Saturday, October 31, 2015

BİR GİDER BİN GELİRİZ

tayfunbenol

Kardeşini, dostunu, yoldaşını kaybedenlerin sayısı; yaşanan acının tarifi yok. Anlatılan hikâyelerin bir sonu da. Patlayan bombalarla yaşamını yitirenler coğrafyanın dört bir yanında toprağa düşmüş, yeni kavgalara filizlenmişken; kim bilir kaç evde aktı gözyaşlarımız yüreğimizin en derinine, kaç sokakta yankılandı yitirdiklerimizin isimleri…
Şimdi onların sesi sesimize, solukları soluğumuza karıştı. Toprağa düşen yalnızca bedenleri oldu, yürekleri hala burada, tam içimizde kaldı; öfkeleriyse mücadelemizin harında…
Herkes anlatmalı yitirdiklerini. Yitirdiğinin anısını bugünümüzde var etmek, mücadelesini mücadelemizde eylemek için anlatmalı. Onları katlederek bizleri korkutabileceklerini, özgürlük kavgasını durdurabileceklerini zannedenler yanıldıklarını görsünler diye; katledilen her birimizin mücadelesi dilden dile yayılsın, büyüsün, yeni yüreklerde yaşam bulsun diye, herkes anlatmalı.
Yüreği sevgiyle, inançla doludur her devrimcinin, biliriz. İnancı sokakta, sevgisi yaşamda, kavgasındadır; tıpkı Tayfun Abi’miz gibi. Nereden gelirse gelsin, adaletsizliğin türlü biçimlerine direnen; ne pahasına olursa olsun direnmekten vazgeçmeyen, bütün bir yaşamını inandığı özgürlük kavgasına adayan devrimciler hep olmuştur; tıpkı Tayfun Abi’miz gibi.
Kemal Tayfun Benol. Hafızalarımızdan silinmesine izin vermeyeceğimiz 2015 10 Ekim’inde yitirdiklerimizden yalnızca birisi. Bizimse, her daim en genç kalacak olanımız, belki en gülecimiz, mücadele dostumuz, yoldaşımız Tayfun Abi’miz.
Onu tanıyan herkesin hafızlarında silinemeyecek yerlerde mıhlanıp kalacaktır Tayfun Abi. Lise yıllarında harlanan ve ömrünün son anına kadar yüreğinde taşıdığı mücadele inancı, bizim inancımızda yaşayacak; gülen yüzü, aklımıza her gelişinde bizleri yeniden gülümsetecektir.
Her devrimcinin ardından anlatılacaklar çoktur elbet. Tayfun Abi’nin hikayesinin ise ne bir sonu, ne de hikayesine girecek olanların bir sınırı vardır. Ununu eleyip rafa kaldıran bir devrimci değildi, hiçbir zaman olmadı. “Biz yaptık, olmadı” diyerek yılgınlığı değil; “Biz yaptık siz de yapın, elbet olacak” diyerek inancı örgütledi ömrünün sonuna kadar. Onun örgütçülüğü, yüreğinin en derininde, yaşamının bütünündeydi. Henüz yeni taşındıkları sitede çalışan bir işçiyle hemen tanışıvermesinin karşısında oğlunun şaşkınlığına verdiği “ee oğlum örgütçüyüz biz” cevabı, aslında onun tüm yaşamının bir özeti gibiydi. Ondan değil miydi ki cenazesine binler akmıştı Tayfun Abi’nin, onunla olan anılarıyla beraber.
Herkesin hikayesi geçti Tayfun Abi’nin hayatından. Mısır Valisi dedesinden, Osmanlı subayı büyük amcasına, amcasının 1915’te katledilen bir aileden aldığı “Hala”sına kadar… Şimdi Tayfun Abi’nin hikayesi her birimizin hayatından geçiyor. Bir mağazada telefon aldığı satış elemanı kadının hayatından, alt katında oturan yaşlı amcanın hayatından, her hafta gittiği pazarcının hayatından, bizim hayatımızdan…
Meydan Gazetesi’nin ilk okurlarından, 26A Kafe’nin ilk gönüllülerinden, anarşist mücadelemizin yıllardan beri en büyük dayanışmacılarındandı. Hiç hesap yapmayıp elinde olan her şeyini paylaşan abimiz; gece yarıları hazırladığımız pankartların boyası bittiğinde, sokak sokak bizlere boya arayan dostumuzdu. 1 Mayıs’larda kah elinde kara bayrağıyla isyan koşusuna duran kah hazırladığımız sandviçleri sokakları dolduran binlerce emekçiyle paylaşan yoldaşımızdı.
Kimimiz O’nu gençlik yıllarının ateşli devrimci hikayelerinden, arabalarda yaptıkları gizli örgüt toplantılarından hatırlayacağız. Kimimiz, kendisi gibi bir devrimci olan oğlunu gözaltına almaya çalışan polislerin üzerine atlayışını, oğlunu, ömrü boyunca katil bildiği polislerin eline ne pahasına olursa olsun teslim etmeyişini, can hıraş direnişini hep hatırımızda tutacağız. O’nun devrimci kişiliğini, devrimci dayanışma ruhunu anlatacağımız nice anısı bizimle kalacak. Oğlunun bir yoldaşıyla birlikte yaptığı yazılama sebebiyle alındığı gözaltının ardından “aferin” diyerek kurduğu yemek sofralarında ettiğimiz güzel sohbetlerimiz gibi hatırımızda kalacak Tayfun Abimiz.
Devlet, baskısıyla-terörüyle yoldaşlarımızı gözaltına almış, bizleri yıldırmaya çalışırken; bizlere ardına kadar açtığı kapısından, uzun uzun sohbet ettiğimiz evinin salonundan; en zor zamanımızda “hadi” diyerek götürdüğü bir sahil kenarından hatırlayacağız Tayfun Abimizi.
Lise zamanından bu yana yoldaşlık ettiği dostunun çağırmasıyla giriştiği, inşaaat işçilerinin örgütlenme sürecinden hatırlayacağız. Aynı pankartı taşırlarken yaşamını yitirdiği inşaat işçileriyle birlikte yerin metrelerce altındaki şantiyelerde sürdürdükleridirenişlerinden hatırlayacağız. Zorlu Center AVM’de patronun gasp ettiği alacakları hesaplayıp, işçilere “Geri adım atmadan, tüm haklarımızı alacağız” diye haykırışından; Astoria Direnişi’nde, işçilerle birlikte direniş alanında sabahlayışından hatırlayacağız.
Yoldaşımızı, Tayfun Abi’mizi hep hatırlayacağız ve unutulmasına asla izin vermeyeceğiz.
Yüreğimizin en derinini kanatarak bizleri korkutmaya çalışsalar da, katlettikleri yoldaşlarımız gibi, hiçbir zaman korkmayacağız.
Çok sevdiğin herkesi birer birer götürdüğün Çamlıca’dan çok sevdiğin İstanbul’un yedi tepesini izlediğimizde; günün birinde tanışacağımız yeni bir yoldaşımızın gülümseyişinde; hiç bitmeyecek inancımız ve direncimizle sokakları doldurduğumuzda; yeni fidanlar ekip, yeni çiçekler büyüttüğümüzde; bir çocuğun bakışındaki heyecanla birlikte heyecanlandığımızda; her zaman seni hatırlayacağız Tayfun Abi.
“Şimdi dingin gövdende uğultuyla büyüyen sessizlik” bütün sokakları kaplayacak bir isyana büründüğünde, gövden gövdemize, inancın mücadelemize can olacak. Ve and olsun ki hesabını soracağız Tayfun Abi.
Bu yazı Meydan Gazetesi’nin 28. sayısında yayınlanmıştır.

Thursday, October 29, 2015

Bir anarşist sandığa gider mi?

Tarih: 2015-10-27 09:22:54
1 Kasım öncesi bir anarşistle konuştuk
Ercan Jan Aktaş / Demokrat Haber

Anarşistler seçimlerde ne yapar? Oy kullanır mı? Ya da kullanmalı mı? Tüm bunları 1 Kasım öncesi bir anarşistle konuştuk…


Kısaca kendini tanıtır mısın?

Öncelikle kendi kimliğimden de her kimlikten tiksindiğim kadar midem bulandığı için gerçek adımı ve soyadımı kullanmak istemiyorum, genelde internette bana rastladıkları isim yada nick name ile tanısın insanlar beni. Umarım bunu anlayışla karşılarsınız. İnternette #One nick name’i kullanıyorum. Dünyaca ünlü hacktivist grup Anonymous’un sloganı olan We are #One ve matrix filminden esinlenerek bulduğum bir ad bu. Türkiye’nin en saygın finans kurumlarından birinde çalışmaktayım, işçiyim öyle rütbeli bir memur falan değilim. Aslında her gün sokakta gördüğünüz, faturaları olan ve bu hayatın parmaklıkları arasına herkes kadar sıkışmış sıradan biriyim. Halkım diyebilirim sanırım

Bugünün politik denklemi içinde Türkiye’ye dair değerlendirmen nedir?

