Tuesday, January 29, 2013

Zeynep Kuray Hapishaneden İnsanlık Dramını Bildiriyor!





Zeynep Kuray Hapishaneden İnsanlık Dramını Bildiriyor!

Gazetecilik nedir, nasıl yapılır tartışmalarının olduğu gündemde Zeynep Kuray'ın hapishaneden yaptığı haber gazeteci olmanın nasıl bir şey olduğunu bir kez daha gösterdi.
Ünlü medya patronlarının, gazete yöneticilerinin nasıl çıkar ilişkileri içinde olduklarını anlattıkları televizyon programlarında gerçek kirli çıkar ilişkileri içinde öldürülmeye çalışılırken gazeteciler haberi yapmanın yollarını bulmaya çalışıyorlar.


Zeynep Kuray, gazeteci arkadaşları ile birlikte KCK davası kapsamında gözaltına alındı ve tutuklandı. Halen Bakırköy Kadın Ceza ve Tutukevinde yatıyor.

Cezaevi koşulları bile Zeynep’in gerçeklerin peşinde olma ve gazetecilik yapma işini elinden alamadı. Bugün BirGün gazetesinde “Zeynep Kuray cezaevinden bildiriyor” başlıklı haber bunu ortaya koyuyor. Kuray, haberinde çeşitli suçlardan tutuklu yabancı uyruklu kadınların cezaevinde mutfaktan tuvalete, temizlikten yemeğe pek çok alanda ”köle gibi” çalıştırılmalarını haberleştirdi.

Zeynep Kuray’ın “cezaevinden bildirdiği” haber:
Türkiye’de emekçilerin karşı karşıya kaldığı emek sömürüsü, Bakırköy Kadın Ceza ve Tutukevi’nde had safhaya ulaşmış durumda. Kadın tutuklu ve hükümlülerin, uzun çalışma saatlerine karşılık oldukça düşük ücretle çalıştırıldıkları cezaevinde, yabancı uyruklu tutuklu ve hükümlüler ise iki katı oranında sömürülüyor.

Ailelerinden herhangi bir para gelmediği için cezaevindeki ihtiyaçlarını çalışarak karşılamak zorunda olan yabancı mahkumlar, sabahtan akşama kadar aralıksız çalıştırılıyor. Mutfaktan tuvalete kadar cezaevinin tüm kısımlarında, her türlü işe koşulan yabancılar köle gibi çalıştırılmalarının karşılığında ise aylık yalnızca 100 TL maaş alıyor.

“BURASI TÜRKİYE!”
Bin kişilik cezaevinde lavabo ve koridorları temizleyen İspanyol asıllı Luz Marina, ay sonunda aldığı paranın ihtiyaçlarını karşılamaya yetmediğinden şikayetçi. Uyuşturucu madde bulundurmaktan 11 yıl hüküm giyen ve ailesinden herhangi bir maddi yardım alamayan Marina, 4 yılı aşkın süredir cezaevinde temizlik yapıyor.

Kendisi gibi ailelerinden maddi yardım almaları güç olan yabancı hükümlü ve tutukluların, çalışmak zorunda olduklarını bilen Cezaevi İdaresi’nin bu durumu bir emek sömürüsüne dönüştürdüğünü belirten Marina, Türkiye’nin emeğe verdiği değeri kavramış olacak ki kendi durumunu da “Ne olacak, burası Türkiye!” sözleriyle özetliyor.

“ÜLKEME DÖNMEK HAYAL OLDU”
Fildişili Marianne ise bu 100 TL ile umut biriktiriyor. Marianne, aldığı 12 senelik hapis cezasının geri kalan kısmını ülkesinde tamamlamak istiyor. Ancak Fildişi’ne dönmesi için gereken 1000 Euro’yu biriktirmek için yıllardır cezaevinin hemen her alanında, sabahtan akşama kadar çalıştığını söyleyen Marianne, 100 TL’lik maaşıyla ihtiyaçlarını bile karşılayamazken yol parası biriktirmenin kendisi için bir hayale dönüştüğünü söylüyor.

2 BİN 310 YABANCI TUTUKLU
Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü'ne göre, Türkiye'deki cezaevlerinde 330'u kadın 2 bin 310 yabancı uyruklu tutuklu, hükümlü ve hükmen tutuklu bulunuyor.
Sarp Kuray

Demostration against the attacks to Armenians @ samatya


Thursday, January 24, 2013

Yonatan Shapira: İnsanlığın yüz akı bir barış savaşçısı



İnsanın başka insanlara duyduğu sevginin sınırları nerede başlar, nerede biter? Burjuvazinin çizdiği ulusal sınırların öte yanına geçince insanlık sevgisi de tükenmek ya da azalmak zorunda mıdır?
T24

