Tuesday, July 30, 2013

Erdoğan, Oscar'a mı göz kırpıyor?

 
Geçtiğimiz günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın da olağanüstü gayretleriyle Uludereli ailelerle buluştu.
Evlatlarını ve yakınlarını kaybeden Uludereli aileler için tahmin ettiğimizden daha anlamlı bir görüşme olduğu daha sonra yine aileler tarafından yapılan açıklamalardan anlaşılıyor.
Bu geç kalınmış fakat önemli bir jestti.
Önemliydi önemli olmasına ama bir başbakanın görevi, ülkesinde öldürülen 34 kişinin ailelerine sadece jest yapmak değil, o ailelere söz verdiği gibi böyle bir katliamın sorumlularını da bulmaktır bana kalırsa.
Tabii bir de Başbakan’ın hem buluşmanın ardından, hem de takip eden günlerde konuyla ilgili açıklamaları var.
“En az aileler kadar üzgün olduğunu”, “Ölenlerin canından bir parça olduğunu”, “Bağımsız yargının hayatını kaybedenlerin hesabını soracağını” söylüyor başbakan.
Peki gerçekten böyle mi? Gerçekten de başbakan en az Uludereli aileler kadar üzgün mü, hayatını kaybedenler Başbakanın canından bir parça mı gerçekten ya da bağımsız yargı gerçekten de hesabını soracak mı bu katliamın?
19 aydır yaşananlara ve konuşulanlara bakacak olursak Başbakan’ın bu sözleri pek bir anlam ifade etmiyor.
Gene de bu sorulara kesin bir cevap vermek ya da sadece tahmin yürüterek başbakanın sözlerinde samimi olmadığını iddia etmek fazlasıyla niyet okumak olur ama konuyla ilgili daha önce yine başbakan tarafından yapılan açıklamalar ve konuyla ilgili insanı isyan ettiren gelişmeler bu soruların cevaplarıyla ilgili aşağı yukarı bir fikir edinmemizi sağlayabilir.
Ben de bu yazıda tam olarak bunu yapmaya çalışacağım.
Buyrun… Bizzat Başbakan Erdoğan’ın Uludere katliamıyla ilgili, o unutmuş olsa da yatıp kalkıp hatırlatılacak sözleri… Artık hangi başbakana inanacağınıza kendiniz karar verin.
“30-40 kişilik grup, katırlar, insanlar var. O yükseklikten bu Ahmet midir, Mehmet midir, bilmek mümkün değil. TSK görevini samimi şekilde yapmıştır. Hata da olabilir. Hatayı da açıkladık, özrü de açıkladık. Tazminatı da açıkladılar. Ama birileri istismar ediyor. Bir hatanın olduğunu, hatamızın olduğunu söyledik. Allah aşkına tazminatsa tazminat. Bizim resmî tazminatımız ötesinde yaptık. İlla terör örgütünün istediğini mi söyleyeceğiz? Kusura bakmasınlar"
“Biz yetkiyi vermişiz TSK bunu kullanmış. Biz TSK’mıza, polisimize güvenmiyorsak terörle mücadeleyi kiminle yapacağız? Hantepe, Gediktepe olayında doçkalar katırlar sırtında taşınırken medyamız niye onlar vurulmadı, uçaklarımız, helikopterlerimiz neredeydi diye sordu. Orada katırı da vardı, yürüyen insanlar da vardı. Ben izlediğim CD’de bir hareket gördüm. Bizzat izledim. Silahlı Kuvvetlerimiz de gerekli adımı atmıştır. Bu bölge terör bölgesidir. Halkın, sivilin oturduğu bir bölge değildir.”
 
