelev patroniçesinin son mal varlığı şöyle; Manukyan`ın 50 dairesi, 50 dükkânı, 4 hanı, 4 yazlığı,220 ticari taksi plakası, 37 genelevi, 40 binası, 2 fabrikası, Kalamış`ta yatı, bir Rolls-Royce, dört BMW ve dört tane de Mercedes otomobil ile oteli vardır. Kiracıları arasında Şişli Belediyesi ile Şişli Adliyesi de yer alıyor.

``Genelev kraliçesi`` ve ``Genelev patroniçesi`` olarak bilinen Matild Manukyan kendini hayır işlerine de adadı.  Sağlığında pek çok kimsesiz ve yoksul öğrenciyi okuttuğu bilinir. çeşitli vakıflara üzerinde dairebağışladı. Cemaatinin kilisesine bağış yapmak istemiş, ama kilise kabul etmemiş. Manukyanın iflastan kurtardığı üç iş adamı, Çinde yaptırdıkları Manukyan’ın heykelini ünlü işkadınının evinin bahçesine dikti.

Matild Manukyanın falliyetini çok sayıda kınayan olsa da, onun Türkiyenin iş hayatında oynadığı büyük rol hepimizin malumu.

 Genelev patroniçesi Matild Manukyan, 21 Şubat 2001 tarihinde Beyoğlunda bulunan Üçhoran Kilisesinde düzenlenen törenin ardından Şişli Ermeni Mezarlığında toprağa verildi.

Astghik Igityan
Kaynak: http://www.ermenihaber.am/tr/news/2014/03/19/Matild-Manukyan-T%C3%BCrkiye-de-20-yy%E2%80%99%C4%B1n-en-%C3%B6nemli-i%C5%9Fkad%C4%B1nlar%C4%B1ndan-biri/22793


Saturday, November 5, 2016

DERYA ÖZKAN YAZDI Aranızda Kürt Var mı?


Bu ülkede çocuklar annelerine hiç sormayacakları soruları sordular, bu ülkede anneler çocuklarından hiç duymayacakları soruları duydular. 

Derya Özkan İstanbul - BİA Haber Merkezi 06 Kasım 2016, Pazar 00:01 

Şimdi bir yumurta 
en mahrem yerinden çatladı
her yer safran bu masal diyarında…

“Soran olursa sakın Kürt olduğumuzu söyleme” diyordu annem. Neredeyse her sabah montumu giydirirken fermuarı tamamen çekip yüzümü ellerinin arasına alır ve gözlerimin içine delecek gibi bakarken söylerdi. Sanırım sene 1992, Taş Mektep’in 1-A sınıfının 523 numaralı mini mini birinci sınıf öğrencisiydim.
4 katlı bir apartmanın en üst katında oturuyorduk, annem, bir sabah bir de akşam sobanın kovasını değiştiriyordu. Sabahları kova seremonisine yetişemiyordum çünkü evde değildim ama akşam okuldan geldiğimde büyük bir ciddiyetle önlüğümü çıkarır, üstümü değiştirir sonra da annemin yanına gidip “hadi ben hazırım” der gibi bakardım. Kömürlük yerin altındaydı, çok ekşi ve mayasıl bir kokusu olurdu, her daireye ayrılmış küçük bölmelerde bütçelere göre alınmış kömürler odunlar olurdu. Hem çok korkar hem de çok keyif alırdım. Çıkabilecek büyük fareleri düşündükçe annemin eteğine bir el mesafesinde durur ama diğer yandan da cesaretle etrafı süzerdim. Annem ne kadar acele etse ben o kadar hüzünlenir biraz daha kömürlük kokusu solumak için hızlı hızlı nefes alıp verirdim.
Bir gün okuldan geldiğimde benden dört yaş küçük kardeşimi ve beni karşısına alıp, çok büyük uçakların seslerini duyarsak hızlıca kömürlüğe gitme oyunu oynayacağımızı söyledi. Uçakların bu oyunla nasıl bir alakası olabilir ki diye içimden geçse de pek oralı olmadım. Televizyonlarda Saddam diye biri dönüp duruyor, başka başka yerlere bombalar attığı söyleniyordu. Ne zaman bir uçak geçse, hemen kömürlüğe ineceğimizi düşünüp heyecanlanırdım.
Bir gün sınıfa okulumuzun asık suratlı müdürü girdi, yanında ondan daha asık suratlı bir adam vardı. Öğretmenimiz fırlar gibi ayağa kalkınca kader ortaklığı etmemek ayıp olur diyerek bizler de fırlamıştık. Asık suratlı müdürün yanındaki ondan daha asık suratlı adam, ülkemizin zor zamanlar geçirdiğini, bizlerin bunlara alet olmamamız gerektiğini birlik ve beraberlik içinde yaşamamız gerektiğini çok üst bir perdeden anlatıyordu.
Sonra o asık suratlı adam öyle bir soru sordu ki sanki herkes o anda dönüp bana bakmış gibi hissettim.
“Aranızda Kürt var mı?”
Annem tembih etmişti, söyleme demişti. Söylemedim, söyleyemedim. Ama kendimi elimi kaldırmış halde bulunca ben de duruma inanamamıştım. O anda aslında bir soru sormak istediğimi söyleyerek toparlamaya çalıştım. Asık suratlı adam sormam için başıyla onay verdi.
“Öğretmenim, bu Kürtler bizden ne istiyor?”
İlk defa içinde bulunduğum o ölümlü duygudan uzaklaşmış, ilk defa kendime dışardan bakmıştım. Kürt olduğumu saklamam gerektiği düşüncesi bile çok ağır geliyor her an bir yerde aniden “Ben Kürdüm” diyecekmişim gibi tedirgin oluyordum ama bu soruyla koskoca yedi yıllık –ki bunun 5 senesini bellek öncesi dönem kabul edersek- hayatımda kendimi o toz bulutunun dışında bulmuştum.
Bir ferahlık ama bir olmamışlık duygusu hatırladığım.
Duyduklarım ise beni duygudan duyguya sürüklüyordu. Meğerse Kürtler bu ülkeyi bölmek isteyen, bebekleri öldüren, askerleri öldüren, bombalar patlatan ve daha birçok kötülükler yapan insanlarmış. O an yıkılıyorum. Benim annem kimseyi öldürmemiştir inşallah diye geçiriyorum içimden.
Akşam okuldan döndüğümde eve çıkmak gelmiyor içimden, hızlıca tek gizlenecek yerime, kömürlüğe iniyorum. Ben katil olmayacağım, ben bebek öldürmek istemiyorum diye bir kütüğün üzerine oturup ağlamaya başladığımı hatırlıyorum.
Uzunca bir süre ağlamış olacağım ki saatin nasıl geçtiğini fark etmemişim, annemin bir komşuyla birlikte terliklerini şapırdatarak kömürlüğe indiğini duyduğumda panikten ne yapacağımı şaşırmıştım.
Annemse beni bulmanın mutluluğu ama diğer yandan yaşadığı korkunun siniriyle bana sarıldı. Eğilip yine yüzümü ellerinin arasına alıp sordu;
“Neden buradasın, ne oldu? Çok korktum…”
“Anne, sen hiç bebek öldürmedin değil mi? Asık suratlı adam dedi ki biz bebek öldürüyormuşuz”
Annemin dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başladığını görünce hemen boynuna sarıldım.
“Ağlama anne, ben biliyorum sen kimseye kıyamazsın” diyordum ama yetmiyordu. Annemin kalbi o gün orada çok kırıldı. Günlerce annemin suratına bakamadım.
Bu ülkede çocuklar annelerine hiç sormayacakları soruları sordular, bu ülkede anneler çocuklarından hiç duymayacakları soruları duydular.
Asık suratlı adamlar kendi yarattıkları gerçeklere inandılar, yaktılar, yıktılar…
Ve çocuklar, en çok çocuklar parçalandılar bu yalanlar altında.
Umut vadeden yarınlar dileğiyle. (DÖ/EKN)
Derya Özkan
Sakarya Üniversitesinde Türk Edebiyatı eğitimi aldı. 2006'da sivil toplum alanında çalışmaya başladı. 2009'da İtalya/Sicilya’ya gitti ve arkeoloji çalıştı. 2011'de Türkiye’ye döndü ve Mardin’e yerleşti. Uluslararası Sürdürülebilir Kalkınma Derneği genel sekreterliğini yaptı. 2014'den beri İstanbul’da yaşıyor.