İnsanın başka insanlara duyduğu sevginin sınırları nerede başlar, nerede biter? Burjuvazinin çizdiği ulusal sınırların öte yanına geçince insanlık sevgisi de tükenmek ya da azalmak zorunda mıdır? Albert Einstein’ın “insanlığın kızamığı” olarak nitelendirdiği milliyetçilik mikrobundan kurtulmak sanıldığı kadar zor mudur? Tüm bu soruların cevabını ararken aklımızdan çıkarmamız gereken çok önemli bir isim var: Yonatan Shapira…
Yonatan Shapira, İsrail hava kuvvetlerinden eski bir komutan… Babası bir savaş pilotu olan, çocukluğu hava kuvvetleri üssünde geçmiş ve büyüyünce de çocukluk hayali olan pilotluk mesleğini seçmiş bir İsrail vatandaşı.  Böyle bir tanımdan sonra aklımıza gelecek subay görüntüsü az çok bellidir. Fakat Shapira bu görüntüden fersah fersah uzak biri. Öncelikle, bir savaş karşıtı ve insan hakları aktivisti. Tabii bu kimliğine uygun bir hayat yaşamak için 11 yıl hizmet verdiği hava kuvvetlerindeki görevinden ayrılmayı göze alan ve kendini barış mücadelesine adayan bir eylem insanı…
Shapira, ordudaki görevi boyunca “ikili bir kişilik”le yaşamak zorunda kaldığını çünkü subay olarak çalışırken de sol görüşlere sahip olduğunu; mesai bitiminde üniformasını çıkarıp Tel Aviv şehir merkezindeki eylemlere katıldığını; okulda sürekli eşitlik, adalet ve özgürlük değerlerini öğrendiğini ve bu değerlerle büyüdüğünü dile getiriyor.
Hayatını esasen değiştiren dönemin, ikinci intifadanın son 4 yılı olduğunu söylüyor. Bu dönemin karşılıklı şiddet ve intikam dönemi olduğunu dile getiren Shapira, bir noktadan sonra kendisinin de bu şiddet döngüsünün bir parçası olduğunu anlıyor.
“Bizzat insanları öldürmesem de, insanlar için çok derin acılar yaratan bu sistemin parçasıydım. Filistinlilerin başına gelenlerden yıllarca habersizdim. İsrail’de tarihin sadece bir kısmını öğrenmiştim. İlk kez “Nakba”yı, yani 1948 yılında Filistinlilerin başına gelen felaketi duyduğumda, 30 yaşlarındaydım. Tarihin ve günümüzün böyle büyük bir gerçekliği konusunda kör kaldığınızı ve şiddet döngüsünün bir parçası olduğunuzu fark edince bunu atlatmak, çok büyük bir duygusal adım gerektiriyor. O anda iki seçeneğiniz var:  Ya gerçekleri inkâr edip, bastırıp bu meseleleri gündeme getirenlerle savaşmaya devam ediyorsunuz ya da daha fazlasını öğrenip, sorumluluk alıp durumu değiştirmeye çalışıyorsunuz. Ben ve arkadaşlarım, bu ikinci seçenekten yana olduk.”
2003 yılında hava kuvvetleri korgenerali Dan Halutz’un bir Hamas liderini hedef alırken çocuklar dâhil 14 sivili öldürmesi, Shapira için bardağı taşıran son damla oluyor.
Bu olaydan sonra, korgeneral Halutz’a yöneltilen “bunca sivilin ölümü size ne hissettirdi” sorusuna verdiği cevap tüyler ürperticiydi: “Tek hissedebildiğim,  bombayı atış anında uçağın geçirdiği hafif sarsıntısıydı”. Bu cevap, Shapira’yı ordudan kopma noktasına getiren dönüm noktası oluyor.
 “Bir sistemin parçası olduğunuz anda, sistemin yaptıklarından sorumluluk duymaya başlıyorsunuz. İsrail ordusu benim için bir aile gibiydi. Fakat ailemin yanlış yaptığı hissi bende ağır basıyordu. Kimin yaşayıp kimin öleceğine kim karar veriyor? Bir avuç komutan mı? Artık her gün, savaş uçakları sivil alanlarda yaşayan masum insanların başlarına bombalar yağdırıyordu. Savaşla hiçbir ilgisi olmayan insanlar da hedef alınıyordu” diyen Shapira, çocukların da öldürüldüğü bu operasyona tanık olduktan sonra, bunun bir savunma politikasından çok bir intikam politikası olduğunu anladığını ve bu noktaya gelene kadar çok derin kişisel ve zihinsel bir kriz yaşadığını söylüyor ve sözlerine şöyle devam ediyor: “Pilotluk eğitimini alırken amacım İsrail savunma kuvvetlerinde çalışmaktı; İsrail intikam kuvvetlerinde değil. Üstelik bu işgal durumu toplumumuzu yozlaştırıyor; bu yüzden her şeyden önce işgale ve ablukaya son vermemiz lazım.”
2003 yılında ordudaki 26 meslektaşıyla birlikte, İsrail komutanlarına ve İsrail hükümetine yönelik bir mektup yazarak “yasadışı ve ahlak dışı emirleri yerine getirmeyi ve masum sivillere yönelik operasyonlara katılmayı reddediyoruz; bizler İsrail işgal kuvvetlerinde değil; İsrail savunma kuvvetlerinde görev yapmaktan yanayız” diyor. Bu mektup İsrail’de çok büyük yankı uyandırıyor çünkü mektubun yazarları, İsrail ordusunun en saygın biriminin pilotları. Mektubun yayınlanmasından 1 ay sonra, Shapira ve arkadaşları ordudaki görevlerinden uzaklaştırılıyor, birçok kişi tarafından hainlikle suçlanıyor ve büyük bedeller ödüyorlar.
 “Bu mektup yayınlandıktan sonra bazıları bize vatan haini dedi, bazılarının gözündeyse kahraman olduk. Haliyle, birçok insanın düşünce biçimine ters düşüyoruz. Benim 2 kardeşim de retçi. Annem ise kadınların oluşturduğu bir kontrol noktası izleme hareketinde gönüllü. Bu hareket kapsamında, kadınlar kontrol noktalarında gözlemci olarak çalışıyor; ellerinden geldiğince Filistinlilere yardımcı oluyor ve eğer İsrail askerleri bir hak ihlalinde bulunursa görüntü alıp dünyaya duyurmaya çalışıyorlar.” Shapira, İsrail’le Arap komşuları arasında gerçekleşen Altı Gün Savaşı’na katılmış bir savaş pilotu olan babasıyla bazı fikir ayrılıkları yaşadığını fakat evde artık üç retçi olduğu için, babasının da zamanla onlara yaklaşmaya başladığını anlatıyor.