Bu konuda ne kadar konuşursak, gündemde kalmaya devam edecek ve yaralı olanları üzecektir. Şu general, bu subay gibi yaklaşımları da doğru bulmuyorum. Olayı ortaya çıkaracak yargıdır. Süreç devam etmektedir. Konuşmak terörden yana olanları, terör odaklarını güçlendirir. Biz PKK’nın ekmeğine yağ sürecek değiliz.
“Yatıyorsunuz, kalkıyorsunuz Uludere diyorsunuz. Her kürtaj bir Uludere’dir diyorum. Anne karnında bir yavruyu öldürmenin doğumdan sonra öldürmekten ne farkı var? Soruyorum size.”
Ölen yavruların Türk bayrağına sarılmasına layık olduğunu düşünseniz, terör örgütünün bayrağını sardırmazdınız
Uludere olayı üzerinden, Türkiye’de bir istismar siyaseti, bir istismar kampanyası yürütülüyor. Şunu da buradan açık açık söylüyorum. Uludere üzerinden yürütülen kampanya, sadece ulusal değil, uluslararası bir karalama kampanyasıdır. Bu uluslararası karalama, uluslararası istismar kampanyasının içinde, PKK terör örgütü var, BDP var, CHP var, bir de belli medya kuruluşları var.(Sanki Gezi olayları hakkında konuşmuş) Uludere’de hepimizi üzen bir hata yapılmıştır. Bakın, olay sınırımızın dışında olduğu halde, bu kişiler terör bölgesinde bulundukları ve yasal olmayan bir iş yaptıkları halde, hatayla vurulan bu insanlar konusunda devlet yapması gereken neyse hepsini yapmaktadır. Bugüne kadar sıkıntılarına çare olmak üzere girişimler yapıldı, aileler en üst düzeyde ziyaret edildi.(Kendisi ancak 19 ay sonra ziyaret edebildi) Yasal tazminatın dışında hesaplarına tazminat ödendi. Mesele orada bırakılmadı. Birileri anlamak istemiyor, görmek istemiyor ama Uludere konusunda adlî, idari soruşturma başlatıldı, onlar da şu anda devam ediyor. Mesele kapanmış değil, meselenin üzeri örtülmüş değil; vicdansızca, insafsızca, cahilce yazdıkları gibi, söyledikleri gibi tazminat ödenip kapatılmış değil.” (19 ay geçti ve dosya şu an askeri yargıda)
Uludere konusunda, kendini bilmez, terbiye yoksunu, edep yoksunu, güya isminin başında da milletvekili sıfatı olan biri çıkıyor, hem de Meclis çatısı altında, çok çok afedersiniz, ‘O emri hangi hayvan verdi?’ diyor. ‘O emri hangi hayvan verdi?’ diyenler, Uludere olayında, olayın hemen arkasından zil takıp oynayanlar, ‘dağdakiler inmesin’ diyenler, ‘savaşta olur böyle şeyler’ diyenler, bu sıfata dahi layık olmayanlar nekrofillerdir. Yani ölü sevicilerdir.” (Pervin Buldan’a ve diğer BDP’lilere)
 Uludere olayı, çok farklı zeminlere çekiliyor. Ben DVD’lerini izledim. Siz sadece orada bir hareket görüyorsunuz. Zaten giyim kuşam, hemen hemen aynı. Bu o mudur, yoksa başka bir şey midir? Bir defa anlık istihbarat yok. Orada bir hafta, 10 gün, 15 gün önce gelen istihbaratlar var... Olay salt bir kaçakçılık olayı da değildir. Bunu da bilmenizi isterim. Salt kaçakçılık değil, çünkü bu olayın içerisinde bakıyorsunuz, ‘bu kaçakçılığın başlangıcında neler var’ noktasına gelince, buradan terör örgütünün beslenmesi var. Buralardan, o mal satışlarından elde ettikleri gelirler var, kaynak var. Ama nedir, o köyün gençleri, o köyün evlatları bu işin içinde maalesef kullanılmıştır.
Uludere'ye ilişkin görüntülerde sadece hareketler görünüyor. Burada iki gerçek var; bir kaçakçılığı meşrulaştıralım, iki terör adına yapılıyorsa buna göz yumalım. Uludere'yi bu kadar basite indirgemeyelim. Sonuçta terörist de sivildir. Biraz sabredelim ölen 34 kişiyle ilgili yargı kararını bekleyelim. Sürekli sivil denmesini bir beyin yıkama hamlesi olarak görüyorum. Daha netice ortaya çıkmadan terör örgütü ve uzantıları kalkıyorlar bize 'illa özür dileyeceksin' diyorlar. Gerekirse özür dilerim.Uludere olayının olduğu günün sabahında ROJ TV'nin bu olayı ağlayarak vermesi kuşku verici şeyler. İstismarın boyutlarını açıkça gösteriyor. Bu istismarlara karşı elele vermemiz gerekiyor. Bir Güngören olayını düşündüğünüz de bu sıradan bir olay değildi. Konutların iş yerlerinin olduğu yerde terör vatandaşlarımızı vurdu. Onlarca kişi şehit oldu. Bunlar hiç konuşulmuyor. Varsa yoksa Uludere. Bizim buradaki yöntemimiz yargıdır. Genelkurmayımız görevinin gereğini yaparak askeri yargıyı devreye soktu. Aynı şekilde savcılık da olayla ilgili devreye girdi."
Bu arada tüm yaşananlara rağmen Hava Kuvvetleri Komutanı Mehmet Erten’e şeref madalyası verilmesi, evlatlarını kaybeden ailelere yapılan baskılar, tehditler, verilen cezalar da cabası.
Ve tabii bağımsız yargının bu konuyu çözeceğine yürekten inanan başbakana dosyanın görevsizlik kararıyla askeri yargıya devredildiğini ve defalarca talep edilmesine rağmen dosyanın sivil mahkemeye gönderilmediğini de hatırlatalım.
Kısacası, bu insafsız sözleri söyleyen de aynı Erdoğan, birden insanca bir vurguyla konuşmaya başlayan da aynı Erdoğan.
Artık Sean Penn’e, “Bak da gör rol nasıl yapılır, rol yapmayı da herkesten iyi biliriz” havası mı atıyor yoksa gerçekten aniden vicdanı mı sızladı bilinmez ama ortada Uludere konusunda iki ayrı Erdoğan olduğu açıkça görülüyor.
Bir de tabii Erdoğan nasıl konuşursa konuşsun sorumluların asla ortaya çıkarılmadığı gerçeği var.
Ki en can yakıcı olanı da bu gerçek.
 

Monday, July 29, 2013

Direnen Sevgi Fragman

50 gündür bir tek gün aksamadan sokağa çıkan Antakya halkının onurlu direnişi belgesel oluyor! 
Çekimlerde bize yardım eden ,cesur Antakya Halkına sonsuz teşekkürler...

Friday, July 26, 2013

kadın işçilere göğüs koruyucu 1943

2. Dünya Savaşı sırasında ABD'de kadınlar da geri hizmetlerde işçi olarak birçok görev almışlardı. İşçi kadınlar için de iş güvenliği araçları konusunda bazı değişiklikler olmuştu.

Göğüs koruyucu da bunlardan biriydi.
kadın işçilere göğüs koruyucu 1943 Resim 0

Bir grup kadın uçak motorunun özelliklerini öğreniyor 1944


kadın işçilere göğüs koruyucu 1943 Resim 1

Tersanede çalışan işçi kadınlar


kadın işçilere göğüs koruyucu 1943 Resim 2


kadın işçilere göğüs koruyucu 1943 Resim 3

Kadın pilotlar


kadın işçilere göğüs koruyucu 1943 Resim 4

İşçi kadınlar için güvenlik önlemleri: Göğüs koruyucu


kadın işçilere göğüs koruyucu 1943 Resim 5

Bir grup kadın işçi


kadın işçilere göğüs koruyucu 1943 Resim 6


kadın işçilere göğüs koruyucu 1943 Resim 7

Bir grup kadın uçak motorunun özelliklerini öğreniyor 1944


kadın işçilere göğüs koruyucu 1943 Resim 8

Tersanede çalışan işçi kadınlar

Thursday, July 25, 2013

“Devletin Roboski’ye yaptığı tek yatırım 34 mezar oldu”