Yani böyle bir değerlendirme yapmak haddime olur mu bilmiyorum, lakin kendi hayata duruş noktamı belirlerken, anti politik olmaya bilhassa dikkat ediyorum. (Bakın a politik değil bilhassa anti politik.) Dolayısıyla politik bir bakış açısı ve değerlendirme yapmam mümkün olsa bile bunu yapmak istemeyecek biriyim. Sadece şunu söyleyebilirim Türkiye için, sanırım 2009 yılına ait Alexis adlı 16 yaşındaki Yunan gencinin polis tarafından vurulmasının yıl dönümünde, Yunanlılar Yunanistan’ı yakıyorlar, parlamento binasına kadar ilerliyorlar ve parlamento binası önünde seçimden beklentisi olan komünistler ile karşı karşıya kalıyorlar, ardından komünist kitle ile anarşizan kitlenin birbiri ile çatışması başlıyordu. Komünistler ile anarşistlerin çatışma yaşadığı bir toplum, anlıyor musunuz ne demek istediğimi? Biz bunun neresindeyiz peki? Siz düşünün. Yani bir kronoloji olsaydı elimizdeki veri, Yunanistan siyaset teknolojisinin en üst modellerini sergileyebiliyorken, biz henüz monarşi ve feodalite arasındayız diyebilirdim kolaylıkla… Biraz da Türkiye’nin gerçek burjuvaziyi hiç tanımamış olmasına bağlıyorum ben bunu, yani evet proletarya adına ve fikriyatı altında örgütleneceğiz evet ama kime karşı? Bizim yaşadığımız coğrafyada insanların fikir ve sistem kurgulamaktan önce neye düşman olacağını bilmiyor oluşu bence en büyük sorunsallardan biri…

Cizre’de, Silopi’de, Sur’da başka bir çok ilçede özyönetim deneyimleri var, o süreci nasıl görüyor ve nasıl değerlendiriyorsun?

Analiz sonrası sentezleme yaparken Naom Chomsky gibi bir duayen ve fikir insanı bile bir öngörüde bulunamıyor. Eğer hayata bakış noktanız anarşi bandında ise elbette özyönetim modellerine 'Yanlıştır', ya da 'Karşıyım' diyemezsiniz. Ben de demiyorum, insanların küçük komünler halinde daha kolay kendilerini bulabileceğine inanıyorum, belki biraz da ilkellik var serde ama hayatında o topraklara hiç ayak basmamış, o gelir seviyelerini görmemiş bir insanın meclisin içinde 14bin tl maaş alarak, batıda yetişip iyi okullarda okuduktan sonra, o topraklar üstüne yasa çıkarmasını anlamlandırmak zaten mümkün değil. Gel gelelim, özyönetim modellerinin sonrası önemli, yani gene karşı duracağımız bir şeye dönüşebilir, yine de gereken bir tecrübe olduğu kesin. Bu arada siz mesela milletvekilliğine aday olmak istediniz, adaylık sürecini hepimizden iyi bildiğinizi düşünerek cevaplıyorum biraz da bu soruyu. Ne demek istediğimi anlayabiliyorsunuzdur sanırım.
Ve son olarak elbette her özyönetim modeli başarılı olsa da olmasa da, sonrasındaki değerlendirmeye tâbi tutmadan önce kuşkusuz devrimdir. Ben devrimin tarafıyım koşulsuz ve şartsız. Bu sözcük benim için romantik görünmenin bir yolu değil. Olmaya çalıştığım bir gerçek.

7 Haziran ve sonrası için değerlendirmen nedir?

7 Haziran seçimlerinde kendi hayatsal ilkelerimden taviz vermeyerek oy kullanmadım açıkçası. Hatta HDP’nin barajı geçeceğine ve baraj kaygısı olmadığına emindim. Demirtaş’ın oturaklı söylemleri ve emin duruşu zaten bize bunu gösteriyordu. Aç bir siyasetçi gibi değil de şimdiden insanlara bir adım ötesini gösteren bir lider gibi davranıyor. HDP kitle partisi olma yolunda hızlıca yol alıyor ve güzel söylemlere, Türkiye’de sol siyasetin aç olduğu söylemlere imza atıyordu, ve de barajı geçtiler. Bu benim için ne iyi, ne de kötü bir sonuç değildi, lakin beklemediğim hamle Bahçeli'den geldi ve bence yapabileceği en akıl dışı hamleyi yaparak, muhteşem bir kibir koydu ortaya. Anarşist bir birey MHP’yi trollemek istese ne yapacaksa Bahçeli adeta onu yaptı. Ardından matematik bozuldu ve kaos başladı. AKP panikledi ve zaten siyasal gücü elinde tutarken sanki muhalefette olan kendileriymiş gibi bastırmaya çalıştı durumu. Ardından CHP’nin yumuşak ama her şeye karşın omurgalı duruşu ve HDP’nin gene dik ve sert tutumu kaosa yol açtı.
Onca illegal örgüt ve benim gibi bireysel anarşistler istesek yapamazdık bu tabloyu. Tabi bunun aktif politikanın yani her zamanki gibi bizlere yansıması çok acı oldu. İktidar kaygısına düşen partinin çok ön planda olarak yarattığı bir kaos şüphesi herkesin içinde oluştu. Ama halkın aptallığına güvenen iktidar partisi bunun da üstesinden gelerek saçma sapan komplo teorileri ile kendi kitlesini militarize etmeyi sürdürdü. Şimdi işte çok keskin bir viraj var önümüzde diye düşünüyorum. Ölen insanların bu soğuk siyasal polemik ve istatistiklerden çok daha değerli olduğuna inanıyor ve sadece onların onuru, beklentisi, umudu için dahi olsa istenmeyen çocuğa oy vereceğim. Yani evet Suruç’ta ölen genç Kürt kardeşim, merak etme mirasın olan oy o sandığa girecek. Bu biraz da duygusal bir insan olmamdan kaynaklanıyor belki ama anarşiye çok şey borçluyum, bir diyeti olmalı. Herkes benim gördüğüm kadar doğru/yanlış/psikopatça, her ne diyorsanız öyle görmek zorunda değil dünyayı. Bu yüzden stratejik bir hareket olarak, Türkiye’de hiç dile getirilmeyen problemleri en azından söylem olarak bile canlandırabildiği için, HDP benim partim olmasa bile, benim kısmen sesim olabilir diye düşünüyorum. Yani anarşist olmasa bile aykırı çocuk Demirtaş dostumuza bir şans daha kesinlikle verilmeli. 
Ve bu oyu ben vereceğim. 
Bireysel duruşumdur tabi, siyasal duruşum bu değil tabi ki.
Aynı gün HDP tek başına iktidar olsa, muhtemelen beş gün sonra da sokakta HDP’ye karşı eylem yapıyor olurduk.



Monday, October 26, 2015

Tommaso Campanella (1568-1639)