Bilindiği üzere, İsrail’de askerlik kadın ve erkekler için zorunlu. İsrail’de retçi (refuser) olmak demek, işgal altındaki Filistin topraklarında askerlik yapmayı reddetmek demek. Shapira’nın açıklamasına göre İsrail’de binlerce resmi retçi var. Bunların dışında resmi olarak açıklama yapmasalar da işgal edilmiş topraklarda görev almayan ya da görev almamak için komutanlarıyla anlaşma yapan birçok asker var. Shapira, orduda retçileri destekleyen çok büyük bir kitle olduğu ve birçok birimin Filistin’e operasyon yapmak istemediği bilgisini veriyor.
Shapira, eylem çizgisini şu kelimelerle ifade ediyor: “Eğer eylemlerinizi İsrail ve Arap halklarına olan sevginizle yaparsanız, bu eylemlerin sonuçları çok da güçlü olacaktır. Fakat eğer nefret, intikam ve öfke hisleriyle yola çıkarsanız, kaybetmeye mahkûmsunuz.”
Demokratik ilkelerin çiğnenmesini önlemek için toplumun hangi altyapıyı veya ortamı sağlaması gerektiği sorusunun cevabı da Shapira için açık ve net:  “İnsanlar öncelikle seslerini yükseltmeyi öğrenmeliler. Birçok insan aslında bizimle aynı fikirde. Bu insanlar, bir ulusu işgal etmenin yanlış olduğunu düşünüyorlar. Her ne kadar sahip oldukları düşünceler toplumdaki yaygın düşünceler olmasa da, bulundukları ortamlarda bu düşünceleri dile getirme cesaretini göstermeliler.  Retçi olmanız için illa asker olmanıza gerek yok. Hangi mesleği icra ederseniz edin, size söylenen yalanlara itiraz etme hakkınız var. Tarih her zaman egemen sistemi ve fikirleri değiştirmeye çalışan retçileri hatırlar. Siyahlarla beyazların eşitliğini savunanlar da ilkin “vatan haini” veya “kötü adam” olmakla suçlandılar. Fakat şimdi hepsi bizim kahramanımız. Bu yüzden toplumdaki her birey retçi olabilir ve olmalıdır” diyor.
Shapira, Filistin’de de barışçı ve şiddet karşıtı bir özgürlük mücadelesinden yana.  İsrail retçi hareketindeki “Barış Savaşçıları” örgütünün kurucularından ve Filistin’deki barış yanlısı eylemlere aktif olarak katılıyor.  İsrail devleti, uluslararası hukuku ve evrensel insan haklarını uygulamaya başlayana kadar Filistinlilerin, Yahudilerin, İsrail vatandaşlarının, Güney Afrika’daki apartayd karşıtı mücadeleden esinlenerek başlattıkları Boykot Hareketini sürdüreceklerini söylüyor. Shapira ayrıca 2010 yılında İsveç’ten yola çıkan ve Nazi soykırımından sağ kalanların, İsrail-Filistin çatışmasında ölenlerin anne ve babalarının ve Filistin’deki yasadışı işgale razı olmayanların katıldığı Gazze’ye yardım gemisindeki yolculardan biriydi ve bu gemiden İsrail askerlerine şöyle seslenmişti: “Abluka ve işgal, insanlık dışıdır; evrensel ahlaka ve Yahudiliğin değerlerine aykırıdır. Vicdanınızın sesini dinleyin. “Sadece emirleri uyguluyorum” demeyin. Halkımızın acı tarihini hatırlayın. Ablukayı ve işgali reddedin!”
Shapira, BBC muhabirinin “Filistin’de ne oluyor” sorusuna “yaşananlar iki kelimeden ibaret:  savaş suçu” cevabını veriyor ve savaş suçunu şöyle açıklıyor: “Bu sadece Filistin halkına karşı işlenen bir savaş suçu değil; İsrail halkına karşı da işlenen bir savaş suçu. Özgürlük, insanlık ve eşitlik değerleriyle yetiştirilmiş bir Yahudi olarak beni duyan herkese sesleniyorum. Filistin için, İsrail için ve bütün dünya için, bu ölümleri durdurun. Filistinlileri bir açık cezaevine tıktık, onlara hayvan gibi davranıyoruz ve işte sonuç bu. Milyonlarca insanın özgürlük isteğini öldüremezsiniz.”
Shapira’nın 2004 yılındaki bağımsızlık gününde İsrail ordusundaki dostlarına seslenişi de yine tarih kitaplarına girecek ifadelerle dolu: “Sizin için şimdi ne söylendiğini değil; 20 yıl sonra çocuklarınıza ne söyleyeceğinizi düşünün. İnsan olduğunuzu ve kalbinizin gün be gün yok olduğunu inkâr etmeyin. Tek bir kelimenin o devasa gücünü kullanın: Hayır deyin!”
Bu cesur barış aktivistini dinlerken düşünüyorum. Türkiye’deki kirli savaşı mahkûm edecek rütbeli bir askerin açıklamalarını ne zaman duyacağız? “Kürt halkının dilini yasakladık, köylerini yakıp yıktık, onları zorla göç ettirdik, acımasızca katlettik, işkencelerden geçirdik, üzerlerine bombalar yağdırdık. Bu bir insanlık suçuydu. Haklarını gasp ettiğimiz için Kürtlerden, tüm bu insanlık suçlarını onlar adına ama büyük ölçüde onlardan habersiz işlediğimiz için Türklerden ve her şeyden önce bütün insanlık ailesinden özür diliyoruz. Eşitlik içinde yaşamaya hazırız ve Kürt halkının özgürlüğü bizim de özgürlüğümüzdür” diyecek yürekli bir Türk komutanını ne zaman göreceğiz?
“Pek yakın bir tarihte değil” dediğiniz duyar gibiyim fakat unutmayın: Bir zamanlar öldürmesi emredilen insanların artık özgürlüğü için mücadele eden Yonatan Shapira gibi insanlığın yüz akı değerler var olduğu sürece, güzel bir geleceğe dair umutlarımız asla tükenmeyecek…