Fotoğraf: Doğu Eroğlu
Fotoğraf: Doğu Eroğlu
28 Aralık 2011’de yaşanan Roboski Katliamı, son yıllarda devletin sivillere yönelik giriştiği en şiddetli operasyon olarak kayıtlara geçti.  Hükümet ve bağlı kurumlar, “Yanlış istihbarat geldi,” “Ölenler arasında teröristler de vardı” gibi bahanelerle katliamı meşrulaştırmaya çalıştı, aradan geçen 400’ü aşkın günde ise ne yargı, ne de Meclis’te kurulan araştırma komisyonu, sorumluların tespiti ve cezalandırılması konusunda somut bir adım atmadı. Katliamda kardeşlerini, akrabalarını ve yakınlarını kaybeden Veli Encü ile Narin Ant, ölen 34 kişiyi, asker ve hükümet baskılarını, basın savaşını ve kayıtsızlığı Türkiye’den Şiddet Hikayeleri’ne anlattılar.
Röportaj: Doğu Eroğlu
Veli Encü: İsmim Veli Encü, 28 Aralık 2011’de Roboski’de devletin katlettiği Serhat Encü’nün ağabeyiyim. Katliamda öz kardeşimi, 11 yakın akrabamı, toplam 34 yakınımı kaybettim. Katliamın üzerinden geçen 426 gün boyunca devlet bizi iğrenç yalanlarla, bahanelerle yanılttı. Kurdukları komisyon sadece tepkileri azaltmak içinmiş meğer. Ölen yakınlarımızı, kardeşlerimizi suçlayıcı çabalarını gördük. Kendileri ise yağ gibi hep üste çıktılar. Devlet bugüne dek hep olayı kapatmaya, meşrulaştırmaya çalıştı. Sanki 34 insan değil de, 34 tavuk ya da civciv ölmüş gibi davrandılar.
Katliam olduğu günden bu yana sadece devletin tehditleri, baskılar, gözaltılar, para cezaları bitmek bilmedi. Katliamda parmağı olan kişilerin yargılamasını beklerken, devlet bizi yargılıyor. Biz bunları hak edecek hiçbir suç işlemedik. 5 bin nüfuslu Gülyazı ve bin nüfuslu Roboski köylerinde dedelerimizin zamanından beri, belki de 80 yıldır, halk geçimini “o faaliyet”ten kazanmakta. Basın diliyle “kaçakçılık” olarak adlandırılan iş, tamamen askeriyenin bilgisi dahilindedir.
Köyün geçimini sağlayan bu sınır ticareti nasıl gerçekleşiyor? Sizin de kaçağa gittiğiniz oldu mu?
V.E: 2006 yılında okul harçlığımı çıkartmak için gittim. Oradan getirdiğimiz benzin ve mazotu günübirlik ihtiyaçlar için köyümüzde satıyorduk. Hiçbir iş imkanının olmadığı, tarım ve hayvancılığın yapılamadığı köylerde hayatın devamı için yapılan bir faaliyet bu. 2006’da gittiğimde 40 katır yükü mazotla köye dönerken asker bizi dar bir patikada sıkıştırdı. Yolumuzun askerler tarafından tutulduğunu görmemize rağmen farklı bir yöne sapmadık. Askerlerin yanına vardığımız zaman önce bize “Niye gidiyorsunuz, bu işi yapmanızı istemiyorsunuz” türünden telkinlerde bulundular. Sonra 4 katır yükü mazotu verip yolumuza devam ettik.  Askerle yapılan pazarlıklar o işi kaçakçılıktan çıkarmıştı. Biz vergimizi veriyorduk; vergi dairesine değil, karakola ödeme yapıyorduk. Aradaki anlaşma gereği operasyon bilgisi geldiği zaman komutanlar muhtarı, korucubaşlarını da haberdar ederlerdi.
Roboski'den ayrılan kervan sınıra doğru gidiyor. Fotoğraf: Nudem Ateş - ANF
Roboski’den ayrılan kervan sınıra doğru gidiyor. Fotoğraf: Nudem Ateş – ANF
28 Aralık 2011’e kadarki operasyonlar askerden alınan bilgi sayesinde mi atlatılıyordu?
V.E: Elbette. Yolun yarısı gidildikten sonra, “Devam etmeyin, operasyon var” diye bilgi geliyor ve geri dönülüyordu. Asker muhtarı arıyor, kervan geri dönüyordu. Ancak 28 Aralık 2011’de böyle olmadı. Madem bir istihbarat vardı, o insanların orada olduğu bilindiği halde en korkunç bombalarla paramparça edilmesi nasıl açıklanabilir? Kaçakçılığın cezası bu olmamalıydı. Başbakan ve diğer hükümet yetkilileri olayı zaman zaman “istihbarat hatası” olarak değerlendirse de, biz katliamın planlı yapıldığına inanıyoruz. Bir istihbarat alınıyor, o bilginin ayrıntısı öğrenilmeden masum insanlar öldürülüyor. Türkiye’de insan hayatı o kadar ucuz ki… 30 senedir süren savaşta olan hep sivillere oluyor.
Bölgenin geçimini bu yolla kazandığı askerlerce biliniyor. Hatta asker komisyon bile alıyor. Askerle köylünün bu ilişkisine rağmen alınan istihbarat nasıl operasyona dönüştü?
Narin Ant: Katliamda kardeşimi kaybettim. Sağ kurtulanların anlattığına göre, yola çıkan grupların bir kısmı bir şeyler duyup yarı yoldan dönmüşler. Zaten ölen 34 kişi en önde giden grup. MİT’ten yapılan açıklamaya göre, 21 Aralık’ta köyde bir toplantı yapılmış. O toplantıya kimler katıldı bilmiyoruz ancak köyden bazı kişilerin operasyondan haberdar olduğunu düşünüyoruz. İlk bombalar düştüğünde katliamda oğlunu kaybeden Ubeydullah Encü karakol komutanını arayıp, “Oradakiler köyün insanları. Bizim çocuklarımız orada, niye bombalıyorsunuz?”diye soruyor. Komutan da, “Orada kimlerin olduğundan haberimiz var. Operasyon korkutma amaçlı” deyip telefonu kapatıyor. Olaydan iki ay önce OBÜS mermisi attıklarında kardeşim kolundan yaralanmıştı. Bu olay üzerine kendisini gitmemesi için uyardığımda, “Bize bir şey yapmıyorlar, korkutma amaçlı yapıyorlar” cevabını vermişti. Olaydan hemen sonra karakol komutanının Ubeydullah Encü’ye verdiği cevapla, kardeşimin söylediklerinin uyuşması beni düşündürüyor. Demek ki askerlerle, samimi bir ilişkileri vardı, asker oradakinin sivil halk olduğunu biliyordu.
V.E: Askerlerin bölgede olanlara ne derece hakim olduğunu anlatabilmek için bir örnek vereyim. Korucu olan bir babanın çocuğu 2006 yılında babasından habersiz kaçağa gidiyor. O sırada babası da askerle birlikte başka bir yerde operasyonda. Operasyondaki komutanlardan biri babaya gelip, “Senin çocuğun niye kaçağa gidiyor” diye kızıyor. Baba şaşırıyor tabii, babası bilmiyor ama komutan oğlanın kaçağa gittiğini biliyor. Bölge 24 saat termal kameralarla izleniyor. Operasyonu yönetenler vur emrini vermeden önce Gülyazı Tugay Komutanı’nı arasalardı, hatta bir onbaşıya bile sorsalardı, o akşamki saldırıya hedef olan 38 kişinin kimlik bilgilerini bile alabilirlerdi. Katliamda ölen Salih Ürek’in babası o gece askerle birlikte görevdeydi. Baba devletin askeriyle birlikte operasyondayken, oğlu devlet tarafından katlediliyor. Bu nasıl bir şeydir? O iki köydeki insanların geçim kaynağı koruculuk ve kaçaktı. Askerle iç içe insanlardı.
Olayda yaşamını yitiren 34 kişinin köye getirildiği ilk andan bir görüntü.
Olayda yaşamını yitiren 34 kişinin köye getirildiği ilk andan bir görüntü.
Askerin veya devletin daha önce kaçağın sonlandırılmasına yönelik talepleri olmuş muydu?
V.E: 2009’da korucubaşı Mehmet Şerif Encü, Van Kolordu Komutanı tarafından çağrıldı. Askerler, “O iki köydeki kaçakçılığı asker ne yapsa önleyemiyoruz, siz önleyin” diyorlar. Mehmet Şerif Encü de bölgede herhangi bir geçim kaynağı olmadığını, kaçağın sona ermesinin tek yolunun yasal bir sınır kapısı yapılması olduğunu söylüyor. Askerler de bu talebe olumlu baktıklarını söylediler ama hep oyalandık. Türkiye Cumhuriyeti’nin o iki köye yaptığı tek yatırım 34 mezar oldu. Emine Erdoğan’ın Roboski’ye gelişinde muhtarın evine giderken üzerinden geçtiği köprü bile yıkılmak üzere. Bugüne kadar devlet o insanlar için hiçbir şey yapmadı.
