Friday, June 27, 2014

163 aile başvurdu, 600 - 700 arası Türk IŞİD militanı olduğu tahmin ediliyor

Suriye’de IŞİD saflarında savaşan 3 Türk çatışmalarda hayatını kaybetti

- A +
Türk istihbarat birimlerinin son değerlendirme raporlarına göre, IŞİD mensubu 600-700 Türk olduğu tahmin ediliyor. Türkiye'de IŞİD'e katılan 163 kişi için aileler kayıp başvurusunda bulundu. Sınır kapılarındaki güvenlik birimleri uyarıldı.
Suriye’ye geçerek Irak Şam İslam Devleti’ne (IŞİD) katılan 163 kişi için aileleri, polis ve güvenlik birimlerine giderek kayıp başvurusunda bulundu. Yapılan incelemelerde kayıp başvurusu yapılan kişilerin Suriye’ye geçiş yaptıkları ve IŞİD kamplarında eğitim gördükten sonra iç savaşa katıldıkları belirlendi.
Hürriyet gazetesinden Fevzi Kızılkoyun’un haberine göre, Suriye’de IŞİD saflarında savaşan 3 Türk çatışmalarda hayatını kaybetti. Çatışmalarda yaralanan 4 Türk ise kaldırıldıkları hastanelerde yaşamını yitirdi. Suriye’deki çatışmalarda yaralan 6 Türk vatandaşının, Türkiye’deki hastanelerde tedavi altına olduğu belirtildi.

Sınır kapılarına uyarı

IŞİD’in Türkiye sınırının sıfır noktasındaki Atmeh Bölgesi’nde iki silahlı eğitim kampı kurması Türkiye’ye yönelik saldırı riskini de beraberinde getirdi. Türkiye üzerinden IŞİD’e katılanların ilk durağı bu kamplar olurken, kampanlardaki sorumluların çoğunun da Türklerden oluştuğu kaydedildi. Sınırda oluşan IŞİD tehditi üzerine sınırdaki güvenlik birimleri uyarıldı. Uyarı yazısında, Türkiye sınırındaki kontrolsüz insan trafiğinin sınır güvenliğinde riskler oluşturduğuna dikkat çekilerek, gerekli ek önlemlerin alınmasını istendi.

Thursday, June 26, 2014

Ölü çocuklar ve kemikler

Yıldırım TÜRKER

Çocuklarını, gençlerini bir bir yiyen Cumhuriyet, kim bilir kaçıncı sarsıntısını yaşıyor. Bu depremden hangimizin sağ çıkacağı henüz belli değil. Kirli tapelerden sinsi mezarcıların sesleriyle tanışıyoruz bir süredir. Fütursuzca canımızı, ekmeğimizi paylaşırken kimi aceleye getirilmiş televizyon dizilerinin kötü adamları gibi kaba saba, imlasız bir dille vatan diyegeldiklerinin ne menem bir cehennem olduğunu anlatıyorlar. Nefret kusan, küfürlü bir dille.
Demokratlığı külfetsiz bir meslek olarak benimsemiş olanlar, devlet çöktü diye dizlerini dövüyor. Çalışmayan, kilitlenmiş, kendi içinde birbiriyle hesaplaşan bir devlet harabesi karşısında hayıflananlar, yargının güvenilmezliğini kabul etmek için bugünleri beklermiş. Muktedirin dişlerini boğazında hissetmek, ellerini ceplerinde yakalamak için. Riyakarlığın, görmezden gelip yok saymanın, velhasılı orta sınıf mensubu iyi vatandaş olmanın göstergelerinden biri, durmadan şaşkınlık taklidi yaparak dizlerini dövmek değil mi zaten?

Onlara kötü bir haberimiz var. Bildiğinizi biliyoruz.

Kapınızın önünde düştüğü için görmezden gelemediğiniz ölü çocuklar, on yıllardır ‘bir karışını vermem’ diye diye dev bir kimsesizler mezarlığına çevrilmesine göz yumduğunuz memleketin her karışından fışkıran ergen ölülerinin peşinden gittiler.

Berkin, Uğur’la buluştu geçen gün. Ceylan’la buluştu. Daha yüzlercesiyle, binlercesiyle buluştu. Çoban Abdurrahman’la buluştu.  Abdurrahman Coşkun’un kemikleri, iki gün önce defnedildi.

Abdurrahman, Mardin’in Dargeçit ilçesindendi. Bir yandan çobanlık yapıyor, bir yandan okuyordu. Ailesi, o toprakların binlerce ailesi gibi koruculuğa zorlanıyordu. Direniyorlardı ama.

Bedelini ağır ödediler. Abdurrahman’ın babası, bütün köyün gözleri önünde askerler tarafından işkenceyle öldürüldü.

Aynı yıl, 1993’de, bir grup asker Abdurrahman ve iki arkadaşını bir mağaraya götürdü. “Gidin içine bir bakın, ne var orda”dediler. Önceden döşenmiş mayından habersiz içeri giren üç çocuktan ikisi mayının patlaması sonucu yaşamını yitirdi, Abdurrahman ise bir gözünü kaybetti. Vücudunun birçok yeri parçalanan Abdurrahman, 4 ay hastanede tedavi gördü.

İki yıl sonra, 29.10.1995 tarihinde gece saat 03.00 sıralarında askerler evlerine baskın düzenledi. Abdurrahman’ı gözaltına aldılar. Anne Hediye Çoşkun “oğlumu götürmeyin” diye yalvardı. Karnına tekmeler yedi. Yediği tekmeler nedeniyle uzun bir süre yataktan kalkamadı. Bu arada aynı köyden 6 kişi daha gözaltına alınmıştı. Ertesi gün aile, Dargeçit savcılığına ve askeri tabura Abdurrahman’ı sordu. “Abdurrahman bizde” dediler. İkinci gün ailesi hem savcıya, hem de taburdakilere Abdurrahman’ı tekrar sordu. “5 kişiyi bıraktık, iki öğrenciyi de Mardin’e gönderdik” dediler. 9 gün boyunca hep aynı cevabı alan aile, Abdurrahman’ın hayatından iyice endişe etmeye başladı. Mardin’e gidip savcılığa tekrar Abdurrahman’ı sordular. Savcı, “Sizin Dargeçit’te savcınız var, niye buraya geliyorsunuz” diye tersledi. Döndüklerinde Dargeçit savcısı bu kez, “Bana kâğıt geldi, sizinkileri serbest bırakmışlar” dedi. Başvurular hep sonuçsuz kaldı. Abdurrahman Coşkun’dan bir daha haber alınamadı.  Abdurrahman 19 yaşında mayınla yaralanmış, 21 yaşında da kayıp edilmişti.

Yıllar sonra anası Hediye Coşkun, Cumartesi Anneleri’nin Dolmabahçe’deki görüşmesinde Başbakan Erdoğan’a,”Sen başbakansın, istersen çocuklarımızı bulabilirsin, çocuklarımızı bul bize” dedi. Başbakan Erdoğan Hediye Çoşkun’un oğlunun bulunması için hiçbir girişimde bulunmadı ama bu görüşmeden sonra†oğlunun faillerinden biri olan Bodrum Gümüşlük Belediye Başkanı Emekli Albay Mehmet Tire’yi partisine transfer etti, bu seçimlerde de yeniden aday gösterdi.

Abdurrahman’ın katillerinden biri, uzun zamandır Gümüşlük’de yerli yabancı turistleri ağırlıyor. İ.H.D’nin ısrarlı takibinin sonunda, Dargeçit’te gözaltına alınan Abdurrahman’ın kemiklerine Kızıltepe / Tilzerin Köyü’ndeki bir kuyuda ulaşıldı. Üstünde bir asker üniforması vardı.  Anacığı Abdurrahman’ın kemiklerini okşadı, gömülmeden önce. Nusaybin’de binlerce kişi, seslerinin Kürdistan’ın dışına ulaşamayacağını bilerek sessiz bir törenle uğurladı Abdurrahman’ı.

 

Wednesday, June 25, 2014

Hastane kuyruğunda bir devlet başkanı

25 Haziran 2014 Çarşamba 15:51 | DHA

Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica, rahatsızlanınca hiç kimseye haber vermeden sade bir vatandaş gibi numara alarak muayene sırasına girdi

Hastane kuyruğunda bir devlet başkanı Özel bir hastaneye gitme yerine devlet hastanesini seçen devlet başkanı Jose Mujica fotoğrafının çekildiğinden haberdar olmadan sırasını beklemesi sosyal medyada en fazla paylaşılan fotoğraf oldu. Uruguaylılar başkanları ile gurur duyduklarını belirterek, "Kimi devlet başkanları özel hastaneler açarak reklam yapar, kimileri ise bizim başkanımız gibi kimseye haber vermeden hastaneye gider" sözlerini paylaştı.