Uzay Bulut

Tuesday, January 22, 2013

ALBERT CAMUS - SAÇMA VE İNTİHAR



 Çevirenler: AFŞAR TÎMUÇlN - MERAL DEMİREL
Yalnızca gerçekten ciddi bir tek sorun var: İntihar.Yaşamın yaşanmaya değip değmediğini düşünmek, felsefenin temel sorusunu yanıtlamaktır. Dünyanın üç boyutlu olması, zihnin dokuz ya da on iki kategorisi olması gibi sorunlar sonra gelir. Bunların hiç önemi yok.Yanıtlamak gerek önce. Nietzsche'nin de söylediği gibi,bir filozof saygıdeğer olabilmek için özüyle sözü birolmak zorundaysa, bu durumda yanıtın önemi ortaya çıkar, çünkü yanıt kesin davranışı önceler. Bunlar yürekte kendini gösteren apaçıklıklardır, ama onları zihinde aydınlık kılabilmek için derinleştirmek gerekir.
Şu sorunun öbüründen daha öncelikli oluşunun neye bağlı olduğunu kendi kendime sorduğumda, yükümlendiği eylemlere göre diye yanıt verebilirim. Varlık-bilimsel bir kanıt için ölen insan görmedim. Önemli bir bilimsel doğruyu bulan Galilei, yaşamını tehlikeye soktuğu anda bulgusunu kolaylıkla yalanlamıştır. Bir anlamda iyi de yaptı. Bu doğru diri diri yakılmaya değmezdi. Dünya mı güneşin çevresinde döner yoksa güneş mi dünyanın çevresinde döner, hiç önemli değil bu. Ne olursa olsun bu önemsiz bir sorundur. Buna karşılık yaşamın yaşanmaya değmediğini düşünerek ölen birçok insan gördüm. Kendilerine yaşama nedeni sağlayan fikirler ve yanılgılar için çelişkili bir tutumla ölen insanlar da gördüm. (Bu yaşama nedeni denen şey aynı zamanda eşsiz bir ölme nedenidir). Bu durumda, yaşamın anlamı sorunların en önceliklisidir diyorum.
Buna nasıl bir yanıt bulunabilir? Tüm temel sorunlar üzerinde -bununla öldürmek tehlikesine düşenleri ya da yaşam tutkusunu çoğaltanları anlıyorum - iki düşünce yöntemi olmalıdır, La Palisse'inkiyle Don Quichotte'unki. Heyecana ve açıklığa aynı zamanda erişmemizi sağlayan şey apaçıklığın ve lirikliğin dengesidir. Hem alçakgönüllü olan hem duygu yükü taşıyan bir konuda bilgeliğe dayanan klasik diyalektik yerini hem sağduyuya hemde duygu yakınlığına dayanan daha ılımlı bir düşünce tutumuna bırakmalı.İntihar hiçbir zaman toplumsal bir olgu olarak incelenmedi. Tersine, burada, başlangıçta, kişisel düşünceyle intihar arasındaki ilişki sözkcnusudur. Böyle bir davranış yüreğin sessizliğine bir yapıt gibi hazırlanır, insanın kendisi bile bilmez bunu. Bir akşam tetiği çeker ya da suya dalar. Bir gün bana, beş yıl önce kızını yitiren bir bina yöneticisinden sözettiler, adamın o zamandan beri çok değiştiğini, bu olayın onu için için kemirdiğini söylediler. İçin için kemirmekten daha uygun bir sözcük bulunamazdı. Düşünmeye başlamak için için kemirilmeye başlamaktır. Toplum bu başlangıçlarda çok büyük şeyler bulmaz. -Kurt insanın yüreğindedir. Onu orada aramak gerekir. Varoluşun karşısındaki apaçıklıktan ışıkların ötesine kaçışı getiren ölümsü oyunu izlemek ve anlamak gerekir.
Bir intiharın pek çok nedeni vardır, genel bir biçimde en göze çarpanlar en etkilileri değildir. İnsanın düşünerek intihar ettiği pek görülmez (yine de bu varsayım çürütülmemiştir). Bunalımı başlatan şey hiçbir zaman denetlenemez. Gazeteler sık sık «derin üzüntüler»den ya da «onulmaz hastalıklardan sözeder. Bu açıklamalar geçerlidir. Ama bir kötü gün dostunun bile gün gelip onunla kayıtsız bir biçimde konuştuğu olmaz mı? O suçludur işte. Çünkü bu da askıda bulunan tüm kinleri ve tüm yorgunlukları ortaya dökmeye yeter.
