Kuşlar gibi şarkı söylerim
Konduğum dalda
İçimden gelen şarkı
Bedelini öder herşeyin.
(Max Stirner'in bir şiirinden)
Max Stirner (Gerçek adı: Johann Kaspar
Schmidt) 25 Ekim 1806’da Almanya’nın Bavyera Eyaletinin ücra bir kenti
olan Bayreuth’de doğdu. Babası Flüt imalathanesi olan orta sınıf bir
zanaatkardı. Mesleğinde ticari açıdan başarı sağlayamamıştı. Küçük Max,
babasını erken yaşta kaybetti. Annesi maddi zorluklar nedeniyle tekrar
evlendi. Doktorlar, Max’ın annesinin ruh sağlığı için hava
değişimi önermişlerdi. O da yeni kocasıyla beraber Kuzey Almanya bölgesine
gitmeyi tercih etti. Max ailesinden uzakta ilk defa yalnız kalmıştı.
Annesi Max’ı akrabalarına bırakmıştı. Öğrenimi aynı şehirde devam ederken
liseye kadar okulun en zeki öğrencisiydi. Lise öğretmeninin koyu bir Hegel
hayranı olması, Stirner’i etkilemişti Annesinin tekrar Beyreuth’a
dönmesiyle beraber Stirner kararını vermişti; O günün bütün Avrupalı genç
radikalleri gibi Hegel’in derslerini izlemek için Berlin’e yol aldı.
Berlin Üniversitesi’nde bölümü felsefeden çok siyaset felsefesi ve
iktisada merak sardı. İleri derece İngilizce ve Fransızca öğrendi. Liberal
düşüncenin bütün ekonomik ve siyasi düşüncesini bu zamanda kavradı. Bu
kavramaya, eserleri orijinalinden okumasının büyük etkisi vardı. Daha sonra
birdenbire hayat çizgisini alt-üst edecek bir şey yaptı. Max Stirner,
annesinin ruh sağlığının bozulması nedeniyle tam 3 yıl boyunca kendi
deyimiyle bilinçli olmayan egoist bir halde yani “Özgeci” olarak annesine
baktı.
Annesinin bakımını tek başına
üstlenemeyeceğini anlayan, Stirner tekrar kendi hayatına döndü. Stirner,
geçimini sağlamak için Berlin üniversitesinde Prusya hükümetinin vereceği
öğretmenlik belgesini almak için sınavlara girdi. Zor bir sınavı kazandı
ve belgeyi aldı. Fakat Prusya Hükümeti Stirner’i herhangi bir okula
atamayı reddetti. Stirner bu olayın üstüne asla gitmedi. Stirner’in
kişiliğinde, bağımsızlık yanının ağır basması haricinde, başka kimseden
hiç bir şey istememesi ve üzücü olaylar karşında saygıyla karışık bir
kayıtsızlık hali hakimdi. Stirner’in bu demirden kişiliği onu aşırı bilinçli
ve mütevekkil yapmıştı. Bunu izleyen senelerde Stirner tam üç yıl boyunca
parasız stajyer öğretmen olarak çalıştı. Bu yıllarda ev sahibesinin
kızıyla geçirdiği aşk dolu yıllarda kızın annesi Stirner’den ev için tek
kuruş para istemedi ve yemekleri onun evinde yemesi Stirner’i bu yıllarda kurtardı.
Daha sonra bu hanımla evlenmesinin ardından karısı çocuğuyla beraber
doğumda öldü. Stirner bu üzücü olayın etkisiyle tekrar annesinin bakımı
için doğduğu yere döndü. Ve 1840’da özel bir okul olan Madam Gropius’un
okuluna iyi bir maaş ile kabul edilmesiyle birlikte Max Stirner kafasındaki
zekayı, hüneri ve farklılığı çıkartabilecek bir duruma kavuşmuştu. Anında
Almanya’nın en radikal grubu kabul edilen “Die Freien”, “Özgürler”e
katılarak, kendisini göstermeyi bildi. Fakat Stirner şaşkındı, bu grup ününe rağmen
kendisinden daha radikal ve entelektüel bir birikime sahip değildi. Grup
içindeki tartışmalarda profesörler, kürsü başkanları, şairler, çok
satanlar listesinde ön sırada bulunan yazarların yanında Kızlar
akademisinin sakin ve gösterişsiz öğretmeni az konuşmasına rağmen etkili olmaya
başladı.
“Özgürler” grubunda herkes ile iyi anlaşan,
iyi bir dinleyici ve güler yüzlü olan Stirner, buna rağmen asla kimse ile
dost olmamaya özen gösteren bir kişiydi. Grubun güzel, bakımlı, hür ruhlu
Musevi asıllı üyesi Marie Dahnhardt ile takılmaya başlamasıyla birlikte
hayatının en önemli yapıtı olan “Biricik ve Mülkiyeti”ni yazdı. Marie ile
evlenmeye karar verdiğinde evlilik yüzüğü olarak kullanılan
perde’ye takılan bakır halkalarının yanında gelinin gelinliği bile yoktu.