Tuesday, June 24, 2014

Zirve Yayınevi katliamı davasında 4 sanık daha serbest

Malatya 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen Zirve Yayınevi katliamı davasında tutuklu yargılananlardan 3′ü muvazzaf 4 sanık, mahkemenin “denetimli serbestlik” ara kararıyla serbest bırakıldı
Malatya’da 18 Nisan 2007 tarihinde Alman Tilman Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel’in öldürüldüğü Zirve Yayınevi katliamı davasının 94′ncü duruşması Malatya 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü.
Duruşmada tutuklu sanıkların tahliye talebini değerlendiren mahkemeye heyeti, verdiği ara kararda tutuklu astsubaylar Abdullah Atılgan ve Murat Göktürk, Uzman Çavuş Mehmet Çolak ile Levent Ercan Gelegen’i “denetimli serbestlik” kararıyla tahliye etti.
Diğer sanıklar Malatya eski İl jandarma komutanı Emekli Albay Mehmet Ülger ile Binbaşı Haydar Yeşil, öğretim görevlisi Ruhi Abat ve Varol Bülent Aral’ın ise tutukluluk hallerinin devamına karar verildi.
Mahkeme ayrıca geçtiğimiz günlerde elektronik kelepçe ile ev hapsini ihlal ettiği belirtilen cinayetin ilk sanıkları için ise ev hapislerinin devamına karar verdi.
Zirve Yayınevi katliamının esas sanıkları olan Emre Günaydın, Abuzer Yıldırım, Cuma Özdemir, Hamit Çeker ve Salih Gürler, 5 yıllık tutukluluk süreleri göz önünde bulunularak 7 Mart 2014′te tahliye edilmişti.

Monday, June 23, 2014

Aleviliğin Müstehcenliği


Sema Aslan

“On dört yaşında bir çocuk Alevi olabilir mi?” Ahmet Hakan, canlı yayında, Gezi eylemleri sırasında öldürülenlerin tamamının Alevi oluşundan bahisle, muhtemelen bir söz söyleyecek, cinayetlerle tarihsel/toplumsal bir gerçekliği birbirine bağlayacak olan Orhan Kemal Cengiz’e bu soruyu sordu; sorduğu soruyu çok beğenerek Berkin Elvan’ın sadece çocuk ve insan olduğuna peş peşe vurgu yaptı. Sonra hepimiz, herkes utandı. Kutuplaştırmayalım. Konuyu hiç oralara taşımayalım. Ne demek Alevi? On dört yaşında bir çocuk Alevi olabilir mi?

Olur. Pek güzel olur.

Berkin Elvan’ın ölümü, bir kez daha çocuk ölümlerini hatırlattı çoğumuza, değil mi? Twitter’da Uğur Kaymaz, Ceylan Önkol ve Gezi’de kaybedilen çocuk / gençler anıldı. Ben de andım. Sevinç Altan’ın “Bölge” sergisinden bir resimle Ceylan Önkol’u ve ressamın çalışmasını andım. “Bölge” üzerine Sevinç Altan’la Amargi Feminist Dergi’ye bir söyleşi yapmak üzere buluştuğumuzda, bir harita göstermişti Altan –sanatçılar, akademisyenler, çocukların öldürülmesine karşı duranlar bir çalışma yürütüyordu o sıra; 1989-2012 tarihleri arasında öldürülen çocuklarla ilgili bir çalışma. Türkiye haritasının üzerinde, birbirini ezercesine yoğun kırmızı noktalar, bir bölgede toplanmış, bir bölgeye mıhlanmıştı. Bölge dışında ölmüş tek bir çocuk vardı. Bu resim, bir şey söyler. Tıpkı, Gezi’de öldürülenlerin tamamının Alevi olmasının bir şey söylemesi gibi. Ne söyler, söylediği şeyle biz ne yaparız, bu yazının meselesi değil. Bu yazının meselesi: Bir çocuktan Alevi olur mu, olmaz mı? Ölen bir çocuğun Alevi olduğunun vurgulanması neden ayıp kaçar? Gezi’de öldürülen tüm çocukların Alevi olduğunun söylenmesi bizi neden kutuplaştırır? Hem, bizzat güvenlik birimleri dememiş miydi Gezi eylemlerine katılanların yüzde 78’i Alevi’dir diye?

Sonra, ben niye utanıyorum Ahmet Hakan’ın çıkışından? Berkin’in çocukluğunu ve insanlığını unutmuş olabilir miyim? Alevi olduğunu neredeyse ilkokulu bitirecekken öğrenen, sonrasındaki  ilk birkaç yılı Aleviliğini gizlemek zorunda kalarak geçiren, üniversite yıllarında Okmeydanı’nda yaşayan ve incinmeleri yarıştırmaya hiç lüzum yok –kendini kendi hikâyesi üzerinden biriktiren biri olarak, ben, Berkin’in çocuk ve insan oluşunu unutmuş olabilir miyim?

Aleviyim, ve çok iyi biliyorum, bir çocuktan Alevi olur. Okmeydanı Alevi’si  olur, Gazi mahallesi Alevi’si olur, Cevizli Alevi’si olur –içinden iyi kötü geçtiğim, bildiğim bu yerler dışında başka birçok yoksul mahallenin Alevi’si olur. Biz Gazi’ye gittiğimizde yer gök Alevi’ydi. Çocukluğumun Kartal Cevizli Mahallesi Alevi’ydi; yetmez, Yalova’dan feribotla Alevi taşınırdı mahalleye. Okmeydanı Dersim, Sivas, Erzincan Alevi’siyle kaynıyordu, hâlâ öyle. Bu mahallelere girdiğinizde, kafasına gaz fişeği atacağınız her çocuk Alevi olur. Annesi babası, soyu sopu Alevi değilse bile, tam da o gün, tam da orada kafasına gaz fişeği yediği için, yine Alevi olur.

Yazı boyunca kaç kez Alevi kelimesi geçti, kaç kez daha geçecek, ben Aleviliğin “müstehcenliği” konusuna, bu kadar çok Alevi demişken nasıl varacağım, bilmiyorum. Müstehcenlik, yazının ikinci sorusuyla ilgili: Ölen çocuğun Alevi oluşunun vurgulanması neden ayıp kaçıyor? En zor soru bu. Psikanalistler, sosyologlar, siyaset bilimciler, sanatçılar yardım eder umuduyla kitaplığıma bakmayı düşündüm önce; belki “müstehcenlik” üzerinden, kelimelerle uzak yakın eğleşmek yol açar diye…  Vazgeçtim. Şuradan devam edebilirim belki: Kızımı Cemevi’ne götürmedim hiç çünkü Cem’in içinde olmadıkça, Cem, 500A ile senede bir gidilen bir dergâhta, belirli gün ve saatlerde izlenmesi / dinlenmesi gereken bir şeye dönüşünce, ancak turistik bir ilgi ve entelektüel bir yaklaşıma mahkûm edilmiş oluyor. Cenazelerimiz bile ancak son birkaç yıldır Cemevleri’nden kalkıyor. Beni Cem’imden ve dilimden ayıran devlet, Alevi’nin Aleviliğiyle ilişkisindeki en temel bağın siyaset (Cem) ve kültür (dil) olduğunu biliyordu. Bunun neticesinde, ben, marjinal falan değil, basbayağı münasebetsiz kaldım Aleviliğimle ortalıkta. Politik bir tavır olarak Kürt, Ermeni, ibne olduk, oluyoruz. Son birkaç gündür fark ettim ki, politik bir tavır olarak bile Alevi olamıyoruz –sözüm başkalarına değil, kendime, ben bile olamıyorum sanki! Alevi, Aleviyim derken her defasında, hep, kendimi müstehcen bir laf etmiş gibi buluyorum; huzuru kaçıran, münasebetsiz bir şey yapmış olan, eyyh! konuyu yine buraya getiren…

Arkamızdaki siyaseti çekip aldılar, bizi arkasız bıraktılar! Hepimizi insanlıkta ve Ali’yi sevmekte, sözüm ona, eşitlediler. Acısı hududuna varmış kişinin karşısında had bilmek, yeterince büyük bir erdemdir oysa. Bir de “aynı kitaba, aynı peygambere, aynı Allah’a inanıyoruz ne de olsa” dediler, -Allah’larımızı yarıştırmaya hiç lüzum yok –gördüğü her insana “Allah belki de onun içindedir” diye yaklaşan biri olarak, anladım, bizim Allah’larımız farklı. Bence siz, Allah’larımızın aynı olmadığını seziyorsunuz ve bizi tam da bu yüzden müstehcenleştiriyorsunuz.

Berkin’in ölümü Gazi Mahallesi’ndeki ölümlerin yıldönümüne denk geldi; sadece Gazi’yi gündeme getirmek için öldü tam da o gün Berkin. Demek, hatırlamaya niyet yoktu. Gizlenmesi, unutulması gerekeni hatırlattığı için, Berkin Alevi olmamalı zaten. Sadece çocuk olmalı ve biz sadece “bir çocuk öldü” demeliyiz ve böylelikle kutuplaşmamanın çağrısını yapmalıyız.

Toplumsal reflekslerimizi yarıştırmaya hiç lüzum yok –kendi kendime, edep, ar, hayâ özüyle izaha çalıştığım sessizliğimizle biz daha ne yapalım, bilmiyorum. 1937’den bu yana öldürülüyoruz, yakılıyoruz, sürülüyoruz, fişleniyoruz ve artık müstehcenleştiriliyoruz.