Ama en kesin anı belirlemek güçse de, düşüncenin ölümle sözleştiği incelikli gelişimi belirlemek güçse de, bunun getireceği sonuçları davranışın kendisinden çıkarmak kolaydır. Kendini öldürmek, bir anlamda, melodramda olduğu gibi içini dökmektir. Yaşam tarafından aşıldığını ya da anlaşılmadığını bildirmektir.Yine de bu benzerlikler üzerinde çok durmayıp alışılmış sözcüklere dönelim. Bu yalnızca «yaşamın değmez olduğunu» bildirmektir. Yaşamak elbette hiç kolay değildir. Yaşamın buyurduğu davranışlar gerçekleştirilir durmadan, bunun birçok nedeni vardır, ilk nedeni de alışkanlıktır. İsteyerek ölmek, içgüdüsel bile olsa alışkanlığın gülünç özyapısmı, tüm derin yaşama nedeninin yokluğunu, günlük çalkantının anlamsız özyapısını ve acının boşluğunu kabullenmeyi gerektirir.
Bu durumda zihni yaşam için gerekli uykudan yoksun bırakan hesaba gelmez duygu nedir? Kötü nedenlerle bile açıklanabilen bir dünya içten bir dünyadır.Tersine yanılgılardan ve ışıklardan birdenbire yoksun kalan bir dünyada insan kendini yabancı duyar. Bu sürgün uzak bir ülkenin anılarından ya da adanmış bir toprağın umudundan yoksun kaldığı için çaresizdir. İnsanla yaşamı arasındaki kopuş, oyuncunun dekorundan kopuşu gibidir, bu da tam olarak saçmanın duygusudur. Tüm sağlıklı insanlar kendi intiharlarını düşündüklerinde, çokça açıklamaya girişmeden bu duyguyla hiçligi irteme arasında dolaysız bir bağ olduğu anlaşılabilecektir.
Bu denemenin konusu, açıkça saçmayla, intihar arasındaki ilintidir, intiharın saçma için tam olarak hangi ölçüde bir çözüm olduğudur. Şunu ilke olarak koyabiliriz: Aldatmayan insanın doğru bildiği şey o insanın eylemini düzenleyecek şeydir. Bu durumda varoluşun saçmalığına inanmak onun davranışını belirlemelidir. Açıkça ve duygusallığın yanlışına düşmeden bu buyruğun sonucu anlaşılmaz bir durumu çabucak bırakmayı gerektiriyor mu diye sormak yasal bir meraktır.Burada elbette kendileriyle anlaşmaya hazır insanlardan sözediyorum.
Açık bir deyimle söylersek bu soru hem basit hemde çözülmez gibi gelebilir. Ama yanlış olarak basit soruların aynı basitlikte yanıtları, açıklığın da açıklığı getirdiği varsayılır. A priori olarak ve sorunun terimlerini tersine çevirdiğimizde, insan kendini öldürür yada öldürmez gibisinden iki felsefi çözümün varlığı,evet'in varlığıyla hayır'm varlığı kendini gösterir. Buda çok iyi olurdu. Ama bir sonuca varmadan boyuna soru soranları da düşünmek gerekir. Burada işi şakaya vuruyorum: çoğunluktur sözkonusu olan. Ayrıca hayır diye yanıt verenlerin evet diye düşünürmüş gibi davrandıklarını da görüyorum. Gerçekte Nietzsche'nin ölçütünü benimsersek bunlar şu ya da bu biçimde evet diye düşünüyorlar. Tersine intihar edenlerin yaşamın anlamına inanmış oldukları çok görülür. Bu çelişkiler giderilmez çelişkilerdir. Tersine mantığın öylesine istenilir gördüğü bu noktada bu çelişkilerin hiçbir  zamanböylesine canlı olmadıkları da söylenebilir. Felsefi kuramların ve bu kuramları öğretenlerin davranışlarının karşılaştırıldığı ortak bir yerdir burası. Ama şunu da iyice belirlemeliyiz, bir yazın adamı olan Kirilov, efsaneden doğan Peregrinos ve varsayımdan yola çıkan Jules Lequier'nin dışında yaşama bir anlam vermekten kaçınan düşünürlerden hiç biri mantıksal yaşamı yoksamaya kadar götürmemiştir. Çok zengin bir masa önünde intiharı öven Sehopenhauer'ı güle güle anlatirlar. Burada gülünecek bir şey yok. Ama trajiği böyle bir biçimde hafife almak pek ciddi bir iş olmasa da hafife alanı güç durumda bırakır.