Papaz nikah kıyarken gelin ve damadın arkadaşları poker oynuyorlardı.
Stirner bohemce evlendiği bu dönemde bir çok makale ve en önemli yapıtını
kaleme aldı. Biricik ve Mülkiyeti; yeni doğmuş bir bebeğin geleneğin ve dilin
onu daha baştan köleleştirmesiyle başlar. Stirner bu durumu olumlar ve
“doğal durum” der. Ama bebek “doğal durum”da bile sadece kendisidir. Çünkü
bebek kendi DNA’sıyla, kendi zihniyle ve kendi acıkan midesiyle
yani, tepeden tırnağa varoluşuyla kendisidir. Bebek büyüdükçe dünyayı “Kendi”
algısıyla yorumlar.
Yapılacak en önemli şey bu yoruma başkalarının
hiyerarşisi, eğitimi, zorbalık ve sinsi planla katılmamasıdır yalnızca.
Dil için yeni bir şey ifade etmenin son derece zor olmasıyla koşulu ile
Stirner bu durumu hazmetmemiz gerektiğini söyler. Bebek büyüdükçe kendi
algısıyla dünyayı biricik olarak ifadelendirmeye başlar. Bu da onu eşsiz,
örneksiz ve sadece kendi olması ile sonuçlandıracaktır. Artık Biricik,
nasıl ki annesinin oyun oynarken arkadaşlarının arasından zorla almasına direniyorsa
onu çerçeveleyen başkalarının dünyasına da karşı çıkmaya başlayacaktır. Bu
Bebeğin dünyasından önce varolan bilgi ve düşünce geleneğini, demir
leblebi’yi çiğnemesi gibidir. Çünkü zihin, mantık ve akıl her bir bireyde
bir ve tek’tir. Bunun için “biriktirilmiş bir bilgi denizi” varolsa bile
yine de bu bütünlüklü denizi biricik-birey yalnızca kendisi kendi
kadar algılayacaktır ve başkalarına da onların algılayabileceği kadar
aktarabilecektir. Sadece birkaç durum bu olayı bozar. O da EVRENSELCİLİK
ve ÖZCÜLÜK meselesidir. Çünkü “Biriktirilmiş Bilgi Denizi”ni algılamak
eğer bir yasaya, karara ve zorbalığa bağlanmak istenseydi; bu da Dil’in
köleliği ile yapılabilirdi. Yani Biricikte bir biricik daha bularak bunu
HERKES’te var olduğunu iddia etme durumu olarak özcülük (Örn: Ahmet,
Mehmet bir türe aittir. Bu tür, türdeş durumdur ve Bunun adı İNSAN’dır.
İnsan hak ve özgürlükleridir), genel’i tek’e
üstün sayma, Doğa’da olmayan Hiyerarşi yaratma, Parçaları BÜTÜN karşısında
yok sayma... vs. Yapıt daha sonra bunun gibi Biricik’liği reddeden
Soyutlamalara, siyasete, dine, geleneğe, prangalara, Kutsal düşünceye,
Medeniyet denilen aslında Birey için büyük bir hapishane olan gerici
tarihe, Doğrunun ve gerçeğin asla ve kata biricik dışında düşünülemez ve
söylemez olduğunu ifade ederek devam eder. Bu yapıt’ın getirdiği yankı
Almanya’da büyük yankı uyandırdı. Karl Marx, kıskançlıkla anında bir cevap
verme gereksimi duydu. “ALMAN İDEOLOJİSİ” adlı eserinde Stirner’in
yapıtına kelimesi kelimesine cevap vermek gereğini hissetti. Marx,
Stirner’den hareketle maddecilik, emek sömürüsü ve yabancılaşma
teorisini birebir Stirner’den alarak eserleriyle daha tanınmış hale geldi.
Nietzche Stirner’in düşüncesini birebir alarak kendi üslubuyla
aforizmalarıyla üne kavuştu. Fakat birçok düşünürün Stirner’in
düşüncelerini alıntılayarak üne kavuşmalarına rağmen Stirner’in karanlıkta
kalan fazla aydınlık eserini asla ön plana çıkarmamayı düşündüler. Bu da
Stirner gibi mütevazı ve sinik gözüken bir kişiliğin deha parıltıları taşıyan
bir eser vermesinden kaynaklanır. 1856 yılında zehirli bir sinek sokmasıyla 50
yaşında ölen Stirner’in, ölmeden önce gene Alman ve Avusturya liberal
düşüncesini etkileyen iki kitap çevirmesi çok önemlidir. Zahmeti büyük
kazancı çok küçük olan bu iki kitap çevirisi çok ilginçtir. Bu kitaplar J.
B. Say’in iktisat eseri ve Adam Smith’in Ulusların Zenginliği kitabıdır.