Benim durduğum kutup, burası. Münasebetsiz bir yer.

* Birikim

Karanlık bir dünyanın dehlizlerinde

 


Sedat YILMAZ

Madenci öldükten sonra kadın ne oluyor? Devlet, bürokrasi, sendika ve ataerkil toplum olarak üstünü örttüğümüz en önemli sorun bu. Sonunda söylemem gerekeni ilk başta söylemeden yapamayacağım: Madenci öldükten sonra kadın bir köle olarak yaşam boyu ölüyor!


Madenci ölürse kadın da gömülür

Kömür ocaklarını kazıya kazıya geldik dizinin sonuna... Sanırım işin en acı, en trajik, en korkunç tarafı da burası: Madenci öldükten sonra kadın ne oluyor? Devlet, bürokrasi, sendika ve ataerkil toplum olarak üstünü örttüğümüz en önemli sorun bu. Sonunda söylemem gerekeni ilk başta söylemeden yapamayacağım: Madenci öldükten sonra kadın bir köle olarak yaşam boyu ölüyor!

Türkiye işçi sınıfının hafızasında önemli yer edinmiş olan Zonguldak 1990-91 büyük madenci yürüyüşün en ön saflarında yer almış Sevinç Karakuş ile kadın sorununu konuştuk. O dönem Zonguldak TTK Genel Müdürlükte Teknik Ressam olarak çalışan ve bir dönem Genel Maden İşçileri Sendikası Merkez Şube Başkan Yardımcısı görevinde bulunan Karakuş, kadın üzerindeki sömürünün tüm ayrıntılarını anlattı.

Kimse kadını görmüyor

Madencinin ölümü sonrası kadının durumu nedir diye soruyorum Karakuş’a, “Kozlu ve Armutçuk grizu patlamasında sendika olarak köy köy kadınları ziyaret ettik. Kadınlar perişan, çünkü erkekleri yok, kayınpederleri var. Kırsal bölgede erkek ne demişse kadın onu yapmış. Kadının gördüğü tek şey annesi, babası ve kocası. Başka bir şey görmemiş. Bütün köydeki kadınlar aynı. Kayınpederi geliyor, kayınbiraderi geliyor ve kadının kocası gibi davranıyor. Artık annesinin evine bile onlardan izin almadan gidemez” diye söze başlıyor.

O evi terk edemez

Kadının artık bir köle muamelesi gördüğünün altını çizen Karakuş, şöyle devam ediyor: “Bütün mesele maddi gelirle bağlantılıdır. İstisnalar kaideyi bozmaz ama ‘ben bu kadını koruyayım, başına bir iş gelmesin, torunlarıma sahip çıkayım’ isteği çok azdır. Büyük kısmı parasal durumun dışarıya akmamasından kaynaklı. Kadını o evden dışarı çıkartmıyor. O paradan evdeki herkesin faydalanması adına yapılır tüm bunlar.”

Ev içi nikahlandırma

Karakuş, dehşet verici örnekler veriyor: “Çoğu kadın ev içinde imam nikahıyla nikahlandırılıyor. Genelde evli olan kayını ile imam nikahı ile evlendirilir. Kocası öleli bir sene olan kadının 6 aylık hamile olduğunu gördüm. Başkasıyla evlenme şansı var mı? Bir bakıyorsunuz kayın giriyor içeri ‘Sen kimden izin aldın da toplantıya geldin’ diyor.  Kadına haklarını nasıl koruması gerektiğini öğretiyoruz ama onlar kadını kendisine karşı örgütlediğimizi sanıyor. Bundan korkuyor. Bunu hükümet de, işverende çok iyi biliyor. Soma’da ölen 300 madencinin kadını sokağa çıksa o Soma’yı ne yaparlar biliyor musun? Ama ne oluyor? Hemen o gün geliyorlar, ‘al sana şu kadar para’ diyorlar. Kayınpederini, kayınbiraderini, kardeşlerini çağırıyor, ‘Siz akılı olun, sana da iş imkanı sunuyorum’ diyerek hallediyorlar. Bu gelenekselleşmiş bir haldir. İnsanlar ekonomik gücün altında o kadar eziliyor ki kendi kişisel haklarını bile yok sayabiliyor.”

Bir çeşit gasp

Kadına el konulduğunu, bir çeşit gasp yapıldığını vurgulayan Karakuş, “Kadın sesini çıkaramıyor. Elinden imzalı vekalet alıyorlar, kendi işlerini kendileri görüyor. Kadın ne aldığını da belki bilmiyor. Evine kayınpederi ya da babası getiriyor...” diyor. Kadın üzerindeki şiddet ve baskının sadece kaba dayak olmadığını da dile getiren Karakuş, devamla şunları söylüyor: “Gözükmeyebilir ama şiddetin en kötüsü uygulanıyor. Psikolojik şiddet, darbe kadar kötü bir şey. Görünürde bir şey yok, hiçbir şeyi de ispatlayamıyorsunuz. Kadın sadece madencinin karısı olarak haksızlık yaşamıyor. Eğitimli olan kadın da bile var. Korku var; kimse ön plana çıkmak istemiyor.”

‘Soyadımı taşıyorsun’

Ataerkil hegemonyanın kadın üzerinde ustaca kullanıldığını da anlatan Karakuş, baskının çok yönlü olduğunu söylüyor: “‘Senin kocan yok, sen bizim soyadımızı taşıyorsun. Soyadımıza göre davranacaksın. Evin dışına çıkmayacaksın. Nereye gidersen bileceğiz’ şeklinde baskı uzayıp gidiyor. Madencinin eşi kadar talihsiz bir eş yok. Kocası sağken sabah helallik alıp işe gidiyor, akşam gelene kadar korkuyla yaşıyor, yaşam zaten stres. Koca ölüyor acısını yaşamadan daha ağır şiddetle,baskıyla karşılaşıyor. Evleniyor, stresle yaşıyor, adam ölüyor daha büyük stresle yaşamaya devam ediyor. Hayattan ümit kesiyorlar, umutları yok. Bir de kız çocukları olan kadınları düşünün. Erkek olursa o da amcası gibi davranacak. Bu anlamda kız tarafı da erkek tarafı da aynı oluyor. Çünkü her iki taraf da madenci ve çoğu hısımdır zaten. Bu baskı üst üste geldiğinde yer yer intihar vakalarına da dönüşüyor. Çoğu zaten psikolojik tedavi görüyor. Depresyon hapı kullanıyor. O haplara bağlı yaşıyor. Hastane listelerine bakılsa çoğu madenci eşleri hiç gitmemişse en az 10- 15 defa gidip o ilacı kullanmıştır. Ömür boyu kullanmaya devam edecektir. Bazıları da bu desteği bile alma şansına sahip değil; çünkü ‘o delirdi, kafası durdu, unutkanlık var, şaşırıyor’ diye kitabına uydururlar. Kadınlar için kitabına uydurma daha kolay.”

Elbirliğiyle üstü örtülüyor

Çocuklu kadınların babaları tarafından eve dönüşü kabul edilmediği için de kocasının evinde kalmak zorunda kaldığını da aktaran Karakuş, sözlerini şöyle sonlandırdı: “Çocuk yüzünden de esir olan çok kadın var. Böyle olduğu için de dayak da yiyor, şidde de görüyor. Devlet, toplum, sendikalar hepsi kadın konusunun da üstü örtülü anlaşmaya varıyor. Çocuğu olmayan kadın daha fazla isyan edebiliyor.” diyor. Kadının çalışmalara, sendikalara katılmasını erkeklerin de hükümetin de istemediğini hatırlatan Karakuş, “Meclis’in yarısı kadın olsaydı, böyle mi olurdu? 1990-91 grevinin başarısı kadınlarındır. Kadın istesin dünyayı yıkar. Burada ‘dul’ kadın işi daha zor. Sokağa çıkamaz, nereye gidiyor diye konuşur dururlar. Kadının gözünü kapatıyorlar. Yeniden evlenen kadın sayısı çok çok azdır.”

Soma’da başladı bile!

Aynı konuyu Soma’da da araştırdım. Ankara’dan görevli gelen sosyal politikalar uzmanı memurun anlattıkları çok farklı değil: “Aile içi şiddet, daha net söylemek gerekiyorsa erkek şiddetidir. Her gün bu konuda telefonlar alıyoruz. Şikayetler geliyor bize. Madende travmaya uğrayan, işten kaynaklı stres oranı artan erkek doğru yollardan boşaltmadığı enerjisini kadın ve çocuk üzerinden boşaltıyor. Fiziksel şiddet yükseliyor ancak en az onun kadar önemli olan duygusal şiddet var. Özelikle çocuklarda büyük iz bırakıyor.” Telefonla kendilerine gelen şikayetleri de sıralayan memur, “Eşini dövme, sürekli bağırma, çocuğu azarlama... Baş edemediği bir hissiyat var ve şiddetle baş etmeye çalışıyor. Tamamen ataerkil bir baskınlığı var” diyor.