Thursday, November 3, 2016

The Year in Pictures 2011, Los Angeles Times


PHOTOGRAPH BY: Carolyn Cole

PHOTOGRAPH BY: Carolyn Cole

PHOTOGRAPH BY: Michael Robinson Chavez

PHOTOGRAPH BY: Luis Sinco

PHOTOGRAPH BY: Luis Sinco

PHOTOGRAPH BY: Carolyn Cole

PHOTOGRAPH BY: Brian van der Brug

PHOTOGRAPH BY: Barbara Davidson


PHOTOGRAPH BY: Rick Loomis


PHOTOGRAPH BY: Irfan Khan


PHOTOGRAPH BY: Mark Boster


PHOTOGRAPH BY: Francine Orr


PHOTOGRAPH BY: Genaro Molina


PHOTOGRAPH BY: Liz O. Baylen


PHOTOGRAPH BY: Mariah Tauger


PHOTOGRAPH BY: Luis Sinco


PHOTOGRAPH BY: Wally Skalij


PHOTOGRAPH BY: Mariah Tauger


PHOTOGRAPH BY: Mel Melcon


PHOTOGRAPH BY: Ricardo DeAratanha

Monday, June 20, 2016

Babasının Yuvarladığı Çığın Altında Kalan Kadın: Nilgün Marmara



Ozan Aziz Dilber 09 Mayıs 2016
  
“Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım.”
(Kan Atlası)

‘‘Nilgün Marmara’da kim?’’ sorusunu duyduğumuz bazı zamanlar oluyordu, büyük ihtimal hala oluyordur. İşte o zamanlar da, onu tanıyanlar olarak mırıldandığımız gibi yineliyorum: Marmara, canım Marmara, güzel Marmara…
Kendi deyişiyle “paniğini kukla yapmış hasta bir çocuk” idi Nilgün Marmara. Çoğumuz gibi birilerinin yuvarladığı çığın altında kalmış yerleşik bir yabancı. Sert bir dünyanın sert bir çağında yeşermiş olsa da yumuşacık oluşundan bir an için bile olsun vazgeçmemiş, yaşamının yirmi dokuz uzun yılına bu inat sayesinde tahammül etmiş.
Sylvia Plath’ı bir ayna gibi kabul edip ona bakarak kendini görmeyi denemiş ama bir türlü başaramamış. Sylvia Plath üzerine yaptığı çalışmalar ve ona sevgisi, evinin balkonundan 13 Ekim 1987’de atladığında, onun gibi intiharı tercih etmesi kafalarda soru işaretleri yarattıysa da onun özgün kalmasını engelleyememiştir.  ‘Şiir Atı’ dergisinde 1993’te yayımlanan eski bir yazısında Marmara, Plath için şöyle diyor: “O kendi varoluşunun ayrımının ne olduğunu bulmak ve onu dönüştürmek istiyordu.” Marmara ve Plath arasındaki fark da burada ortaya çıkıyor aslında. Nilgün Marmara hayat üzerine “düşünce boyutunda” derin ve tehlikeli bir felsefe geliştirmişken, Sylvia Plath, daha eyleme dönük yaşamış, açıkça ölümle oyun oynamıştır. Marmara için intihar, kutsal bir son hamledir. Plath için ise, sonu belli olmayan tehlikeli bir oyunun ara hamlelerinden biridir. Sylvia Plath kendi hayatını anlatır eserlerinde, Nilgün Marmara ise kendi hayatı hakkında düşünür sadece.
Cemal Süreya ölümünün ardından Nilgün Marmara için şöyle diyor: “Bu dünyayı başka bir dünyanın bekleme odası gibi görüyordu.” Süreya haksız değil. Nilgün Marmara dünyayla yaralı bir kız çocuğu.

Ölümü, ölü evini şöyle anlatıyor bu hüzün yüzlü kadın: “Geliyorlar, bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye, koşarak, düşe kalka yuvarlanarak, sürünerek. Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostların yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını – geliyorlar! Uyuyan arzunun düşün imgelemenin anlağın belleğin leş kokularını duymaya geliyorlar. Ölüm sessizliği, toz ve küf kokan evden ayrıldıklarında seviniyorlar canlıyız diye.”
Nilgün Marmara’yı bu denli büyük bir karanlığa iten şey babasını kendisine yara yapması mıdır yoksa sert dünyanın sert diyarlarında yetişmiş olması mıdır bilinmez ama öyle bir cümlesi var ki, bu, onu duyabileceğimiz en karanlık sözlerden birinin sahibi yapıyor. ‘Hepiniz mezarısınız kendinizin’ diyor Marmara. Tüm insanlığı içine çekmeye zorlayan bir kara delik gibi bu söz. Hatta şairin oldukça kendinden emin ve sitemkar bir biçimde insanlığa zaten o kara deliğin ufkunda oldukları iddiasını haykırma ve bunu onların yüzlerine vururcasına yapma çabası aşikar.
“Bak bu yara annemden, işte bu babamdan, buradaki ilkokul öğretmenimden, haaa şu en derin olan mı onu ben açtım bilmeden… En çok da o acıtıyor canımı, en çok o kanıyor.”
Nilgün Marmara hiçbir zaman çocuk sahibi olmak istemiyor. Çocukken annelerinin kendilerine verdiği sütü balkon deliğinden kedilere birlikte döktüğü ablası Aylin bir gün çocuklarına bağırırken Nilgün şöyle diyor: ”İşte bu yüzden anne olmuyorum, kendi çocuğumu incitirim diye.” Ve yine bir başka konuşmada da anne olmak istememesinin sebebini şöyle söylemiş: ”Mutsuzluk ordusuna yeni bir nefer katmamak için.”
Ve ne yazık ki bir gün geliyor, Nilgün Marmara’nın ölüme dönük olan ucu; hiçliği tercih ediyor. O da varoluşunu bu yolla daha anlamlı kılacağını düşünüyordur belki de. Ece Ayhan, Nilgün Marmara’nın intiharının nedeni olarak ‘dünyanın arka bahçesini görmüş olmasını’ gösterir. Çünkü, der ki, orayı görürseniz, renkler solar. Kendisine ‘siz gördünüz mü?’ diye sorulduğunda ise konuyu değiştirir, sonra siyah-beyaz şiirler yazar.
Yaşayacağı ve göreceği çok fazla bir şey kalmadığını en güzel şekilde yine kendi sözleriyle ifade eder Nilgün: “Ey iki adımlık yer küre, senin bütün arka bahçelerini gördüm ben.”

Tanıkların söylediğine göre yere düşerken hiç çığlık atmayan ama şiirlerinde çığlıklar atarak dünyaya veda eden o güzel kadına selam olsun: “Erken vazgeçişlerim vardı benim  seninse  erken tükenişlerin  ve gece  uygun değildi  beklemeye yine de bekledim…  avcumda unutulmuş binlerce gölge  yeraltında  öldürülmeyi bekledim  günışığı vururken gözüme  ölmeyecektim  katilim yoktu,  katilim çok…”


Tuesday, June 7, 2016

Kanım bozuk çıktı… Kurtarın beni!


