Márquez'in 76 yaşında tamamladığı 'Benim Hüzünlü Orospularım' okuyucuları tarafından merakla bekleniyordu. Hiç merak etmesinler; Márquez, bütün ustalığını ve bilgeliğini konuşturmuş kitabında
A. ÖMER TÜRKEŞ
'Yaşamak güzel şey be kardeşim'
BENİM HÜZÜNLÜ OROSPULARIM
Gabriel Garcia Márquez, Çeviren: İnci Kut, Can Yayınları, 2005, 110 sayfa,
Márquez'in İspanyolca ilk baskısı bir milyon adet yapılan son romanı Memoria de mis Putas Tristes, Benim Hüzülü Orospularım adıyla-ve beş bin adetlik ilk baskıyla-Türkçeleştirildi. Yüz Yıllık Yalnızlık'tan bu yana ülkemizde de tanınan ve sevilen Márquez'in yetmiş altı yaşında tamamladığı bu son romanı sanıyorum okuyucuları tarafından merakla beklenmekteydi. Hiç merak etmesinler; "Doksanıncı yaşımda, kendime bakire bir yeniyetmeyle çılgınca bir aşk gecesi armağan etmek istedim. Aklıma Rosa Cabarcas geldi, hani şu gizli genelevinde eline yeni bir parça düşer düşmez hatırlı müşterilerini haberdar eden kadın" cümleleriyle başlayan Benim Hüzünlü Orospularım'da bütün ustalığını ve bilgeliğini konuşturmuş Márquez. Yaşlı bir adamın o ana dek hiç tatmadığı, hiç kapılmadığı duygularla renklenen dünyasını yaşama sevinciyle dolu bir dille canlandırırken geçen yıllara, hayata, ölüme, aşka, tutkulara ve cinselliğe dair kısa ama çok doyurucu bir hikâye anlatıyor.
Aşk ve cinselliğin gecikmiş hâlleri, o gecikmişlikle şiddetlenen tutkular, tutkularla ateşlenen yaşama arzusu daha önce işlenmişti. Mesela Uykuda Sevilen Kızlar'da Kavabata'nın, İhtiyar Çılgın'da Tanizaki'nin, Venedik'te Ölüm'de Thomas Mann'ın, Madam Bambu'da Faik Baysal'ın roman kişileri de yaşlı ama tutkuluydular. Temalar benzerdi, tutkuların şiddeti benzerdi, cinsel yasakların baskısı hepsinde hissediliyordu; insani dram yaşlı insanların heyecanlarının 'ayıp' duvarlarına çarparak püskürtülmesiyle, en doğal insani duyguların toplumsal ahlakça bastırılmasıyla çıkıyordu ortaya. Márquez'in ihtiyar delikanlısı aşkı ve cinselliği daha doğal ve özgürce yaşayan bir kültürün imkânlarına sahip, onlardan daha şanslı.
İhtiyar çılgın
Doksanıncı doğum gününün arifesinde biyolojik yaşlanmışlığının farkına varan roman kahramanın kendi ağzından dinliyoruz hikâyesini ve anlıyoruz ki duygu ve düşünceleri bedenine eşlik etmemiş. O, belki de bu nedenle, geçen yıllara meydan okumak isteğiyle arzuluyor genç bir kızın tenini; ihtiyar delikanlının anlatma şehveti henüz on dörtündeki Delgadina ile geçireceği gecenin hayaliyle tetikleniyor.