En ötekisi kadın

Toplumun içinde en ötekileştirilmiş kesimin kadın olduğunun altını çizen görevli, gelen şikayetleri sıraladı: “Kadın zaten eş kaybı yaşıyor. Sosyal bir boşluk doğuyor. İkincisi maddi kayıp. Eve gelir getiren kişiyi kaybediyorsunuz. Aldığımız telefon ve yaptığımız görüşmelerde, kayınpeder ya da eşin ailesi tarafından ‘sen çok gençsin üç gün sonra ne yapacağını bilemeyiz, o yüzden bu parayı biz alalım’ baskısı yapıyor. İkincisi kadını evden göndermeye çalışıyor, hukuki bir tarafı olup olmadığı bir kenara ama boş kağıt imzalatmaya çalışıyor. Bütün yolları deniyor. Ailesinin yanına dönmek isteyen kadınlar var, izin verilmiyor. Nedeni ise henüz paylaşılmayan para tartışması. Bu parayı halletmedikçe bu konuyu tartıştırmıyor. Çocukların vekaletiyle ilgili şikayetler gelmeye başladı. Tüm bunlar işin başka bir sosyal patlama noktası. İleride başka sosyal sorunlar olarak karşımıza çıkacak.”

Parayla susturuluyor

İktidar cephesindeki gelişmelere de dikkat çeken görevli personel: “Soma özelinde kamunun raporlarını okuyun, o kadar çok kaynak ayırmışlar ki. Ama doğru kanalize edilmiyor. Doğru yönlendirme yapılmıyor. Herkese baroyu gösteriyor. Hediye götürür, cenaze parası ödüyor. Hep maddi hizmetleri yığdırıyor, krizi günlük çözüyor. Kadın ve sivil örgütlerin bu tarafa daha fazla önem göstermesi gerekiyor. İşin aslı hükümet bu işi para yağdırarak, toplumu susturma yöntemine başvuruyor.” diye konuştu.


Kayınpederin tacizine uğradı!

Kadınların yaşamış olduğu sömürü ve baskı örneklerinden bir tanesine, Türkiye sıradan bir taciz olayı olarak baktı. Tekil gibi gözüken bu olay aslında çok yaygın ama konuşulması tabu olarak görülüyor. Zonguldak’ta 17 Mayıs 2010’da meydana gelen grizu faciasında oğlu 32 yaşındaki Kadir Ö’nün ölmesi ardından gelini 24 yaşındaki F.Ö’ye cinsel istismarda bulunan ve 10 yıl hapis istemiyle dava açılan 66 yaşındaki Muhittin Ö’ün yargılaması rutin bir dava olarak geçiştirildi. 2 çocuk annesi F.Ö, Mahkeme Başkanı Hakim Gökçe Yıldız’ın, “Şikayetçi misin?” sorusuna oturdukları evin 2’nci katını kendisine vermesi halinde kayınpederinden şikayetçi olmayacağını söyledi. Hakim Gökçe Yıldız, olay nedeniyle kadının ruh ve beden sağlığının bozulduğuna yönelik Çaycuma Devlet Hastanesi’nin raporunu okuması ardından F.Ö. tepki göstermiş; eşi öldükten sonra kayınpederinin kendisine “bana kaldın” dediğini açıklamıştı. F.Ö, kayınpederinin kendisini maddi olarak da mağdur ettiğini, çeşitli kurum ve kuruluşlardan verilen 5 bin liraya “size ben bakıyorum” diyerek el koyduğunu da söylüyor.

BİTTİ

Sunday, June 22, 2014

Destan dağlarda!


HABER MERKEZİ
Güncellenme : 21.06.2014 02:40
AKP’nin dağa çıkan gençler ve anneleri üzerine yürüttüğü psikolojik savaş, hakikat duvarına çarptı. Sadece Kürt gençleri değil Türk gençleri de baskıya karşı yönünü dağlara çeviriyor. Ayşe Deniz Karacagil de bu gençlerden biri...

Kamuoyu O’nu Gezi Direnişi’nin ‘Kırmızı fularlı kız’ı olarak tanıdı. Tutuklandı. 98 yıl hapisle yargılandı. Baskıya karşı çıkan Deniz artık bir gerilla ve adı Destan Yörük. Anne ve baba ise, ‘Kızımızın verdiği kararın arkasındayız’ diyerek tüm ailelere örnek oldu

GEZİ’NİN SİMGESİYDİ    
AKP “Çocuklar dağa kaçırılıyor” yalanına sarıladursun, hakikat ortaya çıkmaya devam ediyor. Gezi Direnişi’nin simgelerinden olan ‘Kırmızı fularlı kız’, gerillaya katıldı. Destan Yörük, “Halklar arası örülen duvara karşı özgürlük dağlarındayım” dedi.
GURUR DUYUYORUZ   
Anne Nuray Erçağan ve baba Ömer Faruk Karacagil de kızları gibi özgür ruhlu. Anne Nuray, “Türkiye benim evladımı kaybetti. Kızımın verdiği kararın arkasındayım” diyerek tüm annelere örnek oldu. Baba da “Kızım bizim yolumuzdan yürüdü. Doğru seçim yaptı” dedi.
 
 
Gezi ruhuyla özgürlük dağlarına
Antalya’da Gezi direnişine katılmasının yanı sıra Ahmet Atakan’ın ölümü, 12 Eylül darbesinin yıldönümü ve ODTÜ protestolarında yer aldığı gerekçesiyle tutuklanan ve kırmızı fuları delil olarak gösterildiği için kamuoyunda “kırmızı fularlı kız” olarak tanınan 20 yaşındaki Ayşe Deniz Karacagil, PKK’ye katıldı. Özgür Politika Gazetesi’nin haberine göre, mücadelesinde PKK saflarında devam etme kararı alan Karacagil, “Destan Yörük” ismini aldı. Antalya’da Gezi direnişi başta olmak üzere protesto gösterilerine katıldığı gerekçesiyle 2 Ekim 2013’te tutuklanan Ayşe Deniz Karacagil, 4 ay 6 günlük hapis hayatının ardından tutuksuz yargılanmaya başlandı. Karacagil, tahliyesi sonrası verilen 98 yıl hapis cezası üzerine yüzünü dağlara döndü.

Özgürlük sanatçısıyım
İddiaları doğrulayan ve kızıyla en son 21 Mayıs’ta görüştüğünü belirten Karacagil’in annesi Nuray Erçağan, “Doğum günümde beni arayarak ‘Anneciğim seni çok seviyorum, ben özgürlük sanatçısıyım. Üzülme’ dedi. Sanki bana veda eder gibiydi. O görüşmeden sonra bir şeyler hissettim ama doğrusunu yanlışını yargılayacak kişi ben değilim. Herkes kendisine bir yol çizer benim kızımda yolunu çizdi, sonuçlarına da hazır” diye konuştu.

Kızımın arkasındayım
Karacagil’in, çocukluğundan bu yana eylemlere katılarak özgürlük ve adalet için mücadele ettiğini belirten anne Erçağan, “Çocuklarımız bu yolda hayatlarını kaybediyor. Türkiye benim evladımı kaybetti. İnsanlar artık adaletin kalmadığı bu ülkede kendi adaletini kendileri yaratmak istiyor. Kızımın hayatından, yaşayacağı zorluklardan kuşku duysam da Ali İsmail Korkmaz’ın sadece yürüyüş hakkını kullandığı için devlet eliyle öldürüldüğü bir ülkede Deniz her nerede olursa olsun onun için korkarım. Deniz hangi kararı vermiş olursa olsun kızımın arkasındayım” dedi.
 

‘Bizim yolumuzda devam etti’

Antalya’da Almanca rehberliği yapan 55 yaşındaki baba Ömer Faruk Karacagil de özgürlük ve hak mücadelesine uzak bir aile olmadıklarını belirterek, “Kızım hep parasız eğitim, parasız sağlık, çevre ve doğanın talanına karşı, kentsel dönüşüme karşı her alanda demokratik yollarla haklarını talep etmiştir. Mücadelesini hep sokaklarda yürütmüştür. Biz ona inanıyoruz zaten. Hakların sokaklardan alınacağına inanıyoruz, kızım da öyle yaptı. Böyle bir şeyin olacağını tabi ki seziyorduk” dedi. Karacagil, “Orada da PKK’lı 13 kadın arkadaşla tanışmışlar. Kendisi mecburen orada o güzel insanları tanımış. Benimsemiş herhalde düşüncelerini. Bize açmadı ama benimsemiş olmalı ki böyle bir şey yaşandı” diye konuştu. Kendilerinin de devrimci mücadeleden geldiklerini belirten baba Karacagil, “Kızım da bizim yolumuzdan devam etti. Doğru şeyler yaptığına inanıyorum. Halkın hakları mücadelesinde yer almıştır. Halkların kardeşliğine inanmaktadır” dedi.