06/06/2016 18:07
HAYKO BAĞDAT


Son yazımda Kürt illerine yaptığım geziyle ilgili notlarımı paylaşacağımı söylemiştim. Sözüm baki kalsın. Çünkü hayati bir mesele araya girmiş bulunuyor.
Evet, konu yine pek kıymetli dünya liderimiz, Reisimiz Erdoğan’ın söylemleriyle ilgili.
Yarım kadın-tam kadın meselesi değil ama… “Kızdırmayın beni kovarım ulan Ermenileri yine buralardan” minvalindeki veciz cümlesine de takılmadım. “Delikanlı ol ciğerimi ye” meselesine, “He, asıl sen delikanlı ol da çıkar diplomanı ortaya” da demeyeceğim…
Konu çok daha ciddi ve bilimsel arkadaşlar. Galiba ben hastalıklı bir vatandaşım ve yüce cumhurbaşkanımız erken teşhis konusunda benim ufkumu açtı. Allah bin kere razı olsun kendilerinden.
Malumunuz Avrupa’da bir ülke yine Ermeni soykırımı mevzusunda kanaat bildirdi. Üzerinden 101 yıl geçmiş bir olay hakkında, uluslararası dengelerin ancak izin verdiği bir dönemde “He ya Ermenilere çok yazık olmuş” diyerek Avrupa medeniyetinin vicdanlı ve halden anlar tavrını ispatlamış oldu yeniden.
Böylece 4’üncü kuşak Ermeniler “Bizim de şüphelerimiz vardı ama Almanya artık kafa karışıklığımızı giderdi. Evet, fena şekilde öldürülmüşüz” noktasına gelebildiler. 101 yıl sonra bir neslimizin yok edildiğini ispat edebildik hamdolsun.
Şimdi sıra Kürtlerde… Onlar da yaşadıklarını ispat edebilirlerse tüm sorunlarımız hallolacak inşallah.
Fakat Almanların ölüm ve cinayet karşısındaki hızlı ve güçlü tepkisi Erdoğan’ı çok fena kızdırdı. Ona gore böylesi olaylarda 200 yılı devirmeden konuşmak olsa olsa patavatsızlık olmalıydı.
Üstelik Türkiye ziyaretinde en varaklı sandalyemize oturtarak adam yerine koyduğumuz Merkel bile bu tuzağa düşerek delikanlılık raconunun içine etti.
Tercumanlar, “Ey Merkel, delikanlı ol ciğerimi ye” cümlesini şansölyeye çeviredursun asıl felaket beklenmedik yerden geldi.
Alman parlamentosunun ‘Türk’ milletvekili Cem Özdemir tasarıyı en ateşli şekilde savunanlar arasındaymış.
Düşünebiliyor musunuz? Bir Türk, 101 yıl once yaşanan bir olay karşısında hükümetimizin düşündüğünden farklı davranabilecek kadar alçalmış yani… Milli, yerli, kutsal dava sahibi, kinder neslin evladı, potansiyel üç çocuk babası, Necip Fazıl’ın hayranı olması için kendini yırtan bir liderin tebası olan bir Türk kalkmış ne haltlar karıştırmış.
Buna eyvallah diyemeyiz dostlar… Böylesi bir eylemi normal sayamayız gençler… Cem Özdemir’in hiçbir Türk’ün yapmayacağı bu hareketini acilen irdelememiz gerekiyor.
Sorunun kaynağını bulmak için çalışmalara nereden başlayalım diye kafa patlatmanıza hiç gerek yok.
Şanlı başkanımız adresi gösterdi bile.
Şöyle ki: “Şimdi oradan çıkıyor bir ukala, bir şey hazırlıyor, Alman parlamentosuna sunuyor. Neymiş? Birileri de diyor ki, güya Türk… Ne Türk’ü be? Bunların kanlarının laboratuvar testinden geçmesi lazım. Onun kanının öyle olması, böyle olması bizi ilgilendirmiyor.”
Gördünüz?
Meğer herifin kanı bozukmuş. Türk hekimleri acilen bunun kanını laboratuvarda incelemeye almalıymış.
Oradan çıkacak sonuçlara göre kanı bozuk olan bu tiplere uygulanacak muameleyi bulmalıyız sanırım.
Hemen korkmayın ama size kötü bir haberim var: Ya Cem Özdemir’in kanındaki mikrop bizlere de bulaştıysa? Ya kanı bozukluk salgın olarak Misak-ı Milli sınırlarına da girdiyse?
Demeci okur okumaz bir hastahaneye koştum ben.
Hemen siz de koşun. Sabah aç karnına olmak kan testi için elzem. Sakın kahvaltı yapıp gitmeyin.
İki tüp kan aldılar sağ kol damarımdan. Ölüm gibi gelen 45 dakika sonra sonuçlar geldi.
B Rh (+) imişim…
“Bu ne demek doktor? Kanım bozuk mu benim de? Türk değil miyim yoksa?” diyerek yakasına yapıştım hemen.
Endişeyle, “Bilmiyorum ben de. Sadece B Rh (+) yazıyor kağıtta” dedi adamcağız.
Altında kolesterol değerleri vardı.
Aman tanrım… Sınırı aşmışım orada!
“Doktor, ölümü gör söyle. Neyin sınırını aştım?” diye biraz daha hırpaladım hekimi.
“Asıl sorun trigliserit…” dedi. “Normalin üç katı çıktı…”
Yandaki hademe “Abi o rakıdandır” demese oracıkta yığılıp kalacaktım.
“Başka ölçümler yapın doktor. Kafamın çevresini ölçün, bel kalınlığıma bakın, sünnet kontrolü yapın gerekirse. Kurtarın beni bu hastalıktan” diye bağırırken hastane güvenliği yaka paça attı beni binadan.
Koşarak annemin evine vardım. Belki çocukken geçirdiğim bir hastalık vardır da bugünlerde  yaşanan salgın için tetikleyici olmuştur.
Alt komşuda kahve içen anneme haykırarak sordum: “Artık benden saklama anne! Çabuk söyle, çocukken hangi mikroplar girdi bedenime? Ben aslında neyim?”
Kadıncağız boynunu öne büktü ve mırıldanır bir sesle korkunç gerçeği söyleyiverdi: “Evet oğlum, sen yarı Ermeni, yarı Rum kanı taşıyorsun…”
Beynimden vurulmuşa döndüm… Benim kanım da bozukmuş…
Ondan Cem Özdemir’le aynı fikirdeymişim… Türklük bilincim ondan eksik kalmış…
Yapacak ne var bilmiyorum.
Buradan yüce cumhurbaşkanımıza sesleniyorum: Bu durumda olanları kurtarın lütfen. SSK bu hastılığın tedavi masraflarını karşılasın.
Çok zor durumdayız ey devlet… Kanımızı temizlemek için davranın artık.
Böyle giderse kanımızla duş alacak kahramanlara da virüs bulaşabilir. En azından onların hatrına bir şeyler yapın.
Daha Gürcüler, Çerkesler, Lazlar var sırada kurtarılacak.
Benim kanımı da Erdoğan’ın kanı gibi temiz ve pürü pak yapın.
Beni kurtarın…


Monday, June 6, 2016

Franz ve Dora: Küller küllere



Felice Bauer’in ailesi kızlarının ismini Fransızca telaffuz etmeyi tercih etmiştir. Franz Kafka’dan dört yaş küçük bu “güzel olmayan, saçı sıradan ama güzel vücutlu” kadının babasından yadigar insanlara güvenmeme refleksi, Berlin merkezli Odeon plak şirketinde yazman diyeçalıştığı zamanlardaki yaşamını şekillendirmiştir. Böyle olacaktır. Firmanın ürettiği Parlograph isimli dikte makinesinde kullanılan teknolojiye Kafka hayran olmuştur. (Bu noktada, ortalama Fütüristika okurunun Poe’nun hayranlık duyduğu satranç makinesini hatırlamasını talep ediyoruz.) Kafka telefonda rahat edemezken, gramofon korkusundan bahsederken, telefon ve parlograf arasında icat edilmesi gereken bir aygıt daha olması gerektiğini savunmuştur. Belki böyle hatırlıyoruz mektuplardan. Felice’in Kafka’nın kulağına, arkadaşlarla yenen bir yemek sonrasında otelin kapısında “her şeyi bırak ve Berlin’e gel benimle,” diye fısıldadığını iddia ediyoruz. Ofiste, evde ve her mevsimde aynı kıyafetleri giyen, bir kasabın oğlu olan babasının aksine vejetaryen, içki, sigara, çay ve kahve içmeyen Kafka’nın cevabını söylemeyi gerekli görmüyoruz. Kendisine sayısız mektup yazan Kafka’nın birden “Mektupları azaltalım, mesela haftada bire indirelim,” demesinin şokunu yaşayan Felice’e Brod gizlice fısıldar, “Franz’ı idare et, tamamen o andaki ruh haline göre cevap veren biridir.”