 Tommaso Campanella, düşüncelerini yirmi yedi yıllık hapis hayatıyla ödemiş bir düşünce kahramanıdır. Onun yaşadığı dönem, Avrupa katolik dünyasının parçalanmaya başladığı, modern dünyayı hazırlayan politik, ekonomik ve kültürel olayların oluştuğu günlere rastlar. Daha XIV. ve XV. yüzyıllarda, katolik Kilisesinin katı dogmalarına, büyük ve haksız zenginliğine, derebeylik düzeninin kötülüklerine karşı, çeşitli tarikatların önderliğinde, yer yer baş gösteren ayaklanmalar Avrupa'yı baştan başa saran bir nitelik kazanmıştı. Bir yandan Kilisenin, bir yandan da kral kuvvetlerinin bastırıp ortadan kaldırdığı bu tarikat ayaklanmaları, başka başka yerlerde, başka adlarla yeniden örgütlenip harekete geçiyordu. İşte, Bohemya'da uzun süre etkin olan Picard'lar ya da Adamist'ler! İşte, İtalya, Fransa ve Almanya'da «insanın bu dünyada mutlu olmasını» isteyen Beggard'lar! İşte, İngiltere'deki Wyclif'çiler, orta Avrupa'daki Hus'cular! Bütün bu tarikatlar, dinsel yenilikler yanında, daha haklı bir toplumsal düzen kurma çabası içindeydiler. Hus'cuların bir kolu olan Taborit'ler, dinsel törenlerin bir çoğunu atmakla kalmıyor, din reformunu mal ortaklığına dayanan toplumsal bir devrimle tamamlamak istiyorlardı. İşte, Campanella bu toplumcu görüşten, bu devrimci ilkelerden yola çıkar ve «Ben doğacak yeni sabahların çan sesiyim» der. Ne yazık ki, ufukta beliren bu yeni sabahı göremiyecektir. Ama, onun adı felsefe ve sosyal doktrinler tarihinde, bir müjdeci olarak, yaşamış ve yaşayacaktır. Campanella, İtalya'da Calabria bölgesinde Stilo kasabasında dünyaya geliyor. Daha küçük yaştan, üstün zekâsı ve okumaya olan aşırı tutkunluğuyla dikkati çekiyor. On üç yaşında çeşitli konular üstüne şiirler yazıyor, uzun uzun söylevler veriyor. On beş yaşında Cosenza dominiken manastırına giriyor ve orada Aquino'lu ermiş Augustinus'un «Şomma Theologica»sını defalarca okuyor. Çok geçmeden manastırda okumadığı eser kalmıyor. Bilgiye olan susuzluğunu bir şiirinde şöyle dile getiriyor: «Dünyanın bütün kitapları doyuramaz kafamın açlığını. Neler neler okumadım! Ama yine de kafamın açlığından ölüyorum... Anlayışım arttıkça, bilgim eksiliyor...» Dinsel konulardan az zamanda bıkan Campanella, felsefeye veriyor kendini. Büyük İtalyan filozofu Telesio'da aradığı önderi buluyor. Doğruyu kitaplardan çok, tabiatın gözleminde arayan Telesio, Aristoteles'in bütün bir çağı etkileyen felsefesine karşı tabiat felsefesini savunuyordu. Bu amaçla da Academia Telesiana adıyla bir felsefe derneği kurmuştu. Telesio'nun temel düşüncesi şuydu: Bilim soyut kavramlardan değil, gerçek varlıklardan yola çıkmalıdır; deney, bilimin başvurması gereken temel kuraldır. Campanella yirmi iki yaşında ilk eserini yazıyor. Bu, Telesio'yu düşmanlarına karşı savunmak ve Aristoteles felsefesini çürütmek amacıyla kaleme aldığı Philosophia sensibus demostratat'tır. Eser cizvitlerin saldırısına uğruyor. Sapkınlık ve büyücülükle suçlanan Campanella, Papa'nın emriyle Cosenza'dan ayrılıp Stilo'ya dönmek zorunda kalıyor. Stilo manastırında boş vakitlerini okumak, bilgisini arttırmakla değerlendiren Campanella, çok geçmeden «bu dar ve karanlık hapis-evinden» kaçıyor. On yıl, İtalya'yı baştan başa dolaşıyor. Venedik'te Galile'yle, daha bir çok tarihçi ve filozofla tanışıyor. Uğradığı yerlerde, alışılmış düşüncelerle, kör inançlarla savaşıyor. İtalya'nın hemen bütün büyük kentlerini gördükten sonra, savaşkan ve kararlı, Stilo'ya dönüyor. Campanella'nın hayat dramı burada başlıyor. 1600'lerde bütün güney İtalya, İspanya'nın bir sömürgesi haline gelmişti. Özellikle Calabria bölgesi, din adamlarının elinde daha da yoksullaşmıştı. Bir yandan enkizisyon vahşeti, bir yandan yoksulluk, toplumsal isteklere yol açmaktaydı. Kültür merkezleri olan kitaplıklar ve akademiler kapatılmıştı. Serbest düşünce manastırlarda barınabiliyordu ancak. Yurdunu İspanyol boyunduruğundan kurtarmayı düşünen Campanella bir ayaklanma tertiplemeye başlıyor. Pietro Giannone «Napoli Tarihi» adlı eserinde bu ayaklanma için şunları söylüyor: «Campanella yeni düşünceleri, özgürlük ve cumhuriyet tasarılarıyla az kalsın Calabria'nın altını üstüne getirecekti. Krallıkları yeni bir düzene sokmaya, toplumları yönetecek anayasalar koymaya kadar ileri götürmüştü işi.» Anlaşılan, Campanella, sonradan hapiste yazacağı Güneş Ülkesi'nin toplum düzenini daha o zamandan tasarlamış, politik ayaklanmayı, daha önceki sapkın tarikatların yaptığı gibi, toplumsal bir reformla tamamlamaya kalkmıştı. Papa Paulus V, Urbanus VII, Bacon ve Richelieu gibi astrolojinin özel etkilerine inanan Campanella, yıldızlardaki birtakım belirtilere bakıp, dünya yüzünde, özellikle Napoli krallığında ve Calabria'da devrimler olacağını söylüyordu. Dinsel ve toplumsal alanda gerekli saydığı yenilik düşüncelerini birçok manastır rahiplerine benimsetmişti. Giannone'ye bakılırsa, üç yüzü aşkın rahip bu ayaklanmaya katılıyor. Bir çok vaiz halkın arasına girip «Özgürlüğe kavuşmak, parayla insan kanı akıtan, yoksulları ezen kral adamlarının işkencelerine son vermek için birleşmeye» çağırıyorlar onu. Napoli'li birçok soylularla birlikte bir hayli piskopos da bu ayaklanmayı destekliyor. Bu ara, bir Türk donanmasının yardımı da sağlanıyor. Ama, ayaklanma önceden haber alınarak önleniyor ve bir Türk gemisine kaçmak üzere anlaştığı bir kayıkçıyı bekleyen Campanella bir kulübede yakalanarak Napoli'ye götürülüyor. Atıldığı hapisevinde korkunç işkencelere uğruyor. «Atheimus triumphatus» adlı eserinin önsözünde Campanella çektiği işkenceleri şöyle anlatıyor:«Elli hapisevine girdim çıktım. Yedi kez, tüyler ürpertici işkencelere uğradım. Son işkence kırk saat sürdü. Bedenimi iplerle sıkı sıkı sarıp kan revan içinde bıraktılar. Ellerimi arkaya bağlayıp, sivri bir kazığın üstüne sallandırdılar beni. Kırk saat sonra beni öldü sandılar, işkenceyi durdurdular. İşkencecilerimden bazıları, daha da canımı yakmak için, asılı bulunduğum ipi habire oynatıyor, boyuna küfür savuruyorlardı. Bazıları da, «Yaman adam, doğrusu» demekten kendilerini alamıyorlardı. Hiç bir şeyle sarsamadılar, alt edemediler beni, bir tek söz bile alamadılar ağzımdan.1 Tam altı ay süren bir hastalıktan, bir mucizeyle kurtulduktan sonra, bir çukura attılar beni. On beş ay kaldım orada. Sonra yargıç önüne çıkarıldım. Önce bana: «Öğrenmediğin şeyi nasıl bilebilirsin? Şeytan mı var senin emrinde?» diye sordular. Ben de: «Bildiklerimi öğrenmek için, sizin içtiğiniz şarapların on misli kandil yağı harcadım» diye karşılık verdim. Üç Düzmeci adlı kitabı yazmakla suçladılar beni. Oysa, ben daha dünyaya gelmeden basılmıştı bu kitap. Beni Demokritos'un düşüncelerini benimsemekle, kiliseye karşı düşmanca duygular beslemekle, din kurallarının dışına çıkmakla suçladılar. Güneş'te, Ay'da ve yıldızlarda devrimleri haber veren belirtileri ileri sürüp ayaklanmalar hazırlamakla, dünyayı sonsuz ve bozulmaz gösteren Aristoteles'e karşı çıkmakla suçladılar beni. Bütün bunlardan ötürü, beni tıpkı Jeramiah gibi, havasız, ışıksız bir çukura tıkadılar.» Campanella'nın hapislik hayatı yirmi yedi yıl sürüyor. Böylesine uzun bir işkence hayatına Campanella gibi ruh ve kafaca sağlam, inançlarında sarsılmaz bir insan dayanabilirdi ancak. Nitekim işkencecilerine karşı başı hep havada kalıyor, onlardan ne bağışlanmasını istiyor, ne de yardım bekliyor. İstediği tek şey, kitap, kâğıt ve kalem; yani, kafasını beslemek ve kafasının ürünlerini dışarıya saçmak. Campanella'nın hapis hayatı 1626'da sona eriyor. İspanya kralı Philip III'ün ölümünden sonra (1621), papa Urbanus VIII ‘in beş yıl süren çabasıyla serbest bırakılıp Roma'ya gidiyor. Çok geçmeden, pusuda bekleyen düşmanlarının saldırısına uğruyor ve Fransız elçisinin yardımıyla Fransa'ya kaçıyor. Kardinal Richelieu ve Louis XIII.'den yakınlık ve yardım gören Campanella ömrünün geri kalan kısmını Paris'te dominiken manastırında sessiz ve rahat, geçiriyor. 1639'da, yetmiş bir yaşında ölüyor. Campanella,hemen hepsi Lâtince olan sayısız eserler yazmıştır. Felsefe tarihinde Campanella'nın adı, Aristoteles felsefesinin düşmanı ve deneysel yöntemin öncüsü olarak anılmaktadır. Bacon'dan önce, fizik alanında, gözlem olmadan, varsayımlar deneylemeyle kontrol edilmeden sağlam hiç bir bilgiye varılamaz, diyen o olmuştur (G. Fonsgrive), Calabria'lı filozof, her şeyden önce, felsefeyle tanrıbilimi birbirinden ayırmak gerektiğini ileri sürüyor. Ona göre, felsefe duygu ve akıl yoluyla varılan tabiat bilgisidir, İncil'se imanla tabiat-üstü dünyasını tanımayı amaç edinmiştir. Tabiatı öğrenmek, günlük yaşayışımızda ondan faydalanmak anlamına geldiği halde, tanrıbilim sadece ruhun kurtuluşuyla ilgilenmektedir. Onun için, felsefe, tabiatın sırlarına yönelmiş bir araştırma olarak, Kutsal kitapların baskısından kendini kurtarmalıdır. Çünkü, bu kitapların böylesi bilgiyle hiç bir ilişkisi yoktur. Ayrıca felsefe, kendini insandan (örneğin, Aristoteles'ten) gelen her türlü otoriteden de kurtarmalıdır. (Bruna Widmar) Felsefe eserlerinin değeri ne denli büyük olursa olsun, Carnpanella'dan bugüne kalan, adını ölümsüzleştiren şey, hiç şüphe yok ki, Güneş Ülkesi'nde dile getirdiği toplumsal bir düzen düşüncesidir. İlk defa Utrecht'de 1643'de basılmış olan Güneş Ülkesi, (Civitas Solis), Platon'un Devlet'i ve Thomas More'un Utopia'sıyla aynı düşünce çizgisi üzerinde, insanoğlunu mutlu bir yaşayışa kavuşturma yolundaki isteklerin en temiziyle yazılmış eserlerin başında gelir. Güneş Ülkesi, Campanella'nın, günün birinde gerçekleşeceğini düşündüğü filozofça bir devlet tasarısıdır. Campanella bütün kötülüklerin ve haksızlıkların kaynağı, insanın kendinden başkasını düşünmemesinde, dünya malının benim senin diye bölüşülmesinde buluyor. Ona göre, insanlar, genel yarar kaygusundan uzak oldukları sürece, kendi dar çevrelerinde, kendilerinden başkasını düşünmezler. Oysa, toplum halinde birleşen insanların amacı genel yarar olmalıdır. Özel çıkarları kaldıralım, toplum yararından başka bir şey kalmaz ortada. Bencil davranışlar, eninde sonunda, toplum güçlerinin çatışmasına yol açar. Oysa bu güçlerin genel yarara yönelmesi, güçler arasında tutarlı bir denge yaratır. Onun için, Güneş Ülkesi'nde her şey devletin, genel yararın buyruğu altındadır. Ama, denilecektir ki, özel mal mülk olmazsa, insanları nasıl çalıştırırız? Campanella buna, insanlarda dayanışma bilinci, topluma yararlı olma isteği yaratarak, diye cevap verecektir. Tarih bize Romalıların, yoksulluklarına rağmen, yurtları uğruna seve seve savaşa atıldıklarını göstermiyor mu? İlk Hıristiyanlar zamanında, kazançtan, mal mülk düşüncesinden uzak, dünyadan elini eteğini çekmiş, topluluk uğrunda kendi çıkarlarını, sevgilerini, hattâ canlarını bile hiçe sayan rahipler aynı özgecilik örneği vermiyorlar mıydı bize? Bugünkü toplumda bile, kardeşçe çalışma, çıkarsız yarışma örnekleri görmüyor muyuz? Şimdilik devede kulak olan bu örnekler niçin bir gün genelleşmesin? Ayrıca şu da var: Güneş Ülkesi'nde çalışma bir angarya olmaktan çıkmış, bir zevk halini almıştır. Aylaklık ayıp, yüz kızartıcı bir şeydir orada. Campanella filozofça devlet tasarısında, mal mülk ortaklığı yanında, kadın ortaklığını da ele alıyor. Kendinden önce, Platon da devlet içinde anlaşma, kaynaşma yaratır diye, kadın ve çocukların ortak olmasını savunmuştu. Ne var ki, Platon, bu ortaklığı yalnız yöneticiler için öngörüyordu. Campanella ise, bu ortaklığı bütün toplum için istiyor. Şunu unutmamak gerekir ki, kurmacı Platon'dan önce, kadın ortaklığı Heredotus'un da belirttiği gibi bazı İskit kabilelerinde varmış. Bu kabilelerde kadınlar ata biner, avlarda, savaşlarda erkeklere eşlik ederlermiş. Yunan tarihçisine bakılırsa bu ortaklığın amacı, kan bağıyla herkesi birbirine sıkı sıkıya bağlamak, kıskançlıkların, kinlerin önünü almakmış. Öte yandan, Lykurgos Yasaları evlilik için birtakım yaş sınırları koymakta ve güçsüz düşen yaşlı erkeklere, aile yuvalarını bozmamak için, karılarını zaman zaman, evlenmeden çoluk çocuk sahibi olmak isteyen bekâr erkeklere sunma hakkı tanımaktadır. Görülüyor ki, Campanella, soyun üremesine ve çocuk eğitimine verdiği önem dolayısıyla kadın ortaklığını benimserken, Platon'un düşüncelerinden faydalandığı kadar, antik çağ uluslarının yasalarından da esinlenmiştir. Campanella, yeni bir altın çağın doğacağına ve bunun da Güneş Ülkesi gibi bir devlet düzeniyle gerçekleşeceğine inanıyordu. 
Aşağıda «Altın Çağ» adlı şiiri bunun sağlam bir kanıtıdır. 