Bulutların rengi maviye dönmeli

Karacagil, 4 ay 6 gün süren tutsaklığı sonrası çıktığı mahkeme heyeti karşısında, “Türkiye halklarının üzerindeki bulutların rengi, maviye dönmelidir artık. Dışarıda demokrasi diyenler içeride gençleri katletti. Hukukun görmediği her şeyi biz yaşadık ve gördük. Eylem günü uzun sakallı ve takkeli sivil kişiler bize saldırdı. Ancak onların yargılanacaklarını sanmıyorum. Bundan sonra da çocukların uçurtmalarının vurulmasına izin vermeyeceğiz” demişti.

Saturday, June 21, 2014

Mülteci alarmı

    Mülteci alarmı




     

    BM, “20 Haziran Mülteciler Günü” dolayısıyla dün yayımladığı raporda savaş, çatışmalar nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalan, yerinden edilen insan sayısının 2013 yılı itibariyle 51.2 milyona ulaştığını duyurdu. Böylece 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez 50 milyon sınırı aşılmış oldu.

    Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin( BMMYK) dün yayımladığı rapor, mülteci sorunun alarm duruma geldiğini bir kez daha ortaya koydu. Hükümetler, sivil toplum kuruluşları tarafından derlenen ve kuruluşun kendi kayıtlarına dayalı verilere dayanan BMMYK yıllık Küresel Eğilimler Raporu’na göre, 2013’te iç savaşlar, çatışmalar ve şiddet olayları nedeniyle evlerini terk etmek zorunda kalanların sayısı, bir önceki yıla oranla 6 milyon artarak 51,2 milyona yükseldi. Bu sayı, 16.7 milyon mülteciyi, 33.3 milyon yaşadıkları ülke içinde yerinden edilenleri, 1.2 milyon iltica başvurusu yapanı kapsıyor. BM, mülteci sayısının İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en yüksek seviyeye ulaştığını açıkladı.
    AFGANLAR LİSTEDE BİR NUMARA 
    Son rakamlar, ülkesini ve evini terk etmek zorunda kalan kişilerin bir araya gelerek oluşturacakları toplumun, dünyada 26’inci devlet kadar büyüklüğe sahip olduğunu gösteriyor. BMMYK raporuna göre 2013 sonu itibariyle Afganlar halen dünyanın en büyük mülteci grubu, ABD işgali ve Taliban’dan kaçan 2 milyon 556 bini aşkın Afgan mülteci var. 2011 Mart ayında Beşar Esad iktidarına yönelik isyanın başladığı Suriye’de çatışmalar nedeniyle 2.5 milyonu aşkın kişi ülkeyi terk etti, 6.5 milyondan fazla kişi ise ülke içinde göç etti. 1,1 milyon 121 bin Somali, 636 bin Sudan, 499 bin Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve 401 bin Irak vatandaşı da mülteciler listesinde.  Müslümanların katliama uğradığı Myanmar’da Arakan bölgesinde 57 bini aşkın kişi evlerini terk etti. Raporda, Suriye, Orta Afrika ve Güney Sudan’da yaşanan çatışmaların mülteci sayısındaki yükselişe sebep olduğu belirtildi. Bazı mülteci kampları, okulları, hastaneleri ve iş yerleriyle neredeyse kalıcı hale geldi. 
    2013 yılı sonu itibariyle mültecilerin sığındığı ülkeler arasında Pakistan, 1.6 milyon kişi ile birinci sırada, İran 857 bin ile ikinci sırada yer alıyor. Listeye göre Lübnan’da 857 bin kayıtlı, Ürdün’de 641 bin, Türkiye ise 609 bin mülteci var. Lübnan nüfusuna göre en çok mülteci ağırlayan ülke. Ülkedeki 5 kişiden biri mülteci. Gelişmekte olan ülkeler, mültecilerin yüzde 86’sına ev sahipliği yaparken, refah seviyesi yüksek olan ülkeler ise sadece yüzde 14’ünü barındırıyor. Avrupa Birliği’nden 28 ülke sadece 30.500 Suriyeliyi ağırlıyor.

    BMMYK BAŞKANI’NDAN UYARI
    BMMYK, Avrupa Birliği dışında iki büyük güç Çin ve Rusya’nın da mülteciler konusunda hiçbir adım atmadıkları eleştirisinde bulundu.
    Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği Başkanı Antonio Guterrees, İngiliz BBC kanalına yaptığı açıklamada dünya çapında çatışmaların sayısının gün geçtikçe arttığını, eski çatışmaların ise sanki hiç bitmeyecek gibi olmadığını söyledi. Guterrees, “Dünya her geçen gün daha fazla şiddetle doluyor ve daha fazla insan kaçmaya zorlanıyor. İnsani yardım kuruluşlarının bununla baş etmek için kapasitesi ve kaynağı yok. Tüm bu krizler çıkarken Güvenlik Konseyi’nin felç olduğunu görmek, çok da anlaşılır bir şey değil. Beni en çok öfkelendiren şey, insanların acı çekmesi, birçok masum insanın ölümünü görmek, bir sürü suçsuz insanın kaçtığı hayatlarının tamamen paramparça olduğunu görmek ve dünyanın bu saçmalığa bir son veremediğini görmek” dedi.

    Türkiye iltica ülkesi olacak
    Uluslararası Af Örgütü Türkiye Şubesi’nden Volkan Görendağ, mülteciler için Türkiye’nin yakın gelecekte bir geçiş ülkesi olmaktan çıkıp iltica ülkesi olacağını söyledi. Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay, Suriye’deki son durum hakkında önceki gün yaptığı açıklamada, “Şu anda 22 tane kampımız var. Bunların her biri bir şehir gibi. Toplam kamplarımızda ve şehirlerde kalan Suriyeli sığınmacı 1 milyon 50 bin kişidir” demişti.

    Wednesday, June 18, 2014

    İbrahim Aras'ın Elleri

     
    İbrahim’in Elleri
    Evren Barış Yavuz
    Hesabı sorulmamış her ölü, bir diğer ölümü çağırıyor. Ölülerin geçidinde sağ kalanlar, katilin yakasını toplayıp; fiyakasını, tahtını, saltanatını yıkamadıkça hem ölülerin yükünü hem de öldürülmenin ihtimalini taşıyorlar.
    Ölülerin anıldığı, ölümlerin lanetlendiği yerde yine biri ölüyor. Sonra onun töreninde biri ağır yaralanıyor. Sonra yaralı olana omuz veren eylemde yine biri...
    Çünkü ölüm ucuzlaştıkça katilin alım gücü artıyor.
    AKP'nin silahlı güçleri, medyası, bürokrasisi uzun süredir bir işgal ordusu gibi hükmettikleri ülkenin en ince yerine, en olmadık zamanlarına doğru vurmaktan, halkın içine kan doğramaktan hiç bir biçimde çekinmiyorlar. Çünkü bugün bu coğrafyada düzenin daim eden iktidar tüm kurumlarıyla iç halklara karşı iç savaşı büyütüyor.
    Alevilerin sancısına yanıtları Cemevi'nde Uğur Kurt'u başından vurmak oluyor. Kürtlerin özgürlük arayışına sayıları yüzlerle ifade bulan çocuk kırımı ile yanıt vermek oluyor.
    Çünkü bir nefret ve motivasyon toplamı olan AKP iktidarı, hesap sorulmadıkça küstahlaşıyor. Suriye'den Nijerya'ya silah ve lojistik yolları açarak hakların kanına girmek bir yana, Ortadoğu'da desteklediği İslamcı çetelerle aynı ruh haliyle saldırıyor ülkenin özgürlük arayışına...
    AKP, Türkiye'nin IŞİD'idir. devletleşmiş, liberalleşmiş halidir. Ehlileşmiş görüntüsü, iktidarlarını kaybedeceklerini düşündükleri anda açığa vurdukları halleriyle bozulmaktadır. Soma'da madenci döven, Gezi'nin gencecik ölülerine hakaret eden, kadınlara karşı açık düşmanlık politikaları uygulayan bu rejim, Kürt halkının özgürlük ve onurlu barış çabasını bir tasfiyeye, tasfiye edemediği yerde katliama dönüştürmek için gün saymaktadır.
    Günler öldürülmüş çocukların adıyla sayılıyor oysa. İbrahim Aras 15 yaşında yaşadığı yoksul mahallesinde başından vurularak artık adlarını saymaktan, suretlerini seyretmekten diğer kardeşlerinin yanına gitti. 15 yaşında geçtiğimiz hafta karne almıştı. Hazirandı.
    Geçen haziran Berkin'i başından vuran devlet, bu haziran İbrahim'e tuttu namluyu... Berkin'i kaybedişimizden bize kalan ham öfkeyi işleyebilmiş olsak bugün İbrahim öldürülmezdi. Sabrımız böyle ummanları kıskandıracak kadar olmasaydı, Lice'de Medeni'nin bize emanet ettiği direniş bir başına kalmazdı. Suriye halklarına onulmaz acılar veren işgal ve kırımın karşısında güçlü dursaydık bugün bir AKP olmazdı, IŞİD denen çete Irak'tan kan dökemezdi.
    Çünkü bu coğrafyanın kaderi ortaktır.
    Ortadoğu'da oynadığı kanlı oyun boşa düşünce kanlı pazarlıklarını yeniden yapmaya başlayan bu kanlı iktidar, birer çete haline gelmiş silahlı kolluk güçleriyle cephe gerisinde biriken öfkeyi şiddetle bastırmaya çabalıyor. AKP, Ortadoğu'nun ölüm gezen her bölgesinde cepheden savaş veriyor.