Bu durumda bu çelişkiler ve bulanıklıklar önünde yaşamla ilgili olarak sahip olunan görüşle yaşamı bırakıp gitmek için yapılan davranış arasında hiç bir ilgi olmadığına inanmalı mı? Bu anlamda hiçbir şeyi abartmayalım.İnsanı yaşamaya bağlayan bağda dünyanın tüm yoksunluklarından daha güçlü bir şeyler vardır.Bedenin yargısı zihnin yargısına değer ve beden yokoluş önünde geriler. Düşünme alışkanlığı edinmeden yaşama alışkanlığı ediniyoruz. Bizi her gün biraz daha ölüme götüren bu akışta beden bu onarılamaz akışı korur. Sonunda bu çelişkinin temeli sıyrılma diye adlandıracağım şeydedir, çünkü o Pascal'cı anlamdaki oyalanmadan hem az hem çok bir şeydir. Bu denemenin üçüncü konusunu oluşturan ölümcül sıyrılma umuttur. Yaraşacağımız bir başka yaşamın umudu ya da yaşam için değil de yaşamı aşan, yaşamı yücelten herhangi bir büyük fikir için yaşayanların oyunu yaşama bir anlam verir ve yaşamı aldatır.
Böylece her şey işlerin karıştırılmasına katkıda bulunur. Buraya kadar sözcüklerle oynanılması ve yaşamın anlamını yoksamanın zorunlu olarak yaşamın yaşanmaya değmediğini bildirmeye götürdüğüne inanır görünülmesi boşuna değildir. Gerçekten, bu iki yargı arasında hiçbir kaçınılmaz ölçü yoktur.Yalnızca,buraya kadar belirttiğimiz karışıklık, kopma ve tutarsızlıklarca yoldan çıkarılmaya boyun eğmeyi benimsememek gerek. Her şeyi bir yana bırakıp doğrudan doğruya gerçek soruna gitmeli. Yaşam yaşanmaya değmediği için insan kendini öldürür, işte kuşku götürmeyen bir doğru - yine de apaçık olduğu için kısır bir doğru. Ama varoluşun böylece aşağılanması, bir yalana batırılması,onun hiçbir anlamı olmamasından mı geliyor? umut ya da intiharla ondan kaçmayı getiren saçmalığı mı? İşte tüm geri kalanı bir yana bırakarak ortaya çıkarılması, izlenilmesi ve aydınlatılması gereken budur.
Saçma ölümü getirir mi? Bu soruna öbür sorunların üstünde bir yer vermek, onu tüm düşünce yöntemlerinin ve yarargözetmez düşünce oyunlarının dışında tutmak gerekir. «Nesnel» bir kafanın her zaman tüm sorunlara katabildiği ayrıntılar, çelişkiler ve ruhsallık bu araştırmada ve tukuda yer almaz. Burada yalnızca haksız bir düşünce, yani mantık gerekli. Bu da kolay değildir. Mantıklı olmak her zaman kolaydır. Sonunakadar mantıklı olmak hemen hemen olanaksızdır. Kendi elleriyle ölen insanlar böylece sonuna kadar duygularının eğimini izlerler. Bu durumda, intihar üstüne düşünce bana, beni ilgilendiren tek sorunu ortaya koyma fırsatını veriyor: Ölüme kadar götüren bir mantık var mıdır? Bunu, burada kökenini belirttiğim düşünceyi apaçıklığın ışığında, düzensiz bir tutku olmaksızın izleyerek bilebilirim yalnızca. Saçma düşünce diye adlandırdığım şeydir bu. Birçokları buna başladılar. Genede bu yolda mıdırlar bilmiyorum.
Karl Jaspers birlik içinde bir dünya kurmanın olanaksızlığını açıklarken şöyle der: «Bu sınırlama beni bana götürüyor. Orada artık yalnızca temsil ettiğim nesnel bir görüş noktasının ardına gizlenemem, orada ne ben ne de bir başkasının varlığı benim için bir nesne değildir.» Karl Jaspers öbürlerinden sonra, düşüncenin sınırlarına ulaştığı bu ıssız ve susuz yerleri anımsatıyor. Öbürlerinden sonra, evet elbette, ama nasıl acele ederler oradan çıkmak için! Düşüncenin gidip geldiği bu son dönüm noktasına en alçakgönüllü insanlar arasından bile birçok insan ulaştı. Bu durumda endeğerli şeylerini, yaşamlarım bıraktılar. Bırakanlar arasında düşüncenin prensleri sayılan bazıları da vardı,ama onların kullandığı şey en an başkaldırısı içinde düşüncelerinin intiharıydı. Tersine, gerçek çaba burada olanaklar ölçüsünde tutunmak ve bu uzak ülkelerin garip bitkilerini yakından incelemektir. Dayanıklılık ve açık görüşlülük saçmanın, umudun ve ölümün karşılıklı konuştukları bu insanlıktan uzak oyun için birer ayrıcalıklı seyircidirler. Zihin hem basit hem incelikli bir oyun olan bu oyunun özelliklerini aydınlatmadan ve yeniden yaşamadan önce ayrışarabilir.