ALTIN ÇAĞ 
Mutlu bir altın çağ olduysa eskiden 
Niçin bir kez daha olmasın? 
Her şey dönüp dolaşıp Gelmiyor mu eski yerine? 
Düşündüğüm, öğütlediğim gibi benim 
Paylaşsaydı insanlar Yararları, mutluluğu ve ahlâkı 
Cennet olurdu dünya... 
Uyanık, temiz sevgiler gelirdi diyorum 
Azgın, kör sevgiler yerine 
Yalan dolan, bilgisizlik yerine
 Gerçek bilgi gelirdi 
Ve kardeşlik zorbalığın yerine.   

Campanella'nın çağdaşı Rossi adında bir yazar şöyle yazıyor: Campanella'ya otuz beş saat boyunca yaptıkları işkence öylesine vahşiceydi ki «kıçının bütün kan damarları kopmuş, açılan yaralardan durmadan kanlar boşanıyordu. Bununla beraber, dişlerini sıkıp işkenceye öylesine dayandı ki, ağzından, bir filozofa yakışmayacak tek kelime bile alamadılar.»


Thursday, October 22, 2015

ZAMANIN ÇOK ÖTESİNDE BİR KADIN: HYPATİA


Hypatia öldürülmeseydi ve İskenderiye okulu kapanmasaydı insanlık bugünkü uygarlık düzeyine yüzlerce yıl önce kavuşur muydu? İskenderiye, Makedon kralı Büyük İskender tarafından M.Ö. 332 yılında kurulan Yunanlıların, Mısırlıların, Yahudilerin huzur içinde yaşadıkları çağın bilim merkezi. Oysa bu güzel şehir, 5. yüzyılda Hristiyanlığın yaygınlaşması sırasında inanç savaşlarının merkezi olarak kazınacaktı hafızalara…
Birçoğumuzun “Agora” filmini izledikten sonra tanıdığı güzeller güzeli bir kadın olan Hypatia M.S 370 yılında İskenderiye’de doğdu. Babası Theon, İskenderiye Üniversitesi’nde matematik hocası ve yöneticisi idi.
Sorgulamayı, araştırmayı seven meraklı bir genç olan Hypatia bu ortamda büyüdü, babasının rehberliğinde el sanatları, şiir, matematik, astronomi, geometri, felsefe konularında kusursuz yetişti. Zamanla babasının bilimsel araştırmalarda oyun arkadaşı halini aldı. Hypetia için din, bilimdi, felsefeydi. Babası kendisine tüm dogma dinleri öğretmişti, ama ardından da şunları eklemişti.

“Bütün dogmatik dinler yanlışlarla doludur ve kendine saygısı olan bir kimse tarafından son gerçek olarak kabul edilmemelidir. Düşünme hakkını hep kullanmalısın, çünkü yanlış düşünmek hiç düşünmemekten yeğdir.”
Her anlamda kusursuz yetişmiş bir genç kadın oldu zamanla Hypatia, sadece bilimle değil sporla, müzikle donatılmıştı. O zamanlar hitabet Yunanlılarda hem bilim, hem de bir sanattı. Hypatia bu sanatı en iyi uygulayanlardan biri haline dönüşte zamanla…
Yıllar sonra babasından öğrendiklerine kendi kendine öğrendiklerini de katıp şunları yazdı:
“Masallar masal diye, efsaneler efsane diye anlatılmalıdır. Boş inançları gerçek diye öğretmekten daha korkunç bir şey olamaz. Çocuk aklı bunları kabul eder ve çocuk yanlış şeylere inanır. Bu yanlış inançlardan arınmak çok zor olur, uzun yıllar alır. İnsanlar boş inançlara bir gerçekmiş gibi inanıp uğruna dövüşürler. Hatta boş inançlar uğruna daha fazla dövüşürler çünkü boş inanç öylesine elle tutulmazdır ki çürütülmesi neredeyse olanaksızdır.”

Zamanla Hypatia üniversitede sevilen bir öğretmen durumuna geldi. Tarihçi Sokrat’a göre onun sınıfı, evi öğrencilerle, çağın bilgin ve düşünürleriyle dolup taşıyor, Avrupa, Asya ve Afrika’dan akın akın öğrenciler sırf onun derslerini dinleyebilmek için İskenderiye’ye geliyorlardı. Bu öğrencileri arasında ileride İskenderiye valisi olacak olan Orestes ve Ptolemais’in piskoposu olacak olan Synesius da vardı.
Herkesin ilgi odağıydı bu güzel kadın. Onu aşık olan onlarca kişi vardı ama O kibarca “Ben gerçekle evliyim”diyerek kendisine yapılan tüm teklifleri geri çevirirdi.
Yeni Eflatuncular denilen bir düşünce okulundan sayardı kendini. Ancak bu okulun düşünce yapısı Hristiyanlığın dogmatik ve bağnaz görüşleri ile çelişmekteydi.
Hypatia derslerini anlatırken, İskenderiye zor günler yaşamaktaydı. MS 412 yılında İskenderiye Patrikhanesinin başına Kiril(Cyrille) adlı bir papaz atanmıştı. “Parabolani” denilen, sözde zayıf ve yoksun halka yardım etmek adına toplanmış, din fedailerini etkisi altında tutmakta ve önce paganları, ardından Yahudileri katletmeleri için onları yüreklendirmekteydi.

Kiril kendini beğenmiş, dini istediği gibi saptıran ancak etkin konuşma biçimi ile halkı etkileyebilen biriydi. Asıl amacı din yaymaktan öte siyasi gücü ele geçirmekti. O dönemde İskenderiye’de siyasi güç Romanın atadığı, zamanında Hypatia’nın öğrencisi, aşığı ve zamanla en iyi dostu olan, o günün koşullarına göre aydın sayılabilecek Orestes’in elindeydi. Kiril’in amacı Orestes’i zayıflatmak olunca elinde çok güçlü iki kozu vardı:Din ve Hypatia
Bilim tarihinin en korkunç cinayetlerinden birinin planları yapılmaktaydı. Orestes’le Kiril’in dostluklarının tek engelin bir inançsız olan Hypatia olduğu ve onun yok edilmesi gerektiği söylentileri zamanla yayılmaya başlamıştı halk arasında. Ve zamanla bir cadı olarak ilan edildi Hypatia. Savunmasız bir şekilde üniversitenin kapısında yakalandı, çeşitli işkencelere uğradı ve 45 yaşında öldürüldü cahil halk tarafından Hypatia.


Ünlü matematikçi Hardy’nin söylediği gibi, Greek okulu Hypatia’nın ölümü ile sona erdi. Bundan sonra skolostik düşünce egemenliğini 1500 yıl sürdürecek ve bilimsel yönüyle karanlık çağa girecekti.
Hypatia’nın yazdığı birçok kitap ne yazık ki kütüphanenin yangın ve yağmasında heba olmuştur. Ancak günümüzde biliyoruz ki Eğer Hypatia ve Theon olmasaydı Ptolomy, Euclid ve diğer Yunanlı matematikçilerin eserleri günümüze ulaşamayacaktı. Diofantos’un astronomi üzerine çalışmalarına katkıda bulunduğu bir yapıtının parçaları 15’inci yüzyılda Vatikan kitaplığında bulundu. Hypatia’nın Öklid ve Apollonius’un Konikleri Üzerine kitaplar yazdığı bilinmektedir. Oysa Hypatia’dan sonra 17’nci yüzyılın ikinci yarısına kadar bu konulara, Descartes, Fermat, Newton, Leibniz gelene kadar, bilim dünyasında değinilmemiştir.
Burada akla şöyle bir soru geliyor: Hypatia öldürülmeseydi ve İskenderiye okulu kapanmasaydı insanlık bugünkü uygarlık düzeyine yüzlerce yıl önce kavuşur muydu?
Yazıyı Hypatia’nın hayata bakış açısını özetleyen sözüyle kapatalım:
“Bizi birleştirenler, ayıran şeylerden daha fazla, hepimiz kardeşiz…”
Sibel ÇAĞLAR
Yararlanılan kaynaklar:
Matematiğin Öyküsü ve Serüveni – Prof. Dr. Ali Dönmez
http://matematikkoyu.org/e-kutuphane/makaleler/oyun_hypatia.pdf
http://tr.wikipedia.org
http://dergi.aktiffelsefe.org/


Sunday, October 18, 2015

Voltairine de Cleyre

Voltairine de Cleyre (17 Kasım 1866—20 Haziran 1912) 
ABD’li anarşist. Emma Goldman’ın sözleriyle “Amerika’nın yetiştirdiği en yetenekli ve keskin zekalı anarşist.” Erken ölümünün, bugün diğerleri gibi tanınan bir anarşist olmasını engellediği kabul edilir.[1]
Konu başlıkları
1 Hayatı
2 Siyasi görüşleri
2.1 Anarşizm (Önadsız)
2.2 Doğrudan Eylem
2.3 Feminizm
2.4 Anti-militarizm
3 Eserleri
4 Kaynakça
5 Okumalar
6 Bkz.
Hayatı
Michigan’da küçük bir kasaba olan Leslie’de doğdu, babasının ailenin geçimini sağlayamaması nedeniyle küçük yaşta zorunlu olarak Katolik manastırına verildi. Bu deneyim onun üzerinde Hıristiyanlıktan çok ateizmin etkili olmasına neden oldu. Sarnia’da (Ontario, Kanada) bulunan Manastır’da geçirdiği zaman hakkında Cleyre şöyle demiştir: “Ölüm Gölgesi Vadisi gibiydi, ve o boğucu günlerde ihmalin ve batıl inancın yakıcı cehennem ateşinin bedenimde bıraktığı beyaz yara izleri var.” Voltairine de Cleyre buradan Huron Michigan Limanı’nı yüzerek ve 17 mil yol yürüyerek kaçma girişiminde bulundu, ailesinin arkadaşları ile karşılaşması ardından babasına haber verilerek geri gönderildi. Yeniden kaçan Cleyre bu defa bir daha geri dönmedi.
Ailesinin, Abolitionist hareket (ABD’de köleciliğin kaldırılmasını savunan grup) ve Underground Railroad hareketi(ABD’li kölelerin bu ülkeden özgür ülkelere kaçmalarını sağlayan grup)ile bağları, bitmek bilmez amansız yoksulluk, ismini felsefeci Voltaire’den alan Cleyre’in yetişkin yaşlarında radikal söylemlere sahip biri olmasında ciddi katkıları oldu. Manastır eğitimi ardından, Cleyre sekülerözgür düşünce hareketine katılarak entelektüel çevreye dahil oldu, burada dersler verdi ve bu hareketin gazetesine, makaleleri ile katkılarda bulundu.
1880’lerin ortalarında ve sonlarında, içinde bulunduğu özgür düşünce hareketi zamanında, de Cleyre özellikle Thomas Paine, Mary Wollstonecraft ve Clarence Darrow’dan etkilendi. Düşüncelerinden etkilendiği diğer isimler ise Henry David Thoreau, Big bill Haywood ve sonraları Eugene Debs’dir.
Haymarket eylemcilerinin 1887 yılında asılarak idam edilmeleri ardından anarşist olduğu kabul edilir. Otobiyografik makalesinde “O zamana kadar mahkemelerde Amerikan yasalarındaki adalet esasına inanıyordum” diye yazmıştır, “Bu olaydan sonra bir daha asla böyle düşünmedim.” diyecektir.
De Cleyre mükemmel bir konuşmacı ve yazar olarak tanınır – biyografi yazarı Paul Avrich’e göre, o “yazınsal alanda diğer tüm Amerikan anarşistlerinden daha büyük bir yetenektir” ve anarşist ideallere adanmış yorulmak bilmez bir savunucu olarak [Goldman’a göre ] “imanlı şevki giriştiği her işe damgasını vurmuştur.”[2] De Cleyre’in esin kaynaklarından biri Dyer D. Lum’dır; “onun öğretmeni, güvendiği kişi, yoldaşı”, idi, fakat Lum 1893 yılında intihar etti.
Voltairine’in ölümünden birkaç gün sonra gerçekleştirilen anma töreni için basılan el ilanı.
12 Temmuz 1890’da Harry adında bir erkek çocuk dünyaya getirdi, babası özgür düşünce çevresinden James B. Elliot idi; fakat de Cleyre, Elliot ile birlikte yaşamayı reddettiğinde Harry ondan alındı.[3]
Tüm hayatı boyunca hastalıklarla ve depresyonu ile mücadele etti, en az iki kez intihar girişiminde bulundu ve 19 Aralık 1902’de bir süikast girişiminden kurtuldu. Saldırgan Herman Helcher adında Cleyre’nin eski öğrencilerinden, akıl sağlığını yitirmiş biriydi, Cleyre süikast girişiminin hemen ardından Helcher’i affetti. Bu konuda “Akıl sağlığının yerinde olmamasından kaynaklanan bu eylemi nedeniyle onu hapishaneye göndermek medeniyete hakaret olurdu” diye yazmıştır. Saldırı ona, konuşmasını ve konuya yoğunlaşmasını olumsuz etkileyecek kronik kulak ağrısı ve boğaz enfeksiyonu bırakmıştır.
Voltairine de Cleyre, Chicago-Illinois’de St. Mary Nezaret Hastanesinde hastalığı septik menenjit nedeniyle 20 Temmuz 1912 yılında öldü
Siyasi görüşleri
Anarşizm (Önadsız)
Voltairine de Cleyre’nin siyasi görüşü tüm hayatı boyunca sürekli değişime uğramıştır, son olarak anarşizmin (önadsız) önemli savunucularından biri oldu, bu düşüncede –tarihçi George Richard Esenwein’e göre- “komünist, kollektivist, mutualist, bireyci gibi niteleyici isimler kullanılmaz.”Bazıları için, [anarşizm (önadsız) ]farklı anarşist ekollerin birarada varolmasına tolerans gösteren bir tutumu ifade eder. [4]
Uzun yıllar de Cleyre, Amerikan bireyci anarşist gruplar içinde bulundu. Erken dönemde bireyciliğe bu bağlılığı kendisi ile Emma Goldman arasında yaptığı ayrımdan anlaşılabilir. “Bayan Goldman bir komünist, ben bir bireyciyim. Onun isteği mülkiyet hakkını yoketmek, ben ise onu savunuyorum. Ben mücadelemi ayrıcalık ve otoriteye karşı yürütüyorum, ki bu sayede mülkiyet hakkı, bireye uygun olan asıl hak, yokedilebilir. Goldman’a göre kooperatifler rekabetin yerini tamamen alabilir; ben ise rekabetin şu ya da bu şekilde herzaman olacağını iddia ediyorum, ve bunun böyle olması son derece istenen bir şeydir.” [5]
Goldman ve de Cleyre, kendi aralarındaki bu olumsuz tutuma rağmen entelektüel açıdan birbirlerine saygı duymaktaydılar. 1894 tarihli Emman Goldman’ın Savunması ve Mülksüzleştirme Hakkı adlı makalesinde de Cleyre mülsüzleştirme hakkını destekleyen bir yazı yazmış, fakat bununla birlikte yine de tarafsız kalmaya devam etmiştir. Makalesinde “Bir insanın en küçük duyarlı bir parçasının bile tüm New York şehrinin mülkiyet haklarına değer olduğunu düşünmüyorum… Yiyecek ve giyecek rüyası ile, hapishaneden uzakta, açlıktan ve soğuktan ızdırap çekmek ya da Timmermann ve Goldman’ın yanında yer alarak mülkiyet kurumlarına aleni eylemlere girişme kararının size kaldığını söylüyorum.” diyecektir.
De Cleyre son dönemde bireyciliği reddetme noktasına geldi. 1903 yılında “Çalışan sıradan işçilerin yapabileceği en iyi şeyin, paranın gücünden kurtulmak için, kendi işkollarını örgütlemek” ve “işveren – işçi ayrımı yerine elbirliği ile birlikte üretmek” gerektiğini dile getirmiştir. (“Neden Bir Anarşistim”). 1912 yılında Paris Komünü’nün başarısızlığının kaynağı olarak [özel] mülkiyetin korunmasını gördüğünü söylemiştir. “Komün Yükseliyor” adlı makalesinde, ona göre “Komünün düşmesinin başka nedenleri olmasına rağmen, asıl nedeni gerekli olduğu anda Komün taraftarları Komünist değildi.” Onlar siyasi zincirlerini, ekonomik zincirlerini bertaraf etmeden kırmaya kalkıştılar…” [6] “Sosyalizm ve Komünizm, her ikiside belli bir düzeyde ortak çaba ve yönetimi gerektirir ki bu tamamen Anarşizm ideali ile tutarlı olmaktan çok, daha fazla kontrolü sağlar; Bireycilik ve Mutualizm mülkiyete dayanarak, özel polis gücünün gelişimine önayak olur ki benim özgürlük anlayışımla uyuşmayan bir durumdur. “Bir Anarşist Olmak” adlı yazısında, “Kendimi yalın haliyle ‘Anarşist’ sıfatından başka bir şeyle tanımlamıyorum” diyecektir.
Voltairine’nin bireyciliği reddetmesinde komünizmi kabul etmesinin bir rolü olduğu hakkında çeşitli görüş ayrılıkları vardır. Rudolf Rocker ve Emma Goldman böyle bir iddiayı öne sürmüşlerdir, fakat aralarında biyografi yazarı Paul Avrich’in bulunduğu başkaları buna itiraz ettiler. [8] Anarşist yazar Iain McKay, de Cleyre’nin 1908 paranın olmadığı ekonomi savunusunun, komünizm olduğunu dile getirmiştir.[9]
Doğrudan
Voltairine de Cleyre’nin 1912 tarihli doğrudan eylem savunması’na bugün yaygın biçimde atıfta bulunulur. Bu makalesinde, de Cleyre, Boston Çay Partisi’ni (Boston Tea Party) bir doğrudan eylem örneği olarak ele alır; ona göre “doğrudan eyleme her zaman başvurulmuştur, ve bugün bizzat onu lanetleyenler tarafından tarihte tasvip edilmiştir.”
Feminizm
1895 tarihli Seks Köleliği adlı konferansında, de Cleyre güzellik idealini kadınların bedenlerine zarar verdiği için ve çocuklara uygulanan sosyalleşme etkinliklerini doğal olmayan cinsiyet rolleri yarattığı için eleştirir. Makalenin başlığı bundan da bahsedilmiş olmasına rağmen hayat kadınlarına atıfla kadın ticaretini anlatmaz; aslında burada konu edilen medeni yasaların kendi karılarına tecavüz eden erkeklere karşı hiçbir bağlayıcılığının olmamasıdır. Bu tür yasalar “her evli kadını; efendisinin ismini alan, efendisinin ekmeğine ve emirlerine tabi, efendisinin zevklerine hizmet eden zincirlenmiş köleye dönüştürür.”
Anti-militarizm
De Cleyre savaş zamanları dışında tutulan orduya şiddetli şekilde karşı çıkmıştır, çünkü hazır ordunun varlığı ona göre savaşları daha olası hale getirmektedir. 1909 tarihli makalesi “Anarşizm ve Amerikan Geleneği”nde, barışı gerçekleştirmek için “her barışçıl insan, orduya desteğini çekmelidir, ve savaş isteyen herkes bunun maliyetini ve riskini üstlenmelidir; insan-öldürme mesleğini icra edenlere ne ücret ne de barınma sağlanmalıdır.” diyerek anti-militarist tutumunu ifade etmiştir.
Eserleri
Konuşmalarının biraraya getirildiği, Bir Mayıs:Haymarket Konuşmaları 1895-1910 (The First Mayday:The Haymarket Speeches) Libertarian Book Club tarafından 1980 ve 2004 yıllarında basıldı. The Voltairine de Cleyre Reader ise AK Press tarafından yayınladı. 2005 yılında konuşmalarının ve makalelerinin toplandığı iki koleksiyon daha SUNY Press tarafından Exquisite Rebel: The Essays of Voltairine De Cleyre – Anarchist, Feminist, Genius, diğeri University of Michigan Press tarafından,Voltairine De Cleyre and the Revolution of the Mind adı ile yayınlandı.
Kaynakça
1] Presley, Sharon. Exquisite Rebel: Voltairine de Cleyre.
2] People & Events: Voltairine de Cleyre, PBS American Experience
3] Ibid.
4] Esenwein, George Richard “Anarchist Ideology and the Working Class Movement in Spain, 1868-1898” [p. 135]
5] Voltairine de Cleyre, “In Defense of Emma Goldman and the Right of Expropriation”
6] DeLamotte Eugenia C. Gates of Freedom: Voltairine de Cleyre and the Revolution of the Mind University of Michigan Press (September 15, 2004) pp 206
7] Voltairine de Cleyre, “Anarchism,” Selected Works of Voltairine de Cleyre, New York: Mother Earth, 1914, p. 107.
8] Presley, Sharon. Exquisite Rebel: Voltairine de Cleyre.
9] McKay, Iain, “The legacy of Voltairine De Cleyre”, Anarcho-Syndicalist Review, #44 (Summer 2006)
Okumalar
De Cleyre, Voltairine. Selected works of Voltairine de Cleyre. Mother Earth Pub. Association. (1914)
Avrich, Paul. An American anarchist : the life of Voltairine de Cleyre. Princeton University Press. (1976)
A. J. Brigati. The Voltairine De Cleyre Reader. AK Distribution;1. (2004)
Eugenia C. Delamotte. Voltairine De Cleyre and the Revolution of the Mind. University of Michigan Press;
Margaret Marsh. Anarchist Women 1870-1920. Temple University Press; 

Sharon Presley and Crispin Sartwell. Exquisite Rebel: The Essays of Voltairine De Cleyre – Anarchist, Feminist, Genius. State University of New York Press;

Saturday, October 10, 2015

Ankara’daki patlamada acı detay!

Patlama sırasında, Kanlı Pazar anısına yazılan marş söyleniyordu.

Ankara’da Barış mitinginde yaşanan patlama sırasında halay çeken gençlerin söylediği marş dikkat çekti. Türkü-marş formunda ‘Kanlı Pazar’ anısına yazılan marşı önceleri Ruhi Su seslendirmişti. Daha sonralarıysa aynı marşı Grup Vardiya’dan dinledik.
‘KANLI PAZAR’DA NELER OLMUŞTU
Kanlı Pazar, 16 Şubat 1969 tarihinde İstanbul Taksim Meydanı’nda yaşanan olaylara verilen isimdi. 6. Filo’nun İstanbul’a gelişini protesto eden Ankara, İzmir, Trabzon
ve İstanbul’daki küçük çaplı gösterilerin ardından, öğrenci ve işçi örgütleri 16 Şubat’ta İstanbul’da emperyalizm ve sömürüye karşı bir yürüyüş ve miting yapma kararı aldı. 76 gençlik örgütünün katılacağıgösteri için valilikten gereken izin de alınmıştı.

Gösteri yapılmadan önceki günlerdeyse gerilim artmıştı, çünkü 14 Şubat’taki Cuma namazından sonra Komünizmle Mücadele Derneği ile sağ kesimin denetiminde olan Milli Türk Talebe Birliği’nin öncülüğünde “Bayrağa saygı” mitingi düzenlendi. Bu mitingde komünistlere karşı savaş açıldığı ilan edilerek halka iki gün sonra düzenlenecek olan 6. Filo’yu Protesto Yürüyüşü’nde ‘komünistlere gereken dersi vermek üzere’ toplanma çağrısı yapıldı.
16 Şubat günü, göstericiler Taksim’e doğru yürüyüşe geçmek üzere Beyazıt’ta toplanırken, “komünistlere gereken dersi verme” çağrısına uyan sağ görüşlü eylemciler Taksim Meydanı’na geldiler. Burada toplu kılınan namazın ardından taşlı ve sopalı bir biçimde beklemeye koyuldular. Beyazıt Meydanı’nda toplanan gençlik örgütleri yürüyüşe geçti. Sultanahmet, Sirkeci, Eminönü, Karaköy ve Dolmabahçe üzerinden Taksim Meydanı’na ulaşan göstericilerin önünü kesen polis, alana küçük gruplar halinde girmelerini sağladı.
Alana girenler de burada bekleyen ve sadece iki sıra olan polis barikatını kolaylıkla aşan sağcıların sopalı, taşlı ve bıçaklı saldırısına uğradı.Tekbir getiren saldırganlar, göstericileri şiddetli bir biçimde dövdü. Olaylar sırasında Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı gençler bıçaklanarak öldürüldü. Bu sırada polisin saldırganları engellememesi dikkat çekti.
İşte o günlere Kanlı Pazar ismi verildi ve adına marş yazıldı. Ankara Garı’ndaki patlama da bu marş sırasında yaşandı.

Tuesday, October 6, 2015

Suruç celladıyla günlerce karşı karşıya!


Suruç celladıyla günlerce karşı karşıya!  

ZEYNEP KURAY
Suruç’ta 33 genci katleden bombacı Şeyh Abdurrahman Alagöz'ün kitle içindeki son görüntüsünü yakalayan yönetmen Garip Çelik’in “Amara Suruç” belgeselinin ilk gösterimi İstanbul’da yapılıyor. 5 Ekim 2015 Pazartesi günü Kadıköy Theatron salonunda yapılacak ilk gösterim öncesi, katliamdan kıl payı kurtulan yönetmen Garip Çelik ile konuştuk. Katliam sonrası yaşadığı panik ve travmaya rağmen kamera kaydına devam eden ve daha sonra çektiği görüntüleri tararken bombacıya rastlayan Çelik, “Celladımla günlerce karşı karşıya kaldım” dedi.
AMAÇLARI GÜNEŞ BATMADAN DEVRİME ULAŞMAKTI suruc-celladiyla-gunlerce-karsi-karsiya-77478-1.
-Siz de Kobanê‘ye giden gençler arasındaydınız…
Evet ben Kobanê’ye belgesel yapmak fikriyle gittim. Hem Kobanê’deki yeniden inşa sürecini hem de gençlerin bu inşaya yapacağı katkıları çekecektim. Hiçbirini tanımıyordum. Yolculuk sayesinde onlarla tanışma fırsatı buldum. Hepsi birbirinden değerliydi. Gençtiler, romantiktiler, heyecan doluydular. Kobanê Rojava’nın bir kantonu ve Rojava’nın Türkçe anlamı güneş batımıdır. Onların amacı güneş batmadan devrime ulaşmaktı ve o güneşin bütün Ortadoğu’ya yayılmasına bir katkı sunmaktı. Beraber 15 saat yol aldık ve her saat kah güldük, kah şarkı söyledik, durduğumuz yerlerde halaylar çektik.
-Kobanê’ye giriş konusunda herhangi bir endişe taşıyor muydunuz ?
Her şeyi göze almıştık, ancak gerçeği söylemem gerekirse bana izinli bir giriş yapılacağı söyledi. O nedenle 4 yaşındaki oğlumu ve eşimi de götürmeyi düşündüm. Ancak Suruç’a varıldığında ve kaymakamlığa verilmek üzere kimliklerin hazırlandığını gördüğümde aslında izin alınmadığını öğrendim.
-Yolda otobüsleriniz de polis tarafından durdurulup arandı.
Evet, bizim otobüsümüz durdurulup aranmasa da, diğer tüm otobüsler durduruldu . Didik didik arandı. Hatta iki genç de gözaltına alındı.
YARIM SAAT ÖNCE KONUŞTUĞUM GENÇLER PARAMPARÇA ÖNÜMDEYDİ
-Amara Kültür Derneği'ne vardığınızda neler yaşandı?
Suruç’a giden otobüslerde toplam 300 kişi vardı. İlk varan bizim otobüsümüzdü. Amara Kültür Derneği’ne varır varmaz, kimimiz kültür merkezine girip uyurken, kimimiz bizim için hazırlanan kahvaltıya oturdu. Ben hem fotoğraf çekiyordum, hem de olan biteni izliyordum. Mesela katliamda hayatını kaybeden Polen üç-dört defa yanıma gelip, mahcup bir şekilde sigarasını yakmak için benden ateş istemişti. Elleri titriyordu, belli ki çok heyecanlıydı ve coşkuluydu. Gençler birbirleriyle şakalaşıyor, gülüyorlardı. O esnada bir arkadaş gelerek kaymakamlığa yasal başvuru yapılması için kimliklerimizi topladı. Bir genç, muhtemelen hepimizin Kobanê’ye geçemeyeceğini, geçebilirsek 50’şer kişilik gruplar halinde olabileceğini ve böyle bir durumda Kobanê’de savaşan gençlerin ailelerine öncelik tanınacağı konusunda bilgilendirme yaptı. Daha sonra basın açıklaması kararı alındı ve hepimiz kültür merkezinin önünde toplandık. Etkin Haber Ajansı , Fransız bir gazeteci ve benim dışımda basın yoktu. Hemen kameramı alıp çekmeye başladım. Tam basın açıklaması bittiğinde ve sloganlar atılıp, alkışlar başladığında kamerayı kapattım. Aradan 15 saniye ha geçti ha geçmedi, büyük bir patlama oldu. Daha henüz ne olduğunu kavrayamamıştım. Başımın üzerinden gövdeler uçtu. Mehmet Lütfü Özdemir bana “Bomba patladı, kaç, ikinci bir bomba olabilir” diye bağırıyordu. Kulaklarım çınlıyordu. Herkes kaçışıyordu. O an hiçbir şey düşünmeden kayıt düğmesine bastım. Bir taraftan feryat ediyor, bir taraftan çekim yapıyordum. Manzara çok korkunçtu. Kameramdan kan damlıyordu. Yarım saat önce oturduğum, beraber kahvaltı yaptığım, güldüğüm gençler önümde paramparça yatıyordu.
POLİS SANKİ YER YARILMIŞ İÇİNE GİRMİŞ
-Polis var mıydı?
Çok ilginç bir şekilde, her basın açıklamasında yüzlercesi gelip etrafı tutan sivil polisler ve çevik kuvvet ekipleri o gün yoktu. Ne Amara Kültür Merkezi’ne gelişimizde, ne de basın açıklaması yapılırken onlara hiç rastlamadık. Sanki yer yarılmış içine girmişlerdi. Aslında bu durum benim dikkatimi çekmişti ama üzerinde durmamıştım. Ancak patlama olduktan yarım saat sonra geldiler, gelir gelmez de halka gaz attılar. Bütün bunlar olurken bir komiser yanıma geldi. Bana, “Yanlış anlamayın ama bizim için değil sizin için bana çektiğiniz görüntüleri verebilir misiniz” dedi. O zaman sabahtan beri nerede olduklarını sordum ve patlamayı önlemediklerini vurguladım.
BU VAHŞETLE TOPLUMUN YÜZLEŞMESİNİ İSTEDİM
-Bu vahşet sizde nasıl bir etki bıraktı ?
Kendime hala gelmiş değilim. Çok büyük bir travma yaşadım. Köyü yakılan, boşaltılan ve devlet baskısını yaşamış bir halkın çocuğu olarak, bu olay sonrası ilk defa psikoloğa gittim. 20 gün sol elim uyuşuk gezdim, en ufak bir gürültüde irkiliyordum, gece uyuyamıyordum, uyuduğum zaman da fırlayarak kalkıyordum. Katledilen gençlerin yüzü hep aklımda, o görüntülerden hiç kurtulamadım. Ama psikoloğun ifade ettiği gibi, bununla yüzleşmekten başka bir çıkışım yoktu.
-Yüzleşme dediniz. Amara Suruç belgeseli fikri böyle mi doğdu?
Bu sadece benim açımdan değil, toplumun da bu vahşetle yüzleşmesini istedim. Bu benim tarihi sorumluluğumdu. 33 fidan bir anda yok edildi. O tertemiz yürekli insanların anısına ve tabi tutuldukları vahşeti gözler önüne sermek için yaptım bu 33 dakikalık belgeseli. Amacım kişisel bir yarayı kapatmak değil, oluşamamış toplumsal refleksi harekete geçirmekti.
20 YAŞINDA BİR GENÇ NASIL CANAVARA DÖNÜŞÜR ?
-Kitle içindeki bombacının son görüntüleri sizin belgeseliniz sayesinde ortaya çıktı. Bombacının o olduğunun nasıl farkına vardınız?
Katliam sonrası, görüntülerle birlikte İstanbul’a döndüm. İlk etapta uzun bir süre bu görüntülere bakamadım. Ama içimde bir ses, bu vahşeti bize yaşatan şahsın da bu görüntülerde olabileceğini söylüyordu. Katliamdan 20 gün geçtikten sonra, görüntü yönetmenliği yapan Ferhat Sayım isimli gençle tanıştım. Bana çok yardımı oldu. Bu belgeselde çok emeği var. Onunla oturduk, günlerce görüntüleri taradık, kitlenin içinde yer alan arkadaşları teker teker tespit ettik ve basında çıkan Şeyh Abdullah Alagöz isimli bombacının mobese görüntülerinden faydalanarak, onu kitlenin içinde tespit ettik. Kitle içinde ortaya ilerlemeye çalışan Alagöz bunu başaramayınca, başını öne eğiyor ve 16 saniye sonra üzerindeki bombayı patlatıyor.
-Bombacıyı fark ettiğinizde neler hissettiniz ?
Bu görüntüyü defalarca izledim. Onun yüz ifadesinden yola çıkarak hangi psikolojiyle, hangi kafayla bu vahşeti gerçekleştirmiş olabileceğini defalarca düşündüm. Günlerce celladımla karşı karşıya kaldım. O kadar soğukkanlıydı ki, gerçekten düşman kavramının ne olduğunu o an fark ettim. 20 yaşında bir genç nasıl olur da böyle canavara dönüşür? Hala aklım almıyor.
AMAÇ DAYANIŞMA KÖPRÜSÜNÜ YIKMAKTI !
-Suruç katliamı çatışmasızlık sürecini de bitirdi. Bunun tesadüf olduğunu düşünüyor musunuz ?
Tabii ki hayır. Bu, sistem tarafından önceden hazırlanmış, kurgulanmış bir katliamdı. Hem Kobanê ile Türkiye’nin batısı arasında oluşan dayanışma köprüsünü yıkmak, hem gözdağı vermek, hem de çözüm sürecinde savaşa zemin hazırlamak amaçlanmıştı. Bu katliamın hemen ardından aklıma ilk gelen bu saldırının profesyonelce organize edildiğiydi.
-Katliamın alelacele unutturulması ve soruşturmanın gizlilik kararı ile kapatılması bu yönde mi okunmalı ?
Biz bu ülkede daha birkaç yıl önce Roboski, Reyhanlı gibi katliamlar yaşadık. Ne oldu? Failler kabak gibi ortada olmasına rağmen, hepsinin üstü örtüldü. En acısı ise yas bile tutmamıza izin verilmeden başka bir katliamla sarsıldık. Yani kısacası bir katliam başka bir katliamla örtüldü.
33 CANIMIZA SÖZÜMÜZ OLSUN !
-Halkın Suruç katliamına karşı yeterince tepki verdiğini düşünüyor musunuz ?
Roboski katliamı sonrası yılbaşı kutlamaları yapılan bir ülkede hangi tepkiden söz ediyorsunuz? Sistemin art arda yaşattığı katliam ve ölümler karşısında insanların duyguları köreldi ve bu tür infial yaratacak durumlar karşısında, insanlar duyarsızlaştı. Üzülerek söylüyorum, bir nevi katliamlara, ölümlere alıştılar. Örneğin Paris’in ortasında DAİŞ tarafından Charlie Hebdo’ya yönelik bir saldırı düzenlendi, çoğu 68 kuşağından yazarlar, çizerler katledildi. Bütün dünya ayağa kalktı. Ancak Türkiye’de Taksim’e yürümemize bile izin verilmedi.
-Amara Suruç belgeselinin gösterimi Pazartesi yapılacak. Son olarak ne demek istersiniz ?
İlk gösterim 5 Ekim 2015 Pazartesi günü Kadıköy Theatron salonunda yapılacak. Bu katliamın sorumluları ortaya çıkana kadar mücadelemizi sürdüreceğiz ve ne kadar da unutturulmaya çalışılsa da unutturmayacağız. Bu, orada yitirdiğimiz 33 cana sözümüzdür.