Pek çok yeteneklere sahip bir anneyle, hata yaptığı asla görülmemiş, kuralcı bir babanın oğlu olarak 19. yüzyılın son çeyreğinde dünyaya gelmiş bir adamın Kolombiya tarihiyle yoğrulmuş hikâyesidir dinlediğimiz: Ailesininin ilgisini sürekli hissederek geçirdiği çocukluk yıllarında iyi bir eğitim almış, klasik metinleri okumuş, şımartılmış, liseyi bitirdikten sonra devlet okullarında İspanyolca ve Latince dersleri vermiş, sonra gazeteciliği seçmiş kahramanımız... Kırk yıl boyunca dünya haberlerini şişirip tamamlayarak yerel dilde yeniden yazmaktan ibaret bir gazetecilik mesleği icra edip şimdilerde emekli maaşının yetersizliği nedeniyle özel dersler veren, para kazanmasa da yarım yüzyıldan fazladır hiç ara vermeden yazdığı pazar yazılarını aksatmayan, ailesinden kalan büyük ve gösterişli evde otuz iki yaşından bu yana yalnız yaşayan bir adam o. Aslında yalnızlığını da, tutkusuzluğu da kendisi seçmiş; sürekli ilişkilerden, arkadaşlıklardan, aşktan ve evlilikten bilerek ve isteyerek kaç(ın)mış, kadınlarla ilişkilerini-sayıları, yirmi yaşlarında tutmaya başladığı listesinde ellisine geldiğinde 514'e-profesyonellerle sınırlamış... Bu da-çok haklı olarak-genelevler mahallesinde iki kez 'yılın müşterisi' unvanı getirmiş ona!..
Unvanını 60'lı, 70'li, 80'li yaşlarına taşıyamamış elbette. Biraz eğlenceli hayatın gerilerde kalmışlığının, biraz doksanına gelmişliğin hüznüyle, şimdi geriye doğru baktığında, gönlünce geçirdiği o yıllardan pek memnun olmadığını fark edecektir kahramanımız; hayatta hiçbir becerisi, parlak hiçbir yanı olmayan, soyu tükenmiş, çirkin biri olduğunu, hayatın verdiklerinden daha fazlasını koparmak için hiçbir şey yapmadığını düşünecektir hüzünle. Eski dostu Rosa Cabarcas'a 'bakire bir yeniyetme' siparişini fazladan bir şeyleri hiç değilse giderayak koparmak isteğiyle verecek, sipariş temin edildiğinde koparacaktır da...
Çocuk yaştaki Delgadina ile her randevusunda uyur bir hâlde bulur kızı; yaptığı onu seyretmekten, saçlarını okşamaktan, başucunda ona hikâyeler okumaktan ibarettir. Uyanıkken bir kez bile yüz yüze gelmezler, bir kez bile karşılıklı konuşmazlar. Ancak hiç beklemediği bir anda, hani 'delicesine' derler ya, işte öylesine âşık olur ihtiyar adam. Öylesine ki, "Kendi yarattığım ve bana korku veren bu sürekli sarhoşluğa kendimi nasıl kaptırdığımı ben de bilmiyorum. Başıboş dolaşan bulutların arasında uçuyor, kim olduğumu öğrenmek gibi boş bir hayalle aynanın karşısında kendi kendimle konuşuyordum. Saçmalıklarım o dereceye varmıştı ki, taşlarla, şişelerle girişilen bir öğrenci gösterisinde, içinde bulunduğum gerçeği ortaya koyacak şekilde 'Aşkımdan çıldırıyorum' yazılı bir pankartla en öne geçmemek için kendimi zor tutmuştum" cümleleriyle özetleyecektir duygularını.
Araya giren her engelle aşkı biraz daha kamçılanacak, bu aşk sayesine ilk kez kendi doğal hâliyle yüz yüze gelecek, kendisini temize çekecektir kahramanımız; her şeyin yerli yerinde olması, her işin zamanında yapılması, her sözün adabıyla söylenmesi gibi saplantılarının düzenli bir kafaya sahip olduğu için değil, tersine doğasındaki düzensizliği gizlemek için uydurduğu bir yapmacıklık gösterisi olduğunu keşfedecek, cimriliğini örtbas etmek için cömert gibi göründüğünü, akılsız olduğu hâlde ihtiyatlılık tasladığını, içinde bastırdığı öfkelerine yenik düşmemek için uzlaşıcı davrandığını, sırf başkalarının vaktini ne kadar az umursadığı anlaşılmasın diye dakik davrandığını anlayacaktır. O artık gönül gözü açılmış, ölüm korkularını geride bırakmış bambaşka bir insandır. Edebiyatımızı kasıp kavuran genç ve mutsuz insan tiplerinin 'yaşasın ölüm' hissiyatına sanki bir reddiye olsun dercesine, yaşamanın güzelliğini dışa vuran ifadelerle noktalar hikâyesini; "sonunda gerçek yaşam buydu işte, kalbim kurtulmuş, yüz yaşımdan sonra herhangi bir gün mutlu bir can çekişmesi içinde aşktan ölmeye mahkum olmuştu".