    İbrahim Aras'ın Elleri
    "Elinde ne vardı?"
    Ölüm hep bir soru bırakır ardında. Ölenler eğer mazlumların safından ise ölüm ölene sorulan sorular olur, öldürene değil. Katillerin elinde ne tuttuğunun soracak yerde ölen masumların morarmış elleri konu edilir.
    İbrahim'in elleri yine böyle bir sorunun içinde buldu yerini. Vurulup düştüğü yerde saçılan kanı henüz kurumadan, henüz devlet denen bu kahrolası aygıtın ilgili birimleri olay yerine gelmeden, AKP'nin Anadolu Ajansı, çocuğun eline 'el yapımı bir bomba' koyuveriyor. Çünkü katille, haberi kuran aynı yerden besleniyorlar. Aynı nefretin motivasyonunu paylaşıyorlar. Kendi dışında herkesi kafir, müşrik ve günahkar gören IŞİD'in kategori bilgisi bu iktidarınkiyle özdeştir. Onlar her gün gaza'ya çıkıyor, her gün cihat ediyorlar. Adana'da çocukları 'kuş gibi' avlıyor, Kadıköy'ün boş sokaklarında yaşlı insanların evlerine gaz sıkıyorlar.
    Kendilerinden olmayan, olamayan, olmak istemeyen herkesi bir çırpıda tanımlayıp, ölülerden, tutsaklardan ve yaralanmışlardan oluşan büyük aileye ekliyorlar.
    Biz bu yüzden büyük bir aile haline geliyoruz.
    Nefret edildiğinizi anladıkça, uzlaşamayacak olduğunuzu da fark edersiniz.
    İbrahim'in elleri ile Berkin'in ellerini buluşturan büyük acı ve sancı da bizi uzlaşmaz kılmaktadır. İkisinin de ellerinde ne olduğunu silah ve haber çetelerinin ittifakına karşı bir ittifak yine bu uzlaşmayacak olanların kuracağıdır.
    Kurulmayan her ittifak, sorulmayan her hesap, ertelenen her intikam her güne yeni bir çocuk bedeni savurmaktadır.
    Çocuk bedenleri savrulmaktadır dünyanın kalbine...
    İbrahim'in elleri sıkıca tutmaktadır bizim ellerimizi.

    Saturday, June 14, 2014

    Her şey ne çabuk unutuldu?...

    Her şey ne çabuk unutuldu?...

    Tutukluluk sürelerini düzenleyen Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 102’nci maddesindeki değişiklik sonrasında 10 yıldır tutuklu yargılanan Hizbullah üyelerinin tahliye olması, akıllara 2000 yılını getirdi.

    06.01.2011 
    Her şey Ocak 2000’de Üsküdar’da bir villaya yapılan polis baskınıyla başladı. Baskında Hizbullah lideri Hüseyin Velioğlu ölü olarak ele geçirilirken örgütün yaptığı vahşetin boyutları sonraki günlerde daha net ortaya çıktı. Kısa sürede domuz bağı ile öldürülüp mezar villalara gömülmüş 188 kişinin cesedine ulaşıldı.
    Operasyonlarda yakalanan Hizbullah üyelerinin verdiği ifadeler sonrasında, domuz bağı ile vahşice öldürülen kişilerin gömüldüğü pek çok mezar ev ortaya çıkmıştı. İslami feminist yazar Konca Kuriş’in cesedi de  Konya’da üç katlı bir villanın bodrum katında bulunmuştu. Meram İlçesi’nin gözde bölgelerinden Yunus Emre Mahallesi’ndeki villada kalan Hizbullah üyeleri, üç katlı villanın ikinci katını işkence ve sorgu için bodrum katındaki kömürlük ise mezarlık olarak kullanmıştı.
    Cesedinin bulunmasından 18 ay önce evinin önünden kaçırılan Kuriş, 35 gün işkenceli sorgulamanın ardından domuz bağı ile öldürülüp villanın bodrum katına gömülmüştü. Bu vahşetten on yıl sonra, Kuriş ve 188 kişinin domuz bağı ile öldürülmesinde suçlu bulunan ve müebbet hapis cezasıyla cezalandırılan ancak dosyaları Yargıtay’da bulunan Hizbullah üyeleri ise tutukluluk süresini düzenleyen yasal değişikliğin ardından geçtiğimiz gün halaylar ve tekbirler eşliğinde serbest bırakıldı.
    “ÇIKARSAM AYNISINI YAPARIM” DEMİŞTİ
    CMK’nın 102’nci maddesindeki değişiklik sonrasında tahliye olan Hizbullah’ın sözde askeri kanat sorumlusu olan Hacı İnan, yargılandığı sırada, yaptıklarından pişman olmadığını, çıkarsa yine aynı şeyleri yapacağını söylemişti.
    Cesedinin bulunmasının ardından Hürriyet, Konca Kuriş’in hayat hikayesi ile ilgili 24 Ocak 2000 tarihli sayısında şunları yazmıştı:
    KONCA’NIN DRAMI
    Konca Kuriş, başörtülü, tombulca ve sempatik. İnatçı, kavgacı ve direnen bir feminist. 4 çocuklu, modern yaşayan, sosyal aktivitelerin içindeki bir ailenin çocuğuydu. 16 yaşındayken, 1978 yılının 4 Ocak günü Mersin’in Kurtuluş Günü’nde evlendi. Sürekli okuyan, araştırmacı olan 5 çocuk annesi Kuriş, kayınpederi 75 yaşındaki Abdullah’ın ısrarlarıyla örtündü. Din ve tarikatlarla çok yakından ilgilendi. 1987 yılından 1998’e kadar İslám dinini derinlemesine araştırdı. Kuriş, araştırmasını yaparken dindeki fraksiyonlara da girdi. Hizbullah örgütü ve Nakşibendi tarikatına katıldı. 1996 yılında davetli olduğu Dünya Müslüman Kadınlar Günü nedeniyle İran’a gitti, burada Hizbullah’ın toplantısına katıldı. Bir süre sonra İnsan ile Allah arasına hiçbir şeyin giremeyeceğini savunarak Hizbullah’tan ayrıldı. ‘‘Verilen dersler hiç aklıma yatmadı’’ diyen Kuriş, tarikatlarla da ilişkisini kesti. Hizbullah’tan ayrılması Kuriş’in sonunu hazırladı.
    FAHİŞEYE YARDIM
    Kadın haklarının savunuculuğu da yapan Kuriş, Mersin’de Bağımsız Kadın Derneği ve Kadın Sığınmaevi faaliyetlerine katıldı. Spastik özürlüler için araç alma girişiminde bulundu. Bir hayat kadınını intihardan kurtardı. Kuriş, özgür düşünceleri ve radikal çıkışlarıyla yurt içinde ve yurtdışında kısa sürede adını duyurdu.
    HİZBULLAH’IN HEDEFİ OLDU
    Dikkat çeken görüşlerini şöyle dile getirdi: ‘‘İbadet Türkçe yapılmalıdır. Kadın adet dönemindeyken namaz kılıp oruç tutabilir. Kuran kadınların sadece göğüslerini kapatmasını emrediyor. Kuran’da çarşaf yok. İnsanlar; erkeklerin Kuran’da daha üstün olduğu mesajının verildiğine inanıyorlar. Ama böyle bir ayet yok. Kadınlar ve erkekler cuma ve cenaze namazını birlikte kılabilirler.’’ Hatta; bu çıkışları nedeniyle onu Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’e benzetenler oldu ‘Dişi Yaşar Nuri’ diyenler oldu. Ancak Konca Kuriş, bu çıkışlarıyla özellikle Hizbullah örgütü ve tarikatların hedefi haline geldi.
    AĞABEYİN FERYADI
    Konca Kuriş kaçırıldıktan sonra öncelikle Mersin, Tarsus ve Gaziantep’te arandı. Oysa Kuriş’in ağabeyi Mehmet Genç, kardeşine ulaşılamamasında Emniyet Müdürlüğü’nü suçlarken bir şüpheliye ve bu şüphelinin kaçtığı Konya’ya dikkat çekti. Ancak kimse bu uyarıyı umursamadı. Sonunda Kuriş’in cesedi Konya’da çıktı. Ağabey Genç, dikkate alınmayan şu iddialarda bulunmuştu: ‘‘Konca’nın kaçırılma olayından önce, onu tehdit eden bir kişi vardı. Kardeşimin eski tanıdığıydı. Bu kişi Konca’nın arabasını sokak lambasının altına bırakıyor. Görgü tanıkları, arabayı bırakan iki kişiden birinin o olduğunu belirliyor. Çünkü bu adamın yürüyüş bozukluğu var. Zanlı o gece mal almak için Konya’ya gittiğini söylüyor. Ama Ticaret Odası’nda kaydı yok. Dahası bu kişi şüphelilerden birinin robot resmine yüzde 80 benziyor. 9 şahit o kişiyi kaçırıldığı gün gördüğünü söylüyor, fakat salıveriliyor.’’
    İRAN’A GİTMEMELİYDİ
    Ailesi, Konca Kuriş’in hep yaşadığına inandı. Ta ki, bir cumartesi günü Konya’da mezar evden çıkarılan ceset teşhis edilene kadar. Yakınları Konca’nın hep hücre cezası ile kurtulacağını umut etti. Bir ihbar üzerine Gaziantep’te 15 kuyu teker teker arandı. Kendi ailesi ile kocası arasında zaman zaman sürtüşmeler oldu. ‘Anlaşmalı kaçırma’ iddiaları gündeme geldi. Ve cesedi dahi güçlükle teşhis edilebildi. Kayınpederi 75 yaşındaki Abdullah Kuriş’e göre, ‘‘Konca İran’a gitmemeli, bu işlere bu kadar bulaşmamalıydı.’’