Dora Diamant (soyadı daha sonra Dymant olacaktır) Kafka’nın yaşamımın son on bir ayında aşkı olmuştu, Berlin’de bir dairede, Kafka kötüleştiğinde yazdıklarının bir kısmını onun adına yakmıştı. Dora berlin’e 1920 yılında yerleşmişti. Anaokulu öğretmeniydi ve Baltık Denizi’nde, Muritz’de bir yaz kampında çalışırken, ciğerlerini ısıtmaya çalışan Kafka’ya denk geldi. İkili orada geçen birkaç haftada her gün birlikte vakit geçirdi. Felice’in kulağına fısıldadığını, Dora ile yaptı. Berlin’de aynı dairede yaşadılar ve Siyonizm, Yidiş edebiyatı, sosyalizm ile ortak noktaları hakkında konuştular. Filistin’e, ana yurda gidip bir restoran açmayı hayal ettiler. Kafka garson olacaktı. Kafka’nın veremi aniden kötüleşmese, Viyana’da bir sanatoryumda kırk birinci yaş gününe bir ay kala ölmese, bu gerçekleşebilirdi. Kafka’nın ölümü sonrasında Dora, tiyatro grupları aracılığıyla Kafka’nın yapıtlarını duyurmaya çalıştı, denebilir. Gestapo ensesine binmese, bu da gerçekleşebilirdi. Yer altına çekilen Dora Lutz Lask isimli bir komünist ile evlendi. Gestapo kocasını tutuklayınca kızını da alıp Londra’ya kaçtı. Bugün bir Bangladeş mahallesi olan Doğu Londra’nın Brick Lane semti, savaş sonrasında bir Yahudi mahallesiydi. Kafka ile hayalini kurdukları restoran böylece Londra’da açılmış oldu. Bugün Tottenham Hotspur taraftarlarının lakabının Yidiş olmasında, Kafka’nın gölgesi vardır, olmalıdır.
Dora, Kafka’nın son anlarında hastaneye bir tutam çiçek ile gelmiş denir, Kafka’yı görmesine izin verilmez. Bir yerli film sahnesini aratmayacak gerçeklikle, hemşirenin tanıklığında, Kafka son aşkını görememiş, gönderdiği çiçeği koklamıştır. Dora, daha sonra Latz’dan olan kızına Franziska Marianne adını verir, kim bilir.
Dora Diamant, Baltık kıyısında Yahudi çocuklar için açılan bir yaz kampında çalışırken, o sırada kırk yaşındaki Franz Kafka gözüne nevrotik, hasarlı biri olarak değil omuzları geniş, ince ve hoş bir erkek şeklinde belirmiştir. Berlin’in banliyösünde geçirdikleri son aylar, Kafka’nın vereminin ilerleyişine rağmen, yazar için üretken bir dönemdi ve bu dönemde yazarı ziyaret edenler, kendisini mutlu ve huzurlu gördüklerini aktarmışlardı. 1924 yılında bir kış gecesi Kafka uzanmışken, Dora kendisine uzatılan sayfaları yavaş yavaş, teker teker yaktı. Kafka’nın birçok mektubu, öyküsü, notları parmaklarının arasından küle döndü, bir kovada üst üste, genzi yakan bir koku bırakıp yığıldı. Dora, yaptığını Max Brod’a anlattı. Brod kendisine aynı amaçla verilen kağıtlara aynısını yapmadı. Yıllar geçtikten ve Gestapo evleri bastıktan sonra, 1933 Mayıs’ında kitap yakmalar başladığında Kafka ilk önce fark edilmedi. Nice sonra, Naziler Jack London, Paul Klee, Ernst Ludwig Kirschner, Marc Chagall gibi isimlerin olduğu “dejenere sanatçılar listesi”ne Kafka’yı da ekledi.
Dora diyorduk, Kafka ile uykusuz kalma yarışı yaptıkları oyunlar oynadı, birlikte devamlı gittikleri vejeteryan lokantasının yanındaki dükkanın tabelasına bakıp hınzırca gülümsediler, tabelada “H. Unger” yazıyordu, “hunger-açlık” birlikte doyduklarından artık önemini kaybeden hikayelerden biriydi.



Friday, May 20, 2016

Arusyak Mıgırdiçyan Arşivi - İstanbul

Bu sayfada yayınlanan materyaller İstanbul, Balat doğumlu Arusyak Mıgırdiçyan’a aittir. Bu nesne ve fotoğraflar kendisine anne ve babasından kalmış. Annesi Şınorhig Mıgırdiçyan (evlenmeden önceki soyadı Kıltyan), 1910’da Sivas, Kangal’da doğmuş ve 1985’te İstanbul’da vefat etmiş. Babası Kevork Mıgırdiçyan 1910’da Erzincan’da doğup, 1983’te İstanbul’da vefat etmiş. 1938 yılında evlenmişler. Arusyak’ın sahip olduğu eşyaların bazıları annesi Şınorhig’in çeyizinin parçalarıdır.

Arusyak’ın anne tarafından büyükbabası Hagop Kıltyan’ın, 1935 yılında İstanbul, Kumkapı’daki patrikhane kilisesinde düzenlenen cenazesi merasimi.
Sivas, Kıltyan ailesi. Sağda oturan: Hagop Kıltyan. Ortada ayaktaki Takuhi Kıltyan (Hagop’un karısı). Diğerleri Hagop’un kızları Baydzar ve Lusig. Hagop, ilk eşinin vefatından sonra, dul bir kadın olan ve Misak isimli bir oğlu bulunan Takuhi’yle evlenir. Hagop ve Takuhi’nin evliliklerinden Şınorhig (Arusyak’ın annesi) adını verdikleri bir kızları olur.
Sivas, Kıltyan ailesi. Oturan Hagop Kıltyan, onun sağındaki karısı, Takuhi Kıltyan. Diğerleri kızları Baydzar, Şınorhig ve Diruhi.
Sivas, Kıltyan ailesi. Ayaktakiler, soldan sağa: Baydzar, Diruhi ve Şınorhig. Oturanlar: Takuhi ve Hagop Kıltyan. Onların önündeki iki küçük çocuk, torunları Azniv ve Krikor.

Fotoğraftakiler Arusyak’ın teyzesi Baydzar Der Minasyan (evlenmeden önceki soyadı Kıltyan) ve kocası Bedros Der Minasyan. Fotoğraf muhtemelen Sivas’ta çekilmiş.

Wednesday, May 18, 2016

GİRESUNLU RUM EFTALYA NASIL GALATA GENELEVLERİNİN “ÇİKA”SI OLDU


Leyla Poyraz
Thomas Korovinis Giresunlu Rum Eftalya’yı (namı diğer Çika) 1989 yılının Haziran ayında İstanbul’da Yunan konsolosluğunun önünde tanır. Orada cüzi miktarda parasal yardım bulmayan çalışan trajik bir figür olarak tanımlar onu. Bu çok çekmiş kadının hayat hikayesini ise kendi ağzından kaydeder ve aynen aktarır.
1910 yılında başında Giresun’da doğan Eftalya’nın hayatı, babasının Topal Osman ve çetelerince tutuklanmasının ardından dağılan ailesi ve kendisini bir anda önce İstanbul’da bulmanın ardından yaşadıklarıdır Fahişe Çika kitabında anlatılan. Thomas Korovinis’in İstos Yayın tarafından yayınlanan Fahişe Çika adlı kitabı, Eftalya’nın bire bir anlatımlarından oluşur.
“Fahişe Çika” yani Eftalya, Giresun’un fındık bahçelerinden Galata gelenevlerinin sakini olmaya kadar varan öyküsünü tane tane anlatır. 1917 yılında yaşanan “müterake”* günlerinde birçok kişinin Topal Osman tarafından nasıl astırıldığını, babasının nasıl tutuklandığını, kızkardeşinin nasıl götürüldüğünü tekrar yaşarcasına şöyle ifade eder:
“Birden baktım; tam karşımda bir bahçe, bir ev ve bir asker, o bekçilerden -candarma- öyle tüfeğiyle bekliyordu. Ona iyice baktım, o da beni gördü ve bir hareket yaptı, in oradan diye. Ben ama alay ediyorum onunla, dilimi çıkarıyorum, şöyle yapıyorum, böyle yapıyorum. Sonra bir bakıyorum içeriye, bahçeye, bu da ne, iç çamaşırlar, olur mu diyorum, iç çamaşırları mı bekliyor bu? Ama çamaşır değil, asılmış biri vardı içeride, onu bekliyordu. O gün Mütakere* olmuş. Benim haberim yok. 1917’ydi. Dışarıda ana baba günü olmuş. Yağmaladılar, vurdular, döktüler; bizimkiler kızkardeşimi alıp gittiler; Ruslar gitti, karman çorman olmuş, ah neler olmuş Giresun” ama bütün Karadeniz”e de; köylerimiz, bütün ahali Yunan, Hıristiyan, iyi Hıristiyan, hepsi hamarat, bütün Karadeniz. Baktım bu adam gene işaret ediyor, git diyor, hoşt hadi git. Ben de biraz sonra paravramı sardım, çantamı aldım, ekmekçiğimi ve sıvıştım. Düz yola çıktım, inmeye başladım, yürüdüm babam yürüdüm. Evimiz uzaktı, dörtyolda bir tane daha asılmış. Yanına vardım, baksana dedim, neden dilin dışarda, neden boynuna bu tabela asılı, Türkçe yazıyor, ne yazıyor? Ve uzaklaştım, biraz yol aldım. Bir de ne göreyim, biri daha asılmış, yanında da bir tane pala bıyıklı jandarma, üniformalı, sert, çok sert, git diyor.
Oradan tabana kuvvet yola düştüm dosdoğru yukarıya, gene dörtyolda, öyle dört tane kavşak vardı eve kadar, ben gene orta yerde ve bir tane asılmış daha.
Ama o zaman korktum gayri, biraz kendime geldim. Dedim ki, şimdi Eftalya kafanı çalıştır azıcık, durumu iyi idare et, yoksa buradan sana hayır yok. Dedim ki içimden burada sinema, orada evimiz, burada Topal Osman Ağanın konağı. Hıristiyanları bu öldürüyordu. Rabbim İsa, lanetli Topal Osman, çeteci, büyük çeteci, çok kötü adam, ruhu şad olmayasıca. O zaman bir korku çöktü üstüme, bir titreme ve adamı gördüm git oradan dedi. (…)
Babamı, yalnız babamı değil, hepsini tutup gönderdiler, bir tek adam bile kalmadı, hepsine eziyet ettiler.”
Tüm ailesi dağılan, babası Topal Osman tarafından tutuklanan, bir süre sonra da annesini kaybedenç, iki yaşındaki erkek kardeşi boğularak öldürülen Eftalya tek başına kaldığı Giresun’da önce Müslüman bir kadın tarafından İstanbul’a kaçırılır. Burada da yalnızlık ve yaşadığı bir sürü olay onu Galata genelevlerine kadar sürükler. O artık “Çika” olmuştur. Çok haz etmez bu isimden “Eftalya” olduğunu hiç unutmaz. Çok milletten kadın vardır bu genelevlerde. Soykırımlar, katliamlar en çok kadınları özellikle de çocuk denecek yaştaki kadınları vurur. Eftalya da 14 yaşındadır genelevde çalışmaya başladığında. O zor geçen hayatında anıları ayakta tutar onu.
Artık 80’e merdiven dayadığında tanıştığı Korovinis’e Pontos’a, Pontos Rumcasını konuşmaya duyduğu hasreti de şöyle ifade eder son sözlerinde:
“Çok çile çektim. Arkamdan hep dedikodu. Dilimi istediğim gibi konuşamadım. Yabancı bir milletin içinde yaşadım. Hayatım kalbimde bir dikenle geçti. Yalan dünya. Zaman zaman göğsümde bir ağırlık. İsa gibi. Bir çarmıh mı var sırtımda, bir kaya mı? Ne biliyorum ben? Bulaştım. Kısmet, Şimdi Pontus’ta olsam torunlarım olurdu, onlara bakardım, okulda alfabelerine, oyunlarına yardım ederdim onlara. Bir meşgalem olurdu, bir işim olurdu. Bu yalnızlık yemezdi beni, bu kimsesizlik. Çare yok. Şimdi artık bunların ayaklarının altındayım. Fındık ağaçlarım olacaktı, fındıklarım olacaktı, onları satıp yaşayacaktım, en güzel fındık bizim oralardan çıkar. Ticaret yaparlar, yurtdışına, her yere. Güzel palamutumu yiyecektim, kiremitin üstünde pişirecektim taze taze, hamsiyi pişerecektim, ondan güzel pideler yapacaktım. Ya da Atina’da olsaydım. Yunanistan”da olsaydım. Yunanistan, Atina, Yunanca işitseydim, yalnız Yunanca. Bir köy de olsaydı, küçük bir köycük. Yunan sigarası içseydim. Sizin oralarda ölseydim, serbest olsaydım, serbest ölseydim.”
*Burada mütareke derken kast edilen, devrim sonrasında Rus ordularının Osmanlı topraklarından çekilmesini öngören 5 Aralık 1917 tarihli Erzincan mütakeresidir.