Sınır kapısı taleplerinin görmezden gelinip bölgedeki operasyonların artırılmasının amacı ne? Bölge insansızlaştırılmak mı isteniyor?
N.A: Roboski, Kürt sorunundan bağımsız değil. Bundan üç yıl önce bir minibüs, sigara kaçakçılığı bahane edilerek askerlerce tarandı. Arabada sigara bulunmadığı halde, askerler tugay komutanlığından getirdikleri sigaraları cinayeti meşrulaştırmak için araca yerleştirdiler. O zaman gereken tepki verilmiş olsaydı belki bugün 34 kişi öldürülmemiş olacaktı. Bu coğrafyada devlet ve hükümet, acı ve işkence anlamına gelir. 1980’den sonra kaçağa yönelik baskılar ve işkenceler hep arttı.
Fotoğraf: Doğu Eroğlu
Fotoğraf: Doğu Eroğlu
Operasyonun yapıldığı ilk andan itibaren, katliamda yaşamını yitirenler PKK ile ilişkilendirilmeye çalışılıyor. Başbakan’ın da ölenler için, “Sürekli sivil denmesini bir beyin yıkama hamlesi olarak görüyorum” diye açıklamaları oldu. Operasyonun yapıldığı yer PKK tarafından kullanılan bir rota mıdır? O bölgedeki sivilleri teröristlerle karıştırmak mümkün müdür?
N.A: PKK o güzergahı kullanmıyor. Kaçakçılığın yapılacağı güzergah karakola çok yakın ve gözle de görülebilen bir uzaklıkta. Katliamdan hemen sonra çekilen görüntülerde de, olay yerinden karakol mevzilerinin görüş mesafesinde olduğu anlaşılıyor zaten. Dolayısıyla PKK’lilerin oradan geçmesi mümkün değil. Bunu ilk anda yalnızca devlet ve biz biliyorduk. Basın ve kamuoyu bundan haberdar değildi. Dolayısıyla, “Ölenler teröristti” açıklamaları ilk anda mantıksız gözükmedi. Halkı yanıltmaya çalıştılar. Başbakan oradakilerin terörist olduğunu iddia ediyor ama ölenlerin üzerinde ne bir mühimmat ne de bir silah bulundu. Bu durum otopsi raporlarıyla da ortaya kondu. Yani yaşamını yitirenlerin sivil oldukları kesinlik kazandı.
V.E: Aslında bu tartışma, katliamdan bu yana devletin pozisyonundaki değişimi de gözler önüne seriyor. Bugün yeniden ölen insanların arasında PKK militanları olduğu söyleniyor. Madem ki ölenler arasında PKK militanları vardı, niye Başbakan eşini, bakanını, bürokratlarını oraya gönderdi? Bu değişim, içinde bulundukları telaşı, suçluluk psikolojisini gösteriyor. Katliamı yapanlar kendilerini aklama çabasındalar.
Katliamda yaşamını yitirenlerin mezarlarından bir kare. Fotoğraf: DİHA
Katliamda yaşamını yitirenlerin mezarlarından bir kare. Fotoğraf: DİHA
Katliamı ilk haber alışınız nasıl oldu?
V.E: O sırada Adıyaman Üniversitesi’nde öğrenciydim. Kardeşimle son konuşmamın üzerinden 5 gün geçmişti. Herhangi bir ihtiyacım olup olmadığını sormuştu. Ben de ev kiramdan 100 liranın eksik olduğunu, babamdan istediğimi ama yollayamadığını söyledim. Kardeşim de, “Ben sana gönderirim” dedi. Bu cevabı alınca, “Köyde iş yok güç yok, nasıl gönderecek ki” diye düşündüm, kafama takıldı yani. Son konuşmamız buydu. O sıralarda kaçağa gidildiğini biliyordum ama kardeşimin de gideceğini tahmin etmiyordum.  Birkaç gün sonra sabaha karşı 4’te babam telefon açtı. Telefonu açtığımda kardeşlerimin, annemin, akrabalarımın haykırışlarını, ağlama seslerini duydum. Babam, “Öğretmenlerinden izin al. Burada kimseyi bırakmadılar. Herkesi katlettiler” deyince telefonu elimden düşürdüm, inanmak istemedim. Hangi akrabamı aradıysam herkesin bir kaybı, acısı vardı. Şaşırdım, korktum… Zaman kaybetmeden yola çıktım. Köye vardığımda 34 kişinin cenazelerinin halı sahada dizildiğini gördüm. Hiçbir devlet görevlisi yoktu, tüm köy acısıyla baş başa bırakılmıştı. Cesetler katır sırtında taşınırken, devletin helikopterleri tepelerinde tur atıyormuş. Ölenlerin sivil olduğu bilinmesine karşın kimse yardım etmedi. Olayından ancak 10 gün sonra vali, bakanlar gelmeye başladılar.
N.A: Olaydan haberdar olduğumda Mardin’de, okuldaydım. Olayın olduğu gece babam arayıp, “Ertesi sabah eve gel” dedi. Ne olduğunu bile söylemedi. Sabah erkenden gittiğimde cenazelerin otopsi işlemleri gerçekleştiriliyordu. O sırada ulusal basında hala hiçbir şey yoktu. Olaydan ilk söz eden uluslararası basın kuruluşları oldu. Sonrasında da Başbakan ve yetkililerin, “Bir grup terörist etkisiz hale getirildi” açıklamaları başladı.
Köy ilk şoku nasıl yaşadı?
N.A: Katliamdan sonra Roboski yalnızlaştırıldı, acılar ötekileştirildi. Roboski’ye devletin tek bir temsilcisi gelmezken, Antep’teki patlamadan sonra Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na dek tüm devlet erkanının bölgeye gitmesi bizi psikolojik olarak çökertti. Devlet Roboski’de neredeydi? Olay olduğu günden bu yana hala yas devam ediyor. En çok da çocuklar olumsuz etkilendi; 3-4 yaşındaki çocuklar hala ağabeylerinin, akrabalarının nerede olduklarını soruyorlar. Bir yandan da köylü tehditlerle, baskılarla mücadele ediyor.
V.E: Türkiye’de polisin veya askerin parmağı olan bir suç işlenirse, olay kamuoyundan saklanır. Yaklaşık 12 saat boyunca medyanın olaya hiç yer vermemesi bundan. Ölen kişi Kürtse ve olay Doğu’da olmuşsa, acılar hükümet ve basınca ötekileştiriliyor.
Yaşamını kaybedenler için hükümetin açıkladığı tazminatlar, basında en çok tartışılan konuların başında geliyor. Kimileri tazminat miktarını çok bulurken, hükümet ise tazminat aracılığıyla sorumluluktan kurtulmaya çalışıyor. Roboskililer’in tazminat konusundaki değerlendirmesi nedir?
V.E: O insanların acılarını parayla değil, adalet yoluyla dindirebilirsiniz. Devlet acılı aileleri parayla susturmaya çalışıyor. Bu tip durumlarda önce ölen insanlar için bir şey yapılır, sonra aileler düşünülür. Ama devlet böyle yapmadı; önce 23 bin TL, sonra da 100 bin TL önererek o insanları susturmaya çalıştılar. İki ay önce AKP’li Mahir Ünal’la görüşmemizde, sorumluların cezalandırılmasını istediğimizi söyledik. Ünal’ın, “Bu listedeki 40 kişiye burs veriyorum, siz daha ne konuşuyorsunuz?” cevabı, acımızla alay etmektir.
N.A: Yeni Şafak yazarı Ali Aker, Başbakan’ın “Tazminatsa tazminat, daha ne istiyorsunuz” açıklaması üzerine kaleme aldığı yazı yüzünden işinden oldu. Başbakan’ın o sözlerinden sonra, kardeşlerimizin hayatlarına fiyat biçerek olayın maddileştirilmesini kabul etmedik. Biz tazminatları kabul etmeyince, devlet de farklı yollar denemeye başladı. Öğrencilere, Veli’ye ve bana da, bilgileri dışında burslar bağlandı. Ankara’ya gittiğimizde, “Siz daha ne konuşuyorsunuz, biz öğrencilerinize burs veriyoruz” diyorlar.
Katliamdan sonra giriştiğiniz adalet arayışında ne tip baskılarla karşılaştınız?