Sunday, January 20, 2013

" hapishaneler yasataşlarıyla, kerhaneler din tuğlalarıyla örülür..."






" hapishaneler yasataşlarıyla, 
kerhaneler din tuğlalarıyla örülür..."
william blake

Çalıntı

Friday, January 4, 2013

100 BİN KAYITDIŞI KADIN ÇALIŞMAKTADIR


Genelevlerin kapatılmaya başlandığını öne süren kadınlar yaptıkları basın açıklamasında, "Bir yıllık süreçte devletin kanadı altında çalışarak, hizmet vermeye çalıştığımız bu işyerlerimizde bizlerle ilgili herhangi bir yasal düzenleme ya da alternatif yol göstermeden keyfi uygulamalarla genelev kapsamında hizmet veren işletmeler birer birer kapatılmaya başlamıştır. Bu durum bizler gibi burada hizmet veren yüzlerce genel kadının sokağa düşmesine, başka bir iş yapamayacakları için mesleklerini kayıtdışı, kontrolsüz yapmasına sebep olacaktır. Ahlak Büro tarafından yapılan usule aykırı operasyonlarla tüzük hükümleri ihlal edilerek başlatılan idari süreçte ünvanı, ’Fuhuş Yüzünden Bulaşan Hastalıklarla Mücadele Komisyonu’ olan komisyon vermiş olduğu kapatma kararlarıyla fuhuşla mücadele değil, fuhuşun sokağa kontrolsüz, kayıtsız ve sağlıksız bir şekilde yapılmasına ve artmasına sebep olacaktır" denildi.Kadınlar, evlerin kapatılma nedenini ise, "Nedeni sadece rant. Şimdi Galataport olayı yerel seçimlerden sonra ortaya çıkacak. Buranın da rantı yükseliyor ve bizi buradan göndermek istiyorlar. Hiçbir yer göstermiyorlar. Bugün sokakta 6 tane ev kapatılıyor. Ankara’da nasıl valiliğin önüne gidiyorlarsa, biz de valiliğin önüne gideceğiz" sözleriyle açıkladı.