Yakalandığı hastalığıyla savaşan seksenlerine merdiven dayamış Márquez'in biyogrofisine bakarak Benim Hüzümlü Orospularım'ın ihtiyar delikanlısıyla yazar arasında ilişki kurmak isteyenler roman kahramanının isminin hiç telaffuz edilmeyişini, hikâyenin birinci tekil şahsın ağzından aktarılmasını ve o şahsın da hayatının sefil yanlarını anlatacak Benim Hüzümlü Orospularım adlı bir roman yazma tasarısını kanaatlerini destekleyecek deliller olarak sunabilirler. Ne var ki, bütün bunlar Márquez'in hayata, kendisine ve içinde yaşadığı topluma ince bir mizahla yaklaştığından başka bir şey göstermiyorlar. Ve doksanlık bir erkeğin on dörtlük bir kıza duyduğu aşk üzerine kurgulanan hikâyesinin bütün çarpıcılığına rağmen bu kısa romanın asıl hayranlık ve şaşkınlık uyandıran yanı, her sayfasına Kolombiya'nın siyasal, ekonomik ve toplumsal hayatının damgasını vurmuş olması.
Gizli ruhları okuyor
Yaşlı bir adamın zihninde yapılan yolculukla aşkı, cinselliği, tutkuyu, kadınlı erkekli Kolombiya toplumunu anlatıyor Márquez, ama hiçbirini zamandan, mekândan, eşyadan, zihniyet biçimlerinden, ülkede kaydedilen değişimlerden koparmadan anlatıyor. Roman kahramanının neredeyse asırlık hayatına yön veren olayların nasıl bir atmosferde cereyan ettiğini hissedebiliyoruz. Dış mekân tasvirleri, sokaklar, evler, eşyalar ve onlarla insanlar arasındaki ilişkiler uzun tasvirlerle değilse bile yeri geldiğinde ayrıntı zenginliğiyle görünür kılınmış; romanda karşılaştığımız insan teklerinin sahip oldukları eşyalarda, giysilerde ve maddi değerlerlerde gizlenen ruhlarını okuyor Márquez. İhtiyar adamın ilk randevu hazırlığını anlatan bölümden yapılacak bir alıntı, buraya kadar söylediklerimi sanıyorum daha iyi açıklayacak; "Berber usturasıyla tıraş oldum, duş almak için borularda güneşten adamakıllı ısınmış suyun ılınmasını beklemek zorunda kaldım, hayluyla kurulanma çabası bile yeniden terlememe neden olmuştu. Akşam yaşayacağım maceraya uygun tarzda giyindim: beyaz ketenden takım elbise, yakası kolayla kaskatı ütülenmiş mavi çizgili gömlek, Çin ipeğinden kravat, saf çinko oksitiyle gıcır gıcır parlatılmış botlar, kösteği yaka deliğine tutturulmuş saniyeli altın cep saati. En sonunda da boyumun neredeyse bir karış kısaldığı anlaşılmasın diye pantolonumun paçalarını içine kıvırdım... Yatağın altına ittiğim tasarruf sandığımdan oda kirası için iki, genelev sahibesi için dört, kız için üç, akşam yemeğim ve daha başka ufak tefek harcamalarım için de yedek beş peso çıkardım. Yani gazetenin pazar yazılarım için bana bir ayda ödediği on dört pesoyu. Parayı kuşağımın arasındaki gizli bir cebe sakladım ve Lanman&Kemp-Barclay Co. firmasının Florida Kolonyası'nı püskürteçle üstüme başıma sıktım."