V.E: Ölen kardeşlerimizin hesabını sorarken, karakol komutanının tehditlerini işittik. Ağabeyimi, “Senin de günün gelecek” diye tehdit ederek bizi davamızdan vazgeçirmeye çalıştılar. Eseri için yaptığı araştırma dolayısıyla köye gelen bir edebiyatçı, ailelerle görüştükten sonra katliamın olduğu yeri görmek istedi. Dört akrabamla birlikte kendisini olay yerine götürdük. Dönüş yolundayken üzerimize köpeklerini saldı, bizleri yere yatırarak aradılar. Bir de üzerine “sınır ihlali” yaptığımız gerekçesiyle para cezası aldık. Milliyet Gazetesi muhabiri Namık Durukan da bölgeye geldi, kervanlarda gördükleriyle röportaj yapıp fotoğraflar çekti. Milliyet muhabiri dilediğince geziyor ve ceza almıyor da niçin Roboskililer’e para cezaları kesiliyor?
İki köyde yaşayanlar da, katliamdan önce araya hatırlı kişileri koymalarına rağmen korucu olamıyorlardı. Katliamdan sonra ise akli dengesi yerinde olmayan kişileri bile korucu yapma girişiminde bulundular. Devlet, rüşvetle o insanları adalet aramaktan vazgeçirmeye çalışıyor. Sağ kurtulanlardan Hasan Ürek, lise mezunu bile olmamasına karşı vali tarafından memur kadrosuna alındı. Ürek CNNTürk’e yaptığı açıklamalardan sonra Vali, “Bundan sonra hiçbir kanala çıkma, bütün ihtiyaçlarını karşılayacağım, iş vereceğim” diyor. Katliamdan sağ kurtulan, günlerce hastanede yatan ama bir rapor bile alamayan Ürek, bu teklifi kabul ediyor.
N.A: İnsanların, olayların yıl dönümünde Roboski’de gerçekleştirilecek anmaya katılmasını engellediler. Otobüslerle bölgeye gelenler 6 noktada araçlardan indirildi, aramalar yapıldı, “Roboski’ye gitmeyin” dendi. Anma gününü insansızlaştırmak istediler.
Ailelerin askerlerden işittiği tehditler bitmiyor. Komutanlar, “Farz edin ki biz öldürdük. Devlet biziz, ne yapabilirsiniz?” diyorlar. Roboskili çocuklar için bir fotoğraf sergisi açılacaktı. Ailelerden biri, etkinlik için kendi evini kullanıma sundu. Evin sahibi, mayına bastığı için bir bacağını kaybetmiş, devlet yardımıyla geçinen bir kişi. Komutan evin sahibine, “Evi onlardan almazsan sakat maaşını da keseceğiz” diyor. Ev sahibi korkup geri adım atıyor.
V.E: Bizzat karşılaştığım bir başka olay da, ücretli öğretmen olarak göreve başlamamın ikinci gününde işten çıkartılmam. Roboski ve yakın köylerde kadrolu öğretmen açığı olduğundan, 2 yıllık ve 4 yıllık üniversite mezunları ücretli öğretmen olarak görev yapıyorlar. Eylül 2012’de, amcamın oğluyla birlikte ücretli öğretmen olmak üzere kaymakamlığa başvuruda bulunduk. Roboski’ye 40 kilometre uzaklıktaki Ortaköy’de yeni açılan bir okulda ücretli öğretmen olarak göreve başlamamın ikinci günü okul müdürü tarafından çağrıldım ve işime son verildi. Sebebini sorduğumda müdür, “Böyle olması gerekiyordu” gibisinden üstü kapalı cevaplar verdi. Roboskili olmam, Ferhat Encü’nün kardeşi olmam en büyük sebepti.
Gülyazı Köyü'ndeki protesto yürüyüşünden bir kare. Fotoğraf: Ferit Aslan - DHA
Gülyazı Köyü’ndeki protesto yürüyüşünden bir kare. 
Fotoğraf: Ferit Aslan – DHA
Önce ücretli öğretmen olarak başlatıp sonra işten çıkartmalarının sebebi ne?
V.E: Katliam olduğundan beri sürekli telefonlarım dinleniyor. İşe başladığım gün, Aksiyon Dergisi’nden iki kişinin Roboski’ye geldiğini öğrendim. Gazeteciler, araştırmacılar ve sanatçılarla köyde belli kişiler ilgilenir. Hepimizin o sırada işi olduğundan, Aksiyon’dan gelen kişilerle görüşebilecek ailelerle telefon görüşmeleri yaptım. Aksiyon Dergisi’nin AKP ve cemaatin çizgisinde yayın yaptığını biliyoruz, dolayısıyla konuştuğum kişilere olanca açıklığıyla olayları anlatmalarını söyledim. İki gün boyunca Roboskili ailelerle uzun uzun telefonda konuştuk. Hepsine, “Devlet bize ne yaşattıysa, baskıları, gözaltıları, katliamın bilinçli yapıldığını anlatın. Hiçbir şeyden korkmayın, açık açık, ayrıntılarıyla anlatın” dedim. Bu konuşmaların işten atılmama sebep olduğunu düşünüyorum.
28 Aralık 2011’deki bombardımanın ardından hükümetin ciddi bir kamuoyu oluşturma kampanyası başladı. Baştaki karartmanın ardından, kamuoyu ölenlerin terörist olduğuna ilişkin demeçler ve “yanlış istihbarat” tartışmalarıyla oyalandı. Oyalama ve yanıltma stratejisi ne kadar sürdü?
V.E: Katliamın olduğu ilk günlerde devlet tarafından yalnız bırakıldık. Otopsiler ölenlerin sivil olduğunu işaret etmesine karşın, “Onlar teröristti” iddiaları hemencecik bitmedi. Uludere Kaymakamı’nın uğradığı saldırı da aslında kamuoyu yaratmak için oluşturulmuş bir oyundu. Devletin savaş uçakları 34 insanı katletmişken, ailelere danışılmadan, tepedekilerin talimatıyla, kaymakam halkın tepkisini ölçmek amacıyla öne sürüldü. Kaymakamın ziyareti sırasında ortaya çıkan görüntüler bizim aleyhimize oldu. Kaymakamı hem piyon olarak kullandılar, hem de sürgüne gönderdiler.
N.A: Bakan Beşir Atalay olaydan üç gün sonra taziye çadırından 5-6 kilometre uzaklıktaki bir eve gelip alakasız kişilere başsağlığı diledi. Toplumu yanıltmak için bir çadır tiyatrosu kurdular. “Biz o insanları yalnız bırakmadık” gibi bir görüntü sundular ve basın da bu kampanyalara alet oldu. Daha hala Roboski konuşulduğuna göre kamuoyunu yanıltma çabalarının başarısız olduğunu görüyoruz. Başbakan hala, “Biz oradakilerin sivil mi terörist mi olduğunu anlayamıyoruz” diye açıklamalar yapıyor. Madem anlayamıyorsun, daha ilk günden niçin tazminat veriyorsun? Terör örgütü mensuplarına da tazminat ödüyor musun? Devamlı kendileriyle çelişiyorlar.
Katliamdan bugüne geçen süreçte basının genel tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
V.E: Medya bizleri suçlamak ve bu davayı kirletmek için her türlü şeyi yapmakta. Milliyet Gazetesi muhabiri buraya geliyor, kaçaktaki insanların kimler olduğunu, PKK ile ilgisiz kişiler olduklarını görüyor. Bu izlenimlerini yazdığı haber gazetede yayınlanıyor. Bu haberin üzerinden bir ay geçmeden aynı gazetede, “Ölenler arasında 2 PKK’lı vardı” diye haber çıkıyor. Kendi muhabirinin gördükleri, yazdıkları ortadayken bu haberin yapılması nasıl açıklanabilir? Medyanın bu tür savrulmalarına ne diyeceğimizi bilemiyoruz artık. Akşam Gazetesi, olayın yıl dönümü yaklaşırken insanları yıldırmak, mücadeleden vazgeçirmek için, “Roboskililer devletle barıştı” diye tamamen hayal ürünü bir haber yapıyor. Üstelik gazeteden kimse benimle görüşmemişken haberde benim yaptığım iddia edilen açıklamalara yer veriliyor.
Roboski'yle ilgili gazete manşetleri. Akit (14 Ocak 2012), Güneş (26 Ocak 2012), Sabah (28 Ocak 2012).
Roboski’yle ilgili gazete manşetleri. Akit (14 Ocak 2012), Güneş 
(26 Ocak 2012), Sabah (28 Ocak 2012).
N.A: Devlet şu kadar öğrenciye burs verdi, yurda yerleştirdi, şu kadar kişiyi işe aldı, şu kadar kişiyi korucu yaptı diye bir liste çıkartmışlar. Roboski kaç liralık? Tazminatı kabul ettiremedikleri için basın yardımıyla farklı yolları zorluyorlar. Kamuoyuna, “İşin aslı sizin gördüğünüz gibi değil, tazminatı reddediyorlar ama bunları da kabul ediyorlar” mesajı veriyorlar.