Saturday, May 14, 2016

Max Stirner ve "Biricik"

Kuşlar gibi şarkı söylerim
Konduğum dalda
İçimden gelen şarkı
Bedelini öder herşeyin.

(Max Stirner'in bir şiirinden)

Max Stirner (Gerçek adı: Johann Kaspar Schmidt) 25 Ekim 1806’da Almanya’nın Bavyera Eyaletinin ücra bir kenti olan Bayreuth’de doğdu. Babası Flüt imalathanesi olan orta sınıf bir zanaatkardı. Mesleğinde ticari açıdan başarı sağlayamamıştı. Küçük Max, babasını erken yaşta kaybetti. Annesi maddi zorluklar nedeniyle tekrar evlendi. Doktorlar, Max’ın annesinin ruh sağlığı için hava değişimi önermişlerdi. O da yeni kocasıyla beraber Kuzey Almanya bölgesine gitmeyi tercih etti. Max ailesinden uzakta ilk defa yalnız kalmıştı. Annesi Max’ı akrabalarına bırakmıştı. Öğrenimi aynı şehirde devam ederken liseye kadar okulun en zeki öğrencisiydi. Lise öğretmeninin koyu bir Hegel hayranı olması, Stirner’i etkilemişti Annesinin tekrar Beyreuth’a dönmesiyle beraber Stirner kararını vermişti; O günün bütün Avrupalı genç radikalleri gibi Hegel’in derslerini izlemek için Berlin’e yol aldı. Berlin Üniversitesi’nde bölümü felsefeden çok siyaset felsefesi ve iktisada merak sardı. İleri derece İngilizce ve Fransızca öğrendi. Liberal düşüncenin bütün ekonomik ve siyasi düşüncesini bu zamanda kavradı. Bu kavramaya, eserleri orijinalinden okumasının büyük etkisi vardı. Daha sonra birdenbire hayat çizgisini alt-üst edecek bir şey yaptı. Max Stirner, annesinin ruh sağlığının bozulması nedeniyle tam 3 yıl boyunca kendi deyimiyle bilinçli olmayan egoist bir halde yani “Özgeci” olarak annesine baktı.
Annesinin bakımını tek başına üstlenemeyeceğini anlayan, Stirner tekrar kendi hayatına döndü. Stirner, geçimini sağlamak için Berlin üniversitesinde Prusya hükümetinin vereceği öğretmenlik belgesini almak için sınavlara girdi. Zor bir sınavı kazandı ve belgeyi aldı. Fakat Prusya Hükümeti Stirner’i herhangi bir okula atamayı reddetti. Stirner bu olayın üstüne asla gitmedi. Stirner’in kişiliğinde, bağımsızlık yanının ağır basması haricinde, başka kimseden hiç bir şey istememesi ve üzücü olaylar karşında saygıyla karışık bir kayıtsızlık hali hakimdi. Stirner’in bu demirden kişiliği onu aşırı bilinçli ve mütevekkil yapmıştı. Bunu izleyen senelerde Stirner tam üç yıl boyunca parasız stajyer öğretmen olarak çalıştı. Bu yıllarda ev sahibesinin kızıyla geçirdiği aşk dolu yıllarda kızın annesi Stirner’den ev için tek kuruş para istemedi ve yemekleri onun evinde yemesi Stirner’i bu yıllarda kurtardı. Daha sonra bu hanımla evlenmesinin ardından karısı çocuğuyla beraber doğumda öldü. Stirner bu üzücü olayın etkisiyle tekrar annesinin bakımı için doğduğu yere döndü. Ve 1840’da özel bir okul olan Madam Gropius’un okuluna iyi bir maaş ile kabul edilmesiyle birlikte Max Stirner kafasındaki zekayı, hüneri ve farklılığı çıkartabilecek bir duruma kavuşmuştu. Anında Almanya’nın en radikal grubu kabul edilen “Die Freien”, “Özgürler”e katılarak, kendisini göstermeyi bildi. Fakat Stirner şaşkındı, bu grup ününe rağmen kendisinden daha radikal ve entelektüel bir birikime sahip değildi. Grup içindeki tartışmalarda profesörler, kürsü başkanları, şairler, çok satanlar listesinde ön sırada bulunan yazarların yanında Kızlar akademisinin sakin ve gösterişsiz öğretmeni az konuşmasına rağmen etkili olmaya başladı.
“Özgürler” grubunda herkes ile iyi anlaşan, iyi bir dinleyici ve güler yüzlü olan Stirner, buna rağmen asla kimse ile dost olmamaya özen gösteren bir kişiydi. Grubun güzel, bakımlı, hür ruhlu Musevi asıllı üyesi Marie Dahnhardt ile takılmaya başlamasıyla birlikte hayatının en önemli yapıtı olan “Biricik ve Mülkiyeti”ni yazdı. Marie ile evlenmeye karar verdiğinde evlilik yüzüğü olarak kullanılan perde’ye takılan bakır halkalarının yanında gelinin gelinliği bile yoktu. Papaz nikah kıyarken gelin ve damadın arkadaşları poker oynuyorlardı. Stirner bohemce evlendiği bu dönemde bir çok makale ve en önemli yapıtını kaleme aldı. Biricik ve Mülkiyeti; yeni doğmuş bir bebeğin geleneğin ve dilin onu daha baştan köleleştirmesiyle başlar. Stirner bu durumu olumlar ve “doğal durum” der. Ama bebek “doğal durum”da bile sadece kendisidir. Çünkü bebek kendi DNA’sıyla, kendi zihniyle ve kendi acıkan midesiyle yani, tepeden tırnağa varoluşuyla kendisidir. Bebek büyüdükçe dünyayı “Kendi” algısıyla yorumlar.
Yapılacak en önemli şey bu yoruma başkalarının hiyerarşisi, eğitimi, zorbalık ve sinsi planla katılmamasıdır yalnızca. Dil için yeni bir şey ifade etmenin son derece zor olmasıyla koşulu ile Stirner bu durumu hazmetmemiz gerektiğini söyler. Bebek büyüdükçe kendi algısıyla dünyayı biricik olarak ifadelendirmeye başlar. Bu da onu eşsiz, örneksiz ve sadece kendi olması ile sonuçlandıracaktır. Artık Biricik, nasıl ki annesinin oyun oynarken arkadaşlarının arasından zorla almasına direniyorsa onu çerçeveleyen başkalarının dünyasına da karşı çıkmaya başlayacaktır. Bu Bebeğin dünyasından önce varolan bilgi ve düşünce geleneğini, demir leblebi’yi çiğnemesi gibidir. Çünkü zihin, mantık ve akıl her bir bireyde bir ve tek’tir. Bunun için “biriktirilmiş bir bilgi denizi” varolsa bile yine de bu bütünlüklü denizi biricik-birey yalnızca kendisi kendi kadar algılayacaktır ve başkalarına da onların algılayabileceği kadar aktarabilecektir. Sadece birkaç durum bu olayı bozar. O da EVRENSELCİLİK ve ÖZCÜLÜK meselesidir. Çünkü “Biriktirilmiş Bilgi Denizi”ni algılamak eğer bir yasaya, karara ve zorbalığa bağlanmak istenseydi; bu da Dil’in köleliği ile yapılabilirdi. Yani Biricikte bir biricik daha bularak bunu HERKES’te var olduğunu iddia etme durumu olarak özcülük (Örn: Ahmet, Mehmet bir türe aittir. Bu tür, türdeş durumdur ve Bunun adı İNSAN’dır.
İnsan hak ve özgürlükleridir), genel’i tek’e üstün sayma, Doğa’da olmayan Hiyerarşi yaratma, Parçaları BÜTÜN karşısında yok sayma... vs. Yapıt daha sonra bunun gibi Biricik’liği reddeden Soyutlamalara, siyasete, dine, geleneğe, prangalara, Kutsal düşünceye, Medeniyet denilen aslında Birey için büyük bir hapishane olan gerici tarihe, Doğrunun ve gerçeğin asla ve kata biricik dışında düşünülemez ve söylemez olduğunu ifade ederek devam eder. Bu yapıt’ın getirdiği yankı Almanya’da büyük yankı uyandırdı. Karl Marx, kıskançlıkla anında bir cevap verme gereksimi duydu. “ALMAN İDEOLOJİSİ” adlı eserinde Stirner’in yapıtına kelimesi kelimesine cevap vermek gereğini hissetti. Marx, Stirner’den hareketle maddecilik, emek sömürüsü ve yabancılaşma teorisini birebir Stirner’den alarak eserleriyle daha tanınmış hale geldi. Nietzche Stirner’in düşüncesini birebir alarak kendi üslubuyla aforizmalarıyla üne kavuştu. Fakat birçok düşünürün Stirner’in düşüncelerini alıntılayarak üne kavuşmalarına rağmen Stirner’in karanlıkta kalan fazla aydınlık eserini asla ön plana çıkarmamayı düşündüler. Bu da Stirner gibi mütevazı ve sinik gözüken bir kişiliğin deha parıltıları taşıyan bir eser vermesinden kaynaklanır. 1856 yılında zehirli bir sinek sokmasıyla 50 yaşında ölen Stirner’in, ölmeden önce gene Alman ve Avusturya liberal düşüncesini etkileyen iki kitap çevirmesi çok önemlidir. Zahmeti büyük kazancı çok küçük olan bu iki kitap çevirisi çok ilginçtir. Bu kitaplar J. B. Say’in iktisat eseri ve Adam Smith’in Ulusların Zenginliği kitabıdır.