    Friday, June 13, 2014

    Musul'daki Ermeni Kilisesi bombalandı

    Musul’daki Ermeni Aziz Ejmiatsin kilisesinin Irak ve Şam Devleti (IŞİD) militanlarının hedefi olduğu ve bombalandığı bildirildi. Musul’da yaşayan 65 Ermeni aile başka şehirlere sığınırken, ülkenin hristiyan nüfusunun yarısının yaşadığı Bağdat'a doğru IŞİD'in ilerleyişi devam ediyor.
    13 Haziran 2014 Cuma 10:41
      

    Harita: AFP/BBC
    Irak’ın Thok bölgesinin Ermeni Cemaati’nin papazı  Masis Shahinyan, Musul’daki Ermeni Aziz Ejmiatsin kilisesinin Irak ve Şam Devleti (IŞİD) militanlarının hedefi olduğu ve bombalandığını bildirdi. Kilise etrafında bir yangın meydana geldi. Saldırı sırasında can kaybı olmadığı belirtiliyor.
    Musul’un 65 Ermeni ailesi şehri terk etmeye zorlanarak Erbil, Thok ve diğer bölgelere sığındı.
    Musul’u ele geçiren IŞİD örgütüne bağlı militanların Bağdat’a ilerleyişi devam ediyor.  Yerel kaynaklar, IŞİD’in Musul’un ardından Ninova, Anbar ve Salahaddin vilayetinin geniş kesimlerini de ele geçirdiğini iddia ediyor. Salahaddin vilayetinin merkezi olan  Tikrit’in de kısa bir çatışmanın ardından da IŞİD’in eline geçtiği belirtildi.
    IŞİD militanlarının ele geçirdikleri Beyci’deki petrol rafinerisi ve Bağdat’a da sevkiyat yapan elektrik santralinde kontrolü ele geçirmeye çalıştığı kaydedildi.
    Bugün ırak parlamentosu, Başbakan Nuri el Maliki’nin olağanüstü hal ilan etme çağrısını görüşmek için toplanacak.
    Erbil’e kaçan Musul valisi Esil Nuceyfi ise, Musul’un yeniden ayakları üzerine durma yetisine sahip olduğunu belirterek, Musul’u geri almak, asayiş ve düzeni yeniden kurmak için halk komiteleri oluşturduklarını açıkladı.
    Ermeni Başpiskoposluğu’ndan yapılan açıklamaya göre Irak’ın Bağdat, Basra, Kerkük ve Musul şehirlerinde yaklaşık 16 bin Ermeni bulunuyor. Ülkenin Hristiyan nüfusunun yarıdan fazlası ise Bağdat’ta yaşıyor. (GK) AGOS

    Thursday, June 12, 2014

    Yargıtay Selek kararını bozdu

    Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi, Mısır Çarşısı davasında ömür boyu hapis cezasına çarptırılan Pınar Selek’e verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını bozdu.
    Türkiye'de 1998 yılında Mısır Çarşısı'nda 7 kişinin öldüğü, 127 kişinin yaralandığı patlamaya ilişkin davanın karar duruşması Yargıtay 9'uncu Ceza Dairesi'nde yapıldı.
    Kararı açıklayan Yargıtay 9'uncu Ceza Dairesi Başkanı Ekrem Ertuğrul, Pınar Selek hakkındaki yerel mahkeme kararının, esası incelenmeden usulen bozulduğunu bildirdi.
    Ceza genel kurulu kararlarına karşı başsavcılığın itirazı olmadığı sürece, yerel mahkemece direnme kararı verilemeyeceğini belirten Ertuğrul, yerel mahkemenin kararının hukuki yanılgı sonucu verildiğinin belirlendiğini ifade etti. Ertuğrul, "Sair yönleri incelenerek bozma kararı verildi" dedi.
    1998 yılındaki patlamanın ardından suçlanan ve 2 yıl boyunca hapis yatan Selek, bilirkişi raporunda patlamanın büyük olasılıkla tüp gaz kaçağından meydana geldiğinin belirtilmesi üzerine serbest bırakılmıştı.
    Selek hakkında daha önce mahkemenin verdiği iki beraat kararı, Yargıtay tarafından bozulmuştu. Selek, geçen yıl İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından "Devletin hâkimiyeti altındaki toprakların bir kısmını devlet idaresinden ayırmaya matuf eylemde bulunmak" suçunu düzenleyen 765 sayılı eski TCK'nın 125'inci maddesi uyarınca ağırlaştırılmış müebbet hapisle cezalandırılmıştı.     
    © Deutsche Welle Türkçe

    Tuesday, June 10, 2014

    “SİZİ, YİMMEYİZ YİMMEYİZ!”

    Rıha’nın (Urfa) Pirsus (Suruç) ilçesinde, 1 Eylül dünya barış gününde, kendisine uzanan mikrofona şapkasını sallaya sallaya şöyle konuşmuştu amcanın biri: “Yıllardır, yüzyıllardır yeter artık bu kan dursun dursun dursun. Yaşım 52-53, tek bir saniyem boş geçmedi, geçmiyor, geçmeyecek. Yeter artık Allah’tan korkun yav. Sizi yimmeyiz yimmeyiz. Biz de milletiz, dünya halkı ne kadar bir milletse, biz de o kadar bir milletiz arkadaş.
    Biz Kürd’üz, dilimiz Kürt, anamız Kürt, babamız Kürt niyeee bizi bitiriyorsunuz. Nereye kadar bizi bitireceksiniz. Bitmeyiz bitmeyiz. İlk ve son olarak konuşuyorum. Kellem de bu yoldadır, isterse beni kelle edin.  http://www.youtube.com/watch?v=T7MBtN1HUEo
    Amca, çok basit şekilde şunları söylüyor: Arkadaş siz kendi dilinizde eğitim görüyorsunuz, ana dilinizde rüya görüp, ana dilinizle yemek yiyorsunuz. Özgürce kültürünü yaşıyorsunuz bizim neyimiz eksik sizden, biz niye kendi kültürümüzü yaşamayalım. Yüz yıl oldu. Kanla beslemeye doymadınız mı?
    Her gün televizyonlara çıkıp sosyolojik tespit yapan analistlerin, artık kard kürd diyemeseler de laf kalabalığı yapan kafatasçıların, akil adamların, danışmanların, işe, kafa yoruyormuş gibi görünenlerin, “ortadoğu strateji uzmanlarının”  bir an önce tek bir günü bile boş geçmeyen amcanın küçük söyleşisini izlemeleri, dinlemeleri gerekir. Bu alanda çalışan herkese,  ders olarak okutulmalı amcanın söyledikleri. Zihinlerinde köklü değişimler yaratacağından değil, Kürt’lerin zinhar boyun eğmeyeceklerini bir kez daha idrak etsinler diye izlemeliler.
    Cidden yüz yıllar oldu. Gidin, Zilan deresine bakın. Ararat dağının eteklerine koyulun, Dersim’deki mağaralara gezintiye çıkın. Orada bir zamanlar yaşayan, dünya ne kadar bir milletse, o kadar millet olan insanların kellelerini görün. Arkeologların işi sadece toprağı kazıp altından nesneleri çıkarmak değilse, onlar söylesin size zalimce kıyıma uğratılan bu halkın bitmeyeceğini. Müzisyenler, “benim görevim yalnız şarkı söylemektir” demiyor iseler, onlar da söyleyebilirler dillerindeki türkülerin ne anlama geldiğini, hangi tarihlerden kalma olduğunu, sözler de ismi geçenlerin şimdi nerelerde gömülü olduğunu, meşe sopalarıyla öldürüldüklerini.
    Gel gör ki, daha toprakta çıkarılmayı bekleyen o kadar insanımız varken, dünyalar güzeli Ceylan Önkol’u doğuran Lice’de yine katledildi Ceylan’larımız. Artık albümlerimize sığmıyor, çocuklarımızın fotoğrafları. Duvarlarımız da boş yer kalmadı. “Yeter artık, bu kan dursun dursun”.
    Neyse, uzun uzadıya konuşmaya ne hacet, amca özetlemiş durumu zaten, anlaşılan o ki “barış” uzak ihtimal. Biz, iyisi mi bu yazıyı yazan, yazdıran, halkının diline tercüman olan Pirsus’lu amcanın sözlerini tekrar edelim hep birlikte. Dost düşman belli olsun.
    “Biz Kürd’üz, dilimiz Kürt, anamız Kürt, babamız Kürt niye bizi bitiriyorsunuz. Nereye kadar bizi bitireceksiniz”. Bitmedik, bitmiyoruz, bitmeyeceğiz.
    “Biz de insanız, sizi yimmeyiz yimmeyiz”…