100 BİN KAYITDIŞI KADIN ÇALIŞMAKTADIR 
Eylem yapan kadınlara destek veren Kadın Kapısı Derneği Kurucu Üyesi Şevval Kılıç, "Genel Kadınlar"ın bağlı olduğu tüzüğün 1936 yılında yazıldığını aktararak, bu tüzüğe göre genel kadınların bulundukları alanın dışarıdan görünmesinin mümkün olmadığını vurguladı. Kılıç, "Buna rağmen içerideki kapılarda buzlu cam kullanılması, müşteriye ’pişt’ diyerek seslenilmemesi, kadının müşteriyi çağırmaması gibi şeyler var" diyerek, geçtiğimiz günlerde müşteri kılığında gelen sivil polislerin, kadınların, kendilerini çağırdıkları iddiasıyla evlere mühür kararı çıkarıldığını anlattı.

Bir eve bir yıl içinde 2 kere mühür vurulması durumunda o evin kapatıldığını aktaran Şevval Kılıç, "Asıl mühim olan devletimizin fuhuşu bitirmek adı altında 2002 yılından beri yeni vesika vermemesi. Fakat burada bakmamız gereken yer genelevler değil, sokaklardır. Sokaklarda tam 100 bin kayıtdışı kadın çalışmaktadır. Bu 100 bin kayıtdışı çalışan kadından 40 bini geneleve girmek için başvuruda bulunmuş vaziyette. Fakat, ’Karaköy genelevi tarihi ve eski bir mekandadır, tek kapısı vardır. Yangın çıkarsa, deprem olursa biz bu kadınları kurtaramayacağız. Rakamların artmasını istemiyoruz’ gibi bir gerekçeyle sizi reddediyorlar. Siz bu ret cevabını alıp, İdari Mahkeme’ye gidiyorsunuz, devletinize dava açıyorsunuz" diye konuştu.

Kılıç, Karaköy’deki genelevlerde 125 civarında kadın bulunduğunu belirterek, "Devletimiz, genelevler kapandığı zaman fuhuşun biteceğine inanıyor. Ancak, bu büyük bir ilizyon, böyle bir şey yok. Buralar kapandığında, burada çalışan kadınlar daha fazla yeraltında, daha da karanlık sokaklarda, daha da korunmasız ortamlarda bu mesleği yapmak zorunda kalacaklar. Kadın cinayetleri zaten artmış vaziyette, daha da artacak" dedi.
(DHA)

Tuesday, January 1, 2013

amerikanın gerçek sahipleri: siular



Siular Kuzey Amerika'da önceleri Superior Gölü çevresinde yaşayan büyük Kızılderili kabilesidir. 

Avrupalı sömürgecilerle yaptıkları savaşlar sonucunda yenildiler ve Minnesota ile Dakota'ya sürüldüler. 

19. yüzyıl ortalarında toplama kamplarına yerleştirildiler. 1876 yılında ayaklanarak bağımsızlık ve özgürlük savaşını yeniden başlattılar. Liderleri Oturan Boğa öldürüldü. 1890 yılında da ABD güçlerinin düzenlediği büyük bir katliamla direnişleri kırıldı. 

Siular kendilere siu demez onun yerine "Dakota", "Lakota" veya "Nakota" derler. 

İşte Amerika'nın gerçek sahipleri Siuların yaşamlarına ait fotoğraflar. Fotoğrafları çeken ise ABD'li fotoğrafçı Edward S. Curtis.. . 
amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 0

Siu Savaşcıları bir aradalar.Siular 1876 senesinde General Custer'ı yenilgiye uğratmışlardı.


amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 1

Siu şefleri


amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 2

Siuların savaş hazırlığından bir görüntü


amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 3

Siular dua edip şarkı söylüyorlar. Siular animist bir inanca sahiptiler.


amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 4

Siu bir bakire kız kıyafeti


amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 5

Siu genç kız


amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 6

Siu ve barış çubuğu


amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 7

Siu çocuğu


amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 8

Savaş başlığı ile bir Siu


amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 9

Siu kampından bir görüntü


amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 10

Bir başka görüntü


amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 11


amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 12

Dua eden bir siu


amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 13


amerikanın gerçek sahipleri: siular Resim 14