Wednesday, March 23, 2016

Kadın Sünneti ve Bekaret Yalanları


İnsanlar, içinde yaşadıkları kültürlerin geleneklerine göre kadın – erkek kimliği edinirler; kadın sünneti, sözü geçen ülkelerde kadın cinsel kimliğinin oluşturulması için yapılan bir ritüeldir!

İlkel diye adlandırılan bu toplumlarda kadın sünneti bir geçiş evresi, yani toplumda kabul görme, ideal eş olma törenidir. Ergenlik dönemini yaşayan kadın bireyin, evlenecek statüye eriştiğinin göstergesidir ve sonuç, ruhun onarılamaz yaralanmasıdır!
2014 Temmuz’unda UNICEF (Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu) ve İngiltere hükümetinin ‘The Girl’ zirvesini düzenlemesi, yılda yüz yetmiş bin kadına uygulanan ‘Kadın Sünneti’nin önüne geçilmesi için alınan kararlar, bu çağ dışı geleneği dünya gündemine yeniden getirdi. IŞİD (Irak-Şam İslam Devleti) Kadın Sünneti ile ilgili verdiği söylenen fetvayı yalanlamasına rağmen, sorumlusu olduğu vahşet dünya kamuoyuna aksini düşündürtmektedir.
İngiltere Başbakanı David Cameron: “Bütün kızların şiddet ve baskıdan uzak hayatlar yaşamaya, zorla evlendirilmemeye ve hem fiziksel hem de ruhsal açıdan yaralayan ‘Kadın Sünneti’nden uzak durmaya hakları vardır” derken, uygarlık çizgisini aşmış bir ülkede de Asya ve Afrika halklarının geleneklerini korkusuzca uyguladıklarını itiraf etmesine rağmen, alınacak önlemlerin Avrupa ülkelerinde sınırlı kalacağı gerçeğini de gözler önüne sermektedir. Gelenek ve inançlarını Avrupa ülkelerinde sürdürmek isteyen bu halkları hiçbir yasa engelleyememektedir.
"Kadın Sünneti, prepus ve klitorisin kesilerek alınması şeklinde yapılan cerrahi bir uygulamadır; klitoris veya bızır kesimi ya da genital sakatlama olarak da isimlendirilir "