İnsan ve eşya ilişkisi sadece özel bir duruma özgü ruh halini canlandırmak için kurulmuyor. Márquez, kimi yerde o ilişkiyi değerler dünyasındaki değişimle birleştirmiş. Böylelikle hiç beklenmedik bir anda Kolombiya'nın toplumsal gerçekleriyle yüz yüze getiriyor okuyucusunu. Burada bir alıntı daha yapmak zorundayım. Bu kez kahramanımızın çalıştığı gazetedeyiz. Eskiyle yeni arasında müessese müdürü üzerinde somutlanan farklılığı anlatırken ülkesindeki sermaye birikimin kirli tarihini, yükselen değerleri ya da gelir dağılımındaki eşitsizlikleri satır aralarında ama olanca açıklığıyla teşhir ediyor Márquez; "Yirmi dokuz yaşını yeni bitirmişti, beyaz kadın ticaretiyle servet yaptıktan sonra deneysel yoldan gazeteci olan ve ömür boyu birinci başkanlık yapan büyükbabasından farklı olarak dört yabancı dil biliyordu, uluslararası alanda üç master yapmıştı. Yol yordam bilirdi, şık giyimli, serinkanlı diye tanınırdı, kusursuzluğunu tehlikeye atan tek şey yapmacıklı ses tonuydu. Yakasında canlı bir orkideyle her zaman spor ceket giyer her giydiğini sanki doğal yapısının bir parçasıymış gibi yakıştırırdı, ama ondaki her şey, sokaktaki iklim için değil, bürosundaki ilkbahar için yapılmıştı sanki. Giyinmek için neredeyse iki saatimi harcamış olan bense yoksulluğun rezilliğini hissediyordum, öfkem büsbütün artmıştı".
Herkes nasibini almış
Komiği ve hüzünü aynı durumda ve bir tek anda birleştirirken insana ve topluma hem gerçekçi hem de eleştirel bir perspektiften yaklaşan Márquez'in kaleminden herkes ve her kurum nasibini almış; validen tutun da belediyedeki en küçük şarlatana varana kadar tüm yerel yöneticilerin cenneti hâline gelen genelevler, bir yanıyla sevimli diğer yanıyla kurnaz ve acımasız genelev sahipleri, düşmüş kadınlar, küçük kardeşlerini doyurup romatizmadan yürüyemeyen annelerini yatırdıktan sonra bedenini satmaya yollanan küçük kızlar, bütün bunların farkında olmalarına rağmen şehvetleri hiç azalmayan erkekler, her türlü yasadışı faaliyetin meşrulaştığı, cinayetlerin kolayca örtbas edildiği kriminal bir toplumsal hayat, bütün bu ahval ve şerait içinde dahi ilgisini ağdalı aşk anlatılarına ve özel hayatlara yoğunlaştıran halk, bu ilgiyi kışkırtan medya kurumları, umarsızca yaşayan zenginler, kesif bir yoksulluk, aydınların pısırıklığı, yani toplumsal tablonun her bir parçası nasılsa öyle, tam da oldukları gibi resmediliyorlar. Márquez, söz konusu tabloyu ve parçalarını onları değerlendirecek bilince sahip olmayan, o hayatla beslenmiş, o hayatın içinde yaşayan bir roman kahramanının bakış açısından izlettirerek didaktik ve yargılayıcı bir anlatımdan sıyrılmayı başarmış. Her şey yerli yerinde, her şey ortada, her şey apaçık ama kahramanın bakış açısına sığınarak hiçbir şeyi yargılamıyor, doğrudan çözümlemiyor, çelişkileri deşelemiyor, nedenler aramıyor. Tersine, bütün bunlara rağmen kahramanı ile birlikte hayata bağlanmayı, insanın tutkularıyla değişebileceğine inanmayı seçmiş Márquez.
Benim Hüzülü Orospularım, insanı tarihsel ve toplumsal derinliğiyle yakalayan hikâyesiyle, hayata bakışıyla, hüznüyle, mizahıyla, coşkusuyla ve bütün bunları kusursuz bir biçimde sunan anlatım tekniğiyle büyük bir yazarın kaleminden çıktığını her sayfasında hatırlatan bir roman.