Olayın üzerinden 430 güne yakın süre geçmesine rağmen 34 kişinin hesabı hala verilemedi. Faillerin tespitine ve cezalandırılmasına ilişkin hangi adımlar atıldı?
V.E: Olay olduktan kısa süre sonra Meclis’te bir alt komisyon kuruldu. Köyleri ziyaret edip ailelerle görüştüler. Acılı aileler en gerçek, en yalın halde yaşananları komisyon üyelerine anlattılar. Bize, “Orada sizin çocuklarınız parçalandı ama bizim de yüreklerimiz parçalandı” dediler, sorumluları tespit edeceklerinin sözünü verdiler. Duygu sömürüsü yapıp, timsah gözyaşları döküp bizi aldattılar. Raporun 15 Mart 2012’de açıklanacağı söyleniyordu ama hala ortada rapor yok. Saçma sapan gerekçelerle, yalanlarla raporun açıklanması ertelendi. O komisyon Türkiye toplumunun ve uluslararası kamuoyunun tepkilerini azaltmak için kuruldu. Bu olayın aydınlatılması, çözüme kavuşturulması için adli bir inceleme yapma girişiminde bulunduklarına inanmıyorum. Komisyona hükümet ve genelkurmay tarafından verilen bilgiler, 34 yakınımızı suçlayıcı nitelikte. Hala işin içine PKK’yi katıp olayı meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Roboski katliamının ardından mahkemelerin, hakim ve savcıların hiçbir şey yapmaması, bu ülkedeki adaletin farklı insanlar için farklı işlediğini gösteriyor. Eğer Kürtsen ve devlet tarafından öldürülürsen, devlet kendini haklı çıkartabilmek için her türlü yalanı uydurur.
N.A: Atılan tek somut adım, komutanın görev yerinin değiştirilmesidir. Başka hiçbir yaptırım olmadı. Komisyon da, halkı yanıltma ve zamana yayarak katliamı unutturma çabasının ürünü. Son açıklamaları, istihbaratı ve emri verenleri açıklamayacakları yönündeydi. İyi de, zaten bizim sorguladığımız nokta o ikisi. Onu da açıklamayacaksan ne söyleyeceksin? Raporda ölen çocukların hayatını mı yazacaksın? Diyarbakır Barosu’na başvurduğumuzda bize dosyada gizlilik kararı olduğunu, soruşturmaya ilişkin bilgi alamadıklarını söylediler. Uludere Alt Komisyonu Başkanı AKP’li İhsan Şener’e sorduğumuzda da “Gereken bilgiler Diyarbakır’dan gelmedi, dosyada eksiklikler olduğu için raporu açıklayamıyoruz” yanıtını aldık. Topu herkes başkalarına atıyor.
Fotoğraf: Doğu Eroğlu
Fotoğraf: Doğu Eroğlu