Dünya Sağlık Örgütü’ne (WHO) göre kadın sünnetinin dört türü bulunmaktadır:
1- Prepusla birlikte klitorisin bir kısmının veya tamamının kesilmesi;
2- Klitoris, prepus ve çevresindeki küçük (Labia Minör) ve bir kısım büyük dudakların (Labia Majör) kesilmesi;
3- Klitoris ve prepus ile birlikte küçük ve büyük dudakların tamamının kesilmesi, açık olan yaraların dış çeperlerinin biraraya getirilerek, tümüyle dikilmesi, sadece idrar ve regl kanamasının akabileceği genişlikte bir açıklık bırakılması;
4- Sembolik olarak kilitorisi veya dudakları çizmek, kilitorisi dağlamak, vaginayı genişleyecek şekilde kesmek.
Kadınların büyük çoğunluğu ilk iki uygulama ile sünnet edilmektedir. Sünnet edilen kadınlara doğum sonrası aynı ritüel uygulanmaktadır; doğum esnasında sünnet bölgesi yarılan kadınların, doğumdan sonra genital bölgeleri yeniden dikilmekte, yaşadıkları acılar matruşkalar gibi sonsuz çoğalmaktadır!
Birleşmiş Milletler (BM) istatistiklerine göre, her yıl yaklaşık iki milyon kız çoçuğu sünnet kaynaklı, yaşamlarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu (UNFPA) verilerine bakıldığında kadın sünnetinin yoğun olarak görüldüğü Afrika ve Orta Doğu’daki yirmi dokuz ülkede, yüz yirmi beş milyona yakın kadın sünnet edildi. UNFPA’ya göre verilerin ışığında yapılan değerlendirmede 2030 yılına kadar, bu sayının seksen milyonu geçeceği varsayılmaktadır. Kadın sünnetinin sayısal olarak en çok görüldüğü ülkelere bakacak olursak: Mısır, Etiyopya, Nijerya, Sudan ve Kenya’nın ilk sıralarda yer aldığını görürüz. Somali’deki kız ve kadınların yüzde doksan sekizinin sünnet edildiği Birleşmiş Milletler (BM) raporlarında belirtilmektedir.
"Yemen’de yapılan kadın sünnetlerinin yüzde doksan yedisi evde gerçekleşmekte ve büyük çoğunluğunda bıçak ve jilet kullanılmaktadır. "
“…(Şeytan dedi ki) Mutlaka onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını kesecekler ve yine mutlaka onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler…” ( Nisa Suresi 119. Ayet)
Hz. Muhammed, “Sünnet (Hıtan) erkeklere sünnet, kadınlar için fazilettir” (Ahmed b. Hanbel; Ebu Davud Edeb; el- Fethu’r- Rabbani) Bu sünnet, Ebu Hanife ve İmam Malik’e göre mutlak sünnet, Ahmed b. Hanbel’e göre erkeğe vacip, kadınlar için sünnettir. Şafii’lik mezhebi erkek ve kadın arasında sünnet konusunda fark görmemiştir!
İslam’da kadın sünnetinin yeri hakkında görüş birliği bulunmamakta, mezhepsel yorum farklılıkları görülmektedir. Şafii mezhebi vacip, Hanefi ve Maliki mezhepleri sünnet, Hanbeli mezhebi ise müstehap (ne sevap, ne günah) olduğuna dair yorumlarda bulunmuşlardır.
Kadın Sünneti
Ebu Davud’da yer alan ve ummü Atiyye el- Ensariyye’den aktarılan hadise göre: “Bir kadın Medine’de kızları sünnet ettirdi. Resulullah (Sav) kadını çağırtarak kendisine, Derin kesme. Zira derin kesmemen kadın için daha çok haz vesilesidir. Koca için daha makbuldür.” diye talimat verdi; Sahih-i Müslim’de yer alan ve Aişe bin Ebu Bekir’den aktarılan hadise göreyse: “Resulullah (Sav) buyurdu ki ‘Erkek dört şube (Kadının kolları ve bacakları) arasına oturup, iki sünnetli kısım birbirine dokundu mu gusül lazım olur.” Hadisleri yorumlamaya çalışırsak, birincisinde Hz. Muhammed bir geleneği kaldırmadan önce insanları yumuşatıp alıştırmaya; ikincisinde ise hangi hallerde gusül abdesti alınması gerektiğini anlatırken kadın sünnetinden bahsetmektedir. Yoksa, kadın sünneti üzerine kesin bir emir olduğunu söylememektedir.
[quote] İslam mezheplerinin yorumcuları, gelenek ve görenekleri hadislerden yola çıkarak dine uygulamaya çalışmaktadırlar. [/quote]
16. yüzyıl Hanefi muhaddislerinden Aliyyü’l Kari’ye göre kadınların sünnet edilmesi ‘Kadın yüzünü taze kılar ve güzelliğini arttırır. Şehveti teskin eder. Cimayı lezzetli ve cazip kılar, kocanın karısına karşı sevgisini arttırır.’ gibi fetvaların ve yorumların İslam dini içerisinde olamayacağını görürüz.
Kadın sünnetinin uygulandığı ülkelerdeki entelektüel görüşlere bakacak olursak, karanlığın aydınlananabildiğini söyleyemeyeceğiz:
“Sünnet eğer doğru şekilde yapılırsa temizliktir, erkekler ve kadınlar açısından yararlıdır.” ( Arap gazetesi Aşark El- Esvet- İslam uleması Mohammed Tantawi 9 Nisan 1996)
…gülerek, “Kanun sünneti gerekli olmadıkça yasaklıyor, ama ben bir tıp profesörüyüm ve sünneti tıbbi gerekçelerle yapmaya devam edeceğim.” (Jinekolog, Dr. Munir Fawzi- Mısır Kadın sünnetini yasakladı adlı haberde- 1998 Associated Press)
“İslam ve tıp sünnetin yararları konusunda fikir birliğinde. Sünnet edilmemiş kızlar, enfeksiyon ve kansere daha fazla yakalanma riski altındadır.” ( Dr. Saed Thabet, Kasr El Aini (Kahire) hastanesinde jinekolog- British Medical Journal-3 Ağustos 1996)
“…buradaki, yani Sudan’daki kızlar için sünnet, vücutlarının herhangi bir parçasını almak anlamına gelmez. Herkesin başına gelen normal bir hadisedir.” ( Dr. Yahia Oun Alla, Sudanlı Psikiyatr 1989)
[quote] Bu görüşlerin aksine ölüm, enfeksiyon, organda kanama, şiddetli ağrılar, ürolojik komplikasyonlar,şok, anüste hasar, HIV, Hepatit B, depresyon, doğum özelliklerini kaybetme kadın sünneti ile görülen insani olmayan sonuçlardır. [/quote]
İnsanlar, içinde yaşadıkları kültürlerin geleneklerine göre kadın-erkek kimliği edinirler; kadın sünneti, sözü geçen ülkelerde kadın cinsel kimliğinin oluşturulması için yapılan bir ritüeldir! İlkel diye adlandırılan bu toplumlarda kadın sünneti bir geçiş evresi, yani toplumda kabul görme, ideal eş olma törenidir. Ergenlik dönemini yaşayan kadın bireyin, evlenecek statüye eriştiğinin göstergesidir ve sonuç, ruhun onarılamaz yaralanmasıdır!
İnsanlığın tarımı bulmasıyla birlikte, yerleşik konuma geçişi ‘Mülkiyet’ olgusunu da ortaya çıkardı. Erkek egemen bir kültürde, ilk mülkiyetin de kadın olması yadırganmadı! Erkeğin soyunu sürdürebilmesi için temiz bir tohumun, temiz bir tarlaya ihtiyacı vardı! Temizlik ‘Bakir’ olmak demekti! Sünnet edilen bir kadın, hem bakir hem de temiz olarak kabul edildiğinden; bu eylem ilkel toplumların geleneklerinde yer aldı! Geleneğin kuşaktan kuşağa aktarılmasında ve kendi cinslerine büyük acılar yaşatılmasında, sorumluluğu yine kadınlar taşıdı!
" Kadınların kahkahasına bile katlanamayan zihniyetin, ahlak kavramını kadın sünnetine vardırmayacağının garantisi bulunmamaktadır!"
Kadın sünnetinin gerekçeleri arasında; kadın cinsel organının temiz ve görünüşünün düzgün olması; daha kolay temizlenebilmesi; kadınlığa adımın sembolü olması; kadının varlığının öne çıkartılması; kadının evlilik şansının artması; geleneğe bağlılık; erkeklere daha fazla zevk vermesi bulunmakta olup, kadının tamamen ‘Meta’ durumuna getirildiği de saptanmaktadır.
Sünnetsiz kadınların orgazma ulaştıkları anda, erkek spermlerini öldürdüğüne ve erkeğin kısırlaşmasına sebep olduğuna; sünnetli kadınların doğurganlığının arttığına, klitorisin, erkek organından kalma bir parça olduğuna (Yaradılış Efsanesi) kesilmezse büyümeye devam edeceğine ve gerçek kadın olabilmek için bu parçanın mutlaka kesilmesi gerektiğine inanan ilkel toplumlarda, kadının akıl sağlığının korunması için ve çıldırmasının önüne ancak bu yolla geçilebileceği görüşü savunulmaktadır!
Oysa kadınları çıldırtan, klitorisleri kesildiğinden cinsel anlamda haz duymamaları, bekaretin ispatı ve salt neslin devamı için doğurgan bir nesne durumuna getirilmeleridir! Asıl sünnet edilmesi gereken organın, bu sapkın düşünce ve inançların saklandığı, beynin karanlık tarafı olduğu gerçeğini kabul etmemiz gerekmektedir!

http://indigodergisi.com/2014/08/kadin-sunneti-ve-bekaret-yalanlari/


Wednesday, February 17, 2016

'Düşman çok yakın olduğunda…' -GÜLER YILDIZ



'Düşman çok yakın olduğunda…'

GÜLER YILDIZ
guleryildiz@gmail.com

"Ne yapabiliriz? Onlar buraya gelirse yaşamıma devam etmem mümkün olmaz!" 
18 yaşındaki kızının partizan'a gönüllü katılmasına engel olmak isteyen anneye, 18 yaşındaki Zoya'nın verdiği yanıt.
Zoya Kosmodemyansky. Nazım'ın şiirindeki Tanya. Uzayıp giden bir gece sabaha vardığında, Zoya'nın çıplak bedeni, geceden gördüğü işkencenin de izleriyle bir ipin ucunda sallanmakta...  
Zoya, Zoe ya da Tanya... Makarna sandıklarından kurulan ölümün adı. Geceden sabaha kara kışta çıplak bedeni ile acıya yatırılan. Ama o bir partizan. Soğuk geçmiyor o yaşlardan...
Savaşın sadece giyinikken yapılabileceğine dair milyon tane tevatür vardır. Savaşanların elbiseleri vardır; haki, gri, lacivert, alalı, bej... 
Savaşın cinsiyeti vardır ve bunun böyle olacağına dair binlerce ıssız, sahipsiz cümle... Doğrudur; meydan okuma, düelloya çağırma, bilekleri kırıp, pazuları gösterme savaşa, kavgaya açık davettir. Sonra sadece erkekler birbirinden silah alışverişi yapar, ülke ekonomileri bu zihniyetin egosu ile halkının kursağına ekmek koyar. Ruanda'ya onbinlerce palayı satan Çin mesela... Kendilerinden binlerce kilometre uzakta onbinlerce insanın 15 gün sürecek uzun ölüm gecesine uykusuz geceler vermiş, parıldayan emeklerini gemilere bindirmiş, attaya göndermiştir, o kadar... Sonrası sadece kan. Çin haber ajansları kapalıdır paslı bir demir kapı gibi dünyaya... Nerden duyacak, gecesini gündüzüne katarak ışıldattığı palanın akıttığı kan nehrinin bir okyanusa akıp, oradan hafızaya damladığını? Kim fısıldayacak sonra...