    Sunday, June 8, 2014

    Emrah Altındiş: ‘O soruyu kelle koltukta sordum, hâlâ tehdit geliyor’ – Zeynep Miraç (Hürriyet)


    Cumhurbaşkanı’na bir soru sordu, hayatı değişti. Harvard Tıp Fakültesi’nde araştırma görevlisi olan Emrah Altındiş, Abdullah Gül’e “Türkiye’de insanlar ölürken geceleri nasıl uyuyorsunuz” diye sorduğundan beri ona hem tebrik hem de tehdit yağıyor. Şu anda Türkiye’ye dönerse başına neler geleceğinden de, Harvard’ın bitmek üzere olan kontratını yenileyip yenilemeyeceğinden de endişeli
    Soruyu sorduğunuz günden bu yana olan biteni düşününce, bugün olsa aynı şekilde davranır mısınız?
    Mutlaka, bir saniye bile düşünmem. Berkin Elvan’ın babasından, Abdocan’ın annesinden, Ethem’in ailesinden teşekkür mesajları aldım. O güzel annelerimize taşıdıkları keder içinde ufacık bir ferahlık yaşattıysam, o mutluluk bir ömür yeter. Bu vesileyle Soma’da, Gezi’de ve Roboski’de kaybettiğimiz tüm insanlarımızın acılı ailelerine başsağlığı diliyorum, anneleri beni de evlatları saysınlar.
    Cumhurbaşkanı Gül’e bu soruyu sormayı toplantıya gitmeden önce planlamış mıydınız, yoksa Gül’ün konuşması üzerine mi karar verdiniz?
    Aslına bakarsanız konuşmaya girmeye son anda karar verdim ve soru alacaklarından dahi emin değildim. Moderatör Harvard’lı profesör de Cumhurbaşkanı da Türkiye’nin ne kadar demokratik, barışçıl ve ilerleyen bir ülke olduğunu anlattılar. Konuşulan; Berkin Elvan’ı toprağa verdiğimiz, Uğur Kurt’un henüz katledildiği, sokakta şiddetin hüküm sürdüğü Türkiye değildi ve ben de tam bunu sormaya çalıştım.
    Toplantı sonrasında Abdullah Gül’ün ekibi tarafından sizinle iletişime geçen oldu mu?
    Hayır olmadı.
    Sorunun ardından Gül’ün korumaları tarafından tehdit edildiğinizi anlatmıştınız. Bu tehditler sürdü mü?
    Ben sorumu sorarken korumalar beni sözle taciz ettiler, bir tanesi bana bayağı yaklaştı. O sonunda “Sen karışma” dediğim koruma, “İnsan ol, sen insan değilsin, kes sesini” gibi şeyler söylüyordu. Ardından yerime geçtiğimde yine aynı koruma, göz teması kurup “Seninle görüşeceğiz” dedi. Belki o kaş göz işaretleri kameralarca da kaydedilmiştir. Bu olay medyada patladıktan sonra yüzlerce teşekkür, tebrik mesajı aldım. Bunun yanında çok daha az sayıda tehdit ve hakaret mesajı da mevcut. Avukat arkadaşlarım inceliyorlar.
    Aldığınız cevap sizi ne kadar tatmin etti?
    Abdullah Bey Meclis’te başsağlığı mesajını hatırlatarak başladı. Başsağlığı dilemek anlamlı bir jest. Ancak Ethem Sarısülük’ün katili ve daha nicesi özgürken, başsağlığı neye yarar? Roboski’ye dair tek bir kelime yok cevabında. O jetleri köylülerin üzerine uçuran ordunun başkomutanı kim? Peki iş cinayetleri? Kendisi 7 yıldır Cumhurbaşkanı bu memlekette. Son 7 senede en az 7000 işçimiz önlenebilir iş cinayetlerinde katledildi, yazık günah değil mi? Türkiye ILO’nun 176 maddeli maden güvenliği sözleşmesini imzalamaktan kaçınmasa Soma’da bu katliam olacak mıydı? Kendisinin de bunlardan sorumluluğu yok mu? Ben bu soruyu Cumhurbaşkanlığı makamının sadece bir başsağlığı dileme makamı olmadığını bildiğim için de sordum.
    ‘Cesaret bulaşıcıdır’
    “Türkiye’de sorsam dayak yerdim” dediniz. Burada olsanız yine de aynı soruyu sorar mıydınız?
    Türkiye’de milyonlarca insan çıplak devlet şiddetini göze alıp, sokaklara çıkarak bu soruları zaten sürekli soruyor. Ve biliyorsunuz cesaret bulaşıcıdır.
    Kimileri için kahramanlaştınız. Size bu soruyu sorduran daha cesur olmanız mı; ABD’de yaşamanın verdiği garanti mi ya da…?
    Ben eleştiri niteliğinde bir soru sordum, gerçek kahramanların dertlerinin ufacık bir kısmını devletin en yetkili kişisine karşı dile getirdim. ABD’de yaşama konusuna gelince, bu konuda hiçbir garantim yok. Ne yeşil kartım ne de vatandaşlığım var. Ben bu soruyu kelle koltukta sordum, kontratım yakında bitiyor. Kendi emeğim dışında hiçbir güvencem yok.
    Okul yönetimiyle bu sorunuzla ilgili bir olumsuzluk yaşadınız mı?
    İktidar nerede olursa olsun sorgulanmayı ve riskin parçası olmayı sevmez. Resmi bir sorun yaşamadım henüz ama bu işler belli olmaz.
    Sorunuzun ardından sizin Cemaat bağlantınız olduğunu söyleyenler oldu. Herhangi bir gruba bağlılığınız var mı?
    Ben Fethullah Gülen ve cemaatinin, Türkiye’de yaşadığımız her türlü antidemokratik uygulamada ve yaşadığımız otoriterleşmede en az AKP iktidarı kadar sorumlu olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla cemaatle bir bağım olması mümkün değil. Hiçbir siyasi parti üyeliğim de yok.
    Üslubunuzu eleştirenler de oldu. Siz daha sonra kendinizi dinlediğinizde sizi rahatsız eden bir sözünüz oldu mu?
    Ben konuşmanın yapıldığı üniversitede çalışan bir bilim insanıyım. Ve Cumhurbaşkanı’na eleştirel, sert bir soru yöneltmekle birlikte, asla hakaret etmedim. Korumalar üstüme yürüyüp beni taciz etmeye başladılar. Hatta sağ çaprazımdaki elini silahına atınca benim de sesim istemeden refleksif olarak yükselmiş, vücut dilim sertleşmiş, bunu sonradan videoyu izleyince fark ettim. Nezaket diyenlere şunu hatırlatayım: Neden devletin halkına nezaketi değil de benim devlet başkanına nezaketim sorgulanıyor?
    ‘Ailemin için ferah olsun’
    “Isparta doğumluyum. Ailemde çoğunluk kamu emekçisi, dolayısıyla mütevazı koşullarda büyüdüm. Adalet, eşitlik duygularımın gelişmesinde ailem oldukça etkili oldu. Başta Ahmet dedem, annem, babam… Ellerinden özlemle öpüyorum, içleri ferah olsun. Ege Üniversitesi Biyomühendislik Bölümü’nü bitirdim, ODTÜ Biyoteknoloji’de yüksek lisans yaptım. Doktoramı İtalya’da önemli aşı araştırma merkezlerinden birisinde, Siena’da yaptım. Bu esnada Bologna Üniversitesi’nde doktora öğrencisiydim. 2011’de doktora sonrası çalışmalarım için Harvard’a geldim. Araştırma alanım, insanları hasta eden bakteriyel mikroplar. Başta çocuklar olmak üzere tüm toplumun korunması için aşı geliştirme çalışmaları yapıyorum. Harvard’da üç senedir koleraya yol açan bakteri üzerine çalışıyorum.
    Türkiye’ye dönmek için girişimlerim uzun zamandır devam ediyor, ancak bu soru vakasından sonra şartlar ne gösterecek bilmiyorum. AKP’nin üniversite ve YÖK’te nasıl bir hâkimiyeti olduğu malumunuz. Türkiye’ye bu şartlarda dönersem değil bir kadro almak, şu anda havaalanında gözaltına alınıp alınmayacağımı ya da bir saldırıya maruz kalıp kalmayacağımı bile öngöremiyorum.”