Wednesday, July 24, 2013

Başkaldıran bir kadın: Afife Jale

Tiyatro ve memleket tarihimizin başkaldıran kadınlarından Afife Jale'nin 72'nci ölüm yıldönümü bugün. Bu cesur kadın, öldüğünde henüz 39'undaydı.
Başkaldıran bir kadın: Afife Jale
1920 sonbaharının Kadıköy’ünde Apollon Tiyatrosu’nda (Bugünkü Reks Sineması) Hüseyin Suat imzalı ‘Yamalar’ adlı oyunu izlemek üzere koltuklarına kurulan İstanbullular, az sonra tarihi bir ana tanıklık edeceklerinin farkında değillerdi şüphesiz. Oyunun kadın karakteri ‘Emel’, sonradan anlaşılacağı üzere, o zamana kadar alışılageldiği gibi gayrimüslim bir kadın oyuncu tarafından değil, dönemin otoritesinin kaldıramayacağı şekilde bir Müslüman kadın oyuncu tarafından canlandırılmaktaydı. Seyircinin karşısındaki Emel, rolü daha önce canlandıran Eliza Benemciyan değil, 18’inde bir Müslüman Türk kızıydı: Afife. Oyun afişinde kullandığı adıyla Jale; bizim onu tanıdığımız adıyla Afife Jale. Henüz ne sahnedeki genç kadın ne de daha dünyaya bile gelmemiş hemcinsi meslektaşları bilmektedir olacakları. Ama o kadın, kendinden sonra sahne alacak kadın oyuncuların öncüsü olacaktır.
1902’de Kadıköy’de dünyaya gelmiş ve Müslüman kadınların sahne alamayacağı yönündeki yasağa inat 1918’de dönemin Şehir Tiyatroları Darülbedayi’nin sınavlarını kazanmış bir genç kız. Kız arkadaşlarının çoğu nasılsa sahneye çıkamayacakları düşüncesiyle tiyatrodan koparken, Afife bir sene boyunca provalara katılır, Elize Benemciyan Paris’e gitmek üzere topluluktan ayrıldığında, o yerini almaya çoktan hazırdır.

Sürekli polis uyarısına maruz kalınsa da Afife Jale tarihe ismini yazdırmış pek çok kadınla ortak bir özelliğe sahiptir; başkaldırır. Bir hafta sonra ‘Tatlı Sır’ adlı oyunla yeniden sahnededir, polis de kapıda... Bir Türk kadınının sahne alacağı havadisi bu sefer iyice yayılmış, Afife Jale’nin ikinci sahne deneyiminde salon tıklım tıkış dolmuştur. Seyirciler arasında Darülbedayi’nin yönetim kurulundan Hüseyin Suat, İbnürrefik Ahmet Nuri Bey ile şair Halit Fahri ve romancı Reşat Nuri de vardır. Afife’nin o gece ikinci perdede sahne almasına kapıya dayanan polis mani olur.

Bir sonraki hafta yine Apollon Tiyatrosu’nda İbnürrefik Ahmet Nuri’nin eseri ‘Odalık’ ile sahneye çıkar. Oyunun sonunda artık rutinleştiği üzere polis kapıdadır, tiyatronun işletmecisi Afife’yi makine dairesinden kaçırır. Lakin ertesi gün Kadıköy iskelesinde polis tarafından alıkonulup karakola götürülür. O gün komiserin “Dinini, milliyetini, namusunu unutarak sahneye çıkıp oyun oynayan sen misin?” şeklindeki suçlamalarına, sonrasında babası Hidayet Bey’in engellemelerine maruz kalır. Tiyatro yönetiminin devreye girmesiyle Afife serbest kalmıştır. Ama yaşananlar sonucunda Dahiliye Nezareti’nin emriyle, İstanbul Belediyesi’nden Darülbedayi’ye ‘Müslüman kadınların sahneye çıkarılmamasını’ emreden bir yazı gönderilir. 1921 senesinin 8 Mart’ı –ironik bir şekilde Türkiye’de Dünya Kadınlar Günü’nün TKP’li kadınlar tarafından ilk kutlanmaya başladığı tarihte- tarihli bir başka yazıyla da Afife’nin görevine son verilir.

Henüz kadınların sahneye çıkabilmelerinin mümkün hale gelebilmesine iki yıl vardır. Tiyatro tutkusuyla baba evini terk etmiş, belediye talimatıyla işsiz kalmış olan Afife Jale, genç yaşta ölümüne giden yolun ilk dönemecindedir artık. Şiddetli baş ağrıları, hap ve uyuşturucuya sığınma ihtiyacı, morfin bağımlılığı...

Anadolu’da turneler yapar, cumhuriyetin ardından da kadınlara sahnede olma yolu açılır ancak Afife Jale’nin gittikçe bozulan sağlığı tiyatroya dönüşüne engel olur. 1928’de tanıştığı tanburi ve besteci Selahattin Pınar ile büyük bir aşkla 1929’da evlenir; kulaklarımızdan dinmeyecek bir seda bırakmış olan ‘Huysuz ve Tatlı Kadın’, ‘Nereden Sevdim O Zalim Kadını’ eserleri onun sayesinde dünyaya düşer. Ama aşk ve musiki dolu bir yaşam, tüm dünyaya daha 18’inde başkaldırmış bu cesur sanatçı kadına yetmez. Tiyatro boşluğunu doldurmaya çalıştığı uyuşturucu boşanmayı, yalnızlığı, sefaleti, sokaklarda süren ve hastanede son bulan bir yaşamı getirir. Gözlerini tamamen kapadığında henüz 39’undadır. 24 Temmuz 1941’de sessiz sedasız çeker gider.

Afife Jale, kadınların tarihine adını hem de çok genç yaşta kazımış bir kadın. 1997’den beri adına düzenlenen ödüller her sene genç, yaşlı, kadın, erkek oyuncular tarafından havaya kaldırılmakta. Ama ne ismini taşıyan heykelcikler ne de kendisinden sonra gelecek nice Müslüman kadına açtığı yol, ‘Afife Jale’ adına asıl görkemi katan. Bir devrin başıyla, ötekinin sonunun arasında bir yerde, kendine olan güveni ve cesaretiyle tutkusunun peşinden giden kadın olmak, onu ‘unutulmayacaklar’ listesinde baş sıralara asıl oturtan…

‘Hayatımda mesut olduğum ilk gece’
Afife Jale sahneye çıktığı ilk geceyi şu sözlerle anlatıyor: “Hayatımda mesut olduğum ilk gece… Sanatın ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içindeyim. O piyeste (Yamalar) güzel bir sahne vardır; ağlama sahnesi… Orada taşkın bir saadetle ağladım… Alkış, alkış, alkış… Perde kapandı; açıldı, bana çiçekler getirdiler. Perde tekrar kapandı. Muharrir (Hüseyin Suat Bey) kuliste bekliyormuş; ben çıkarken durdu, alnımdan öptü: ‘Bizim sahnemize bir sanat fedaisi lazımdı; sen işte o fedaisin’ dedi. (…)”*
* Refik Ahmet Sevengil, Türk Tiyatrosu Tarihi V-Meşrutiyet Tiyatrosu, 1968.

Russian Prisoners Life Style In 1891

When old photos are shown in sepia style, which was the only way to color the photos back then, it almost always look like taken from a horror movie. Maybe it’s because we have seen too many old sepia photos in scary movies nowadays, or it just was a lot of horrible things happening then because of lack of knowledge they always did some creepy things. And I bet that half of these prisoners are not guilty but still sentenced to death.
vintage prisoners 1
At the border of China and Russia in the far east there were this prison that photographer Aleksey Kuznetsov went to and took some photos in year 1891. The prison is located in Nerchinsk, and on the photos you can see how the prisoners lived.
vintage prisoners 2
There are even a female prisoner which you may thought they didn’t have. They worked all day, and when it was time to rest they got cuffed in heavy chains and got some very thing pillows to sleep on.
vintage prisoners 3
Not comfortable at all. Kuznetsov also photographed one of the prison executors. Scary and old-fashioned. If you would like to see more you can take a look at a creepy abandoned Russian prison, and see how it looks today.
vintage prisoners 4
vintage prisoners 5
vintage prisoners 6
vintage prisoners 7
vintage prisoners 8
vintage prisoners 9
vintage prisoners 10
vintage prisoners 11
vintage prisoners 12
vintage prisoners 13
vintage prisoners 14

Sunday, July 21, 2013

“Straight Düşünce”: Heteroseksüel kalıplardan sıyrılmak | Mine Egbatan



 

Monique Wittig’in Straight Düşünce adlı kitabı toplumsal cinsiyeti bir politik kategori olarak öne sürmesi ve heteroseksüel toplumsal sözleşmeyi eleştirmesi bakımından önem kazanıyor. Kitap, toplumsal cinsiyet ilişkilerini ve heteroseksüel toplumsal düzeni ele alan dört bölüm ve yazın dili üzerine çeşitli bölümlerden oluşuyor.
“Cinsiyet Kategorisi” bölümünde Wittig, kadınları bir sınıf olarak