Ahh, unutturamaz hiç bir şey, bir palanın gecenin en pürüzsüz anında hayata saldığı çığlığı... Çıplaktır o ses.
Savaş bir el çabukluğudur. Zavallılıktır. Çaresiz kaldığında düşman, baş eğdiremediğinde, diz çöktüremediğinde bilir nereden kanar insanlık. Kadını soyar mesela. Erkeği soyar. Bir kadını erkeklerin önünde, bir erkeği kadınların önünde soyar, utandırır aklınca. Bir kadının giysilerini soyduğunda, kadını zamana giydirir, kendisi çırılçıplaktır oysa. Üşümez onun insanlığı, üşüyecek kadar kan yürümez o damarlarda. Ama soyulan kadın, çırılçıplak teninin açıkta kalan bir yeri bile yoktur o anda. Onu hayat giydirir usulca. Anne eli gibi sevecendir ve bir kokusu vardır tanıdık. 
Makarna sandıklarından idam sehpası yapan anlayışın aceleci çaresizliği ile Cizre'de öldürüldükten sonra çorabı ve iç çamaşır ile yere uzatılan kadının yanı başında duran gölgelerin soysuzluğunun birbirine dolandığı bir ruhtur zamana musallat olan; savaş budur.
Çırılçıplak edip dışarıda bekletmişlerdi Zoya'yı. Sabaha karşı giydirip gocuğunu, botunu, ilçe merkezine dek yürütmüşlerdi bir de. İlçe merkezi beyaza kesmiş bir uzaklıktı. Hayatla kopmuş bir bağdan yağlı urgan yaptılar, makarna sandıklarından sehpa. Çıkardılar Zoya'yı sandıkların üstüne, donmuş ipi doladılar boynuna... İki hafta ilçenin meydanında asılı bıraktılar.
Gencecik bir bedenin üstüne eğilmiş, fotoğraf çekiyorlar galiba. Eğilmiş, bir genç kadının çıplak bedenindeki suretlerini izliyorlar. O kadın bir ayna. Onların çirkinliği yansıyor dünyaya. Solmuş gözlerinde feri kaybolmuş hayat var evet, o da can çekişiyor orada. Soymuş, yeniden giydirmişler. Zamanları bol bunca ayrıntılı mizansenlere... İzlettiriyorlar. Kızlarınıza, kadınlarınıza bunu yaptık, daha da yaparız diyorlar.
1941'in Moskova'sının Alman işgali altındaki bir köyünde değiliz. 2016'nin Cizre ilçe merkezindeyiz. Makarna sandıkları yerine, iki yürümeyle aşınan kaldırım taşları var. Şimdi orada bir ip gibi upuzun uzatılan bedenin ayak izlerinin de bulaşık, dolaşık olduğu kaldırım taşları. Belki Zoya da çok makarna yerdi, kim bilir? Makarna sandıklarına doğru sürüklediklerinde ne gelmişti aklına, annesinin domates soslu makarnasından başka ne düşünebilir o yaşta bir insan? 18 daha...

 Ölümün en sevdiğin şeyle kurduğu bağ... İki çaresizin, iki zavallı gölgenin eğildiği bir narin fidanın, arkadaşlarıyla gezmekten hoşlandığı bir sokağın başındaki cansız bedeninin bize anlattığı hikaye...Sol kolun yanında biriken kan... ortalığa atılmış botlar, ayakta bırakılmış çoraplar ve düğmeleri açık siyah bir gömlekten hafızamıza sızdırılan o kan...
Savaş hep daha fazlasıdır hayattan çaldıklarından...
Hafızamıza doldurduklarından hep bir daha fazla...



Sunday, January 10, 2016

Fahişe Çika: Ebrunun Siyah Rengi


Kara deliklerini görmemek için, önce mavileştirilen, sonra mozaikleştirilen en son da ebrulaştırılan Anadolu'nun hayranları acaba yüzyılın ilk çeyreğinde bir Rum, Süryani ya da Ermeni kadını olarak Anadolu'da doğmayı isterler miydi?


Talin Suciyanİstanbul - BİA Haber Merkezi

Bugünkü gerçekliğimiz ve bir bir hepimizin hayatı 20. yüzyılın ilk çeyreğinin sonuçlarına göre belirlenmeye devam ediyor. Fahişe Çika* bu gerçekliği en çıplak ve belki de en şiddetli şekilde bizlere gösteren hayatlardan biri. İstos Yayınları'nın yayın hayatına adım atarken bastığı ilk eserlerden birinin bu kitap olması herhalde tesadüf değildir.
1989 yılında Yunan Konsolosluğu'nda maddi yardım için bekleyen ve o günlerde seksenli yaşlarını süren Giresunlu Pontus Rumu Eftalya ile yazarThomas Korovinis'in karşılaşmasının bir sonucudur bu kitap.  Korovinis, Eftelya'nın kendi anlatımını metne dökerek, yüzyılın ilk çeyreğinde doğmanın bedellerinin bir hayat boyu nasıl ödettirildiğini de çarpıcı bir biçimde ortaya koymuş olur.
Giresun'da Pontuslu bir Rum aileye doğan Eftalya'nın ilkokula başladığı ilk günden aklına kazınan şey arkadaşları, okulun ne kadar güzel ya da ne kadar sıkıcı bir yer olduğu değil, sokak başında asılmış adamlardır. Köşe başlarında asılmışların önünden, boş sokaklarda, jandarmalardan korkarak evine varmaya çalışır. Rus Orduları çekilmiştir, Eftalya Erzincan Mütarekesi'ni yaşamaktadır. Kısa bir süre sonra annesini kaybedecektir. Babası işkencelerden geçecek, kardeşi görünüşe göre öldürülecek, ninesi sırtına yüklenen barutun ağırlığıyla hayata veda edecek, babası kendini hiç kurtaramayacak en sonunda -biraz daha geç- İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar tarafından Yunanistan'da öldürülecek, velhasıl Eftalya İstanbul'da yalnız yaşamak zorunda kalacaktır.
Peki, 1900'lerin ilk çeyreğinde Rum, Ermeni, Süryani olarak doğduysanız, tüm ailenizi kaybettiyseniz ve kendinizi "en güvenli" sayılan İstanbul'da bulduysanız, bir kadın olarak nasıl hayatta kalırsınız? Bu sorunun tek bir cevabı olduğunu pekâlâ biliyor olmalısınız. Tarihin hangi dönemecinde doğduğunuz, içine doğduğunuz etnik grup, hasbelkader kaybedenler tarafında yer almanız bundan sonra kendi hayatınıza dair iradenizi elinizden alacaktır. Varlığınız, benliğiniz sadece duygusal zayıflıklıklarınız, kırılganlıklarınız ve tabii insanı kör eden umut anlarında ortaya çıkabilecektir. Ve hayatınız, sizi siz yapan bu en temel ruh durumunu tanımakla geçecektir. Ne zaman ve kim olarak doğduğunuz hayatınızın, benliğinizin en temel mücadele alanı olacaktır.
Ve Eftalya, geldiği İstanbul'da halasının da, daha sonra kendisinin olacağı gibi seks işçisi olduğunu anladığında artık ona saklanacak, kaçacak bir yer kalmamıştır. Bundan sonrası, hep ama hep "kurtarılmayı" bekleyerek geçmiş bir hayattır. Kurtarılmayı beklemek, insanı içinde bulunduğu felakete karşı kör eden umudun ta kendisidir. Her an ölümden beter bir şey yaşayacak olmanın, felaketin tam göbeğinde olmanın en anlatılamaz, en ifade edilemez açmazının, kendini, kurtarılma umuduyla birleştirmesi insan ruhunun en derin, en yaralayıcı izdivacıdır. Eftalya'nın anlattıkları tam da budur.
"Anladın mı yanı nedir hayatım? (...) Gübreden çık boka gir, boktan çık gübreye düş." **

Yıllarını alan imkânsız aşklar, geneleve gelen erkeklerden bazılarının kendisini yaşadığı hayattan kurtaracağını ümit etmesi ve hayatının sonbaharında, en sonunda kendi deyimiyle "en kıymetli hazine"sinin kendisinin olduğunu anlayabilmesi...
Fahişe Çika, son yüzyılda Anadolu'nun ve İstanbul'un toplumsal tarihine çok önemli bir ışık tutuyor. Kara deliklerini görmemek için, önce mavileştirilen, sonra mozaikleştirilen en son da ebrulaştırılan Anadolu'nun hayranları acaba yüzyılın ilk çeyreğinde bir Rum, Süryani ya da Ermeni kadını olarak Anadolu'da doğmayı isterler miydi? 

(TS/NV)
* Thomas Korovinis, Fahişe Çika. Istos Yayınları. 2012
** A.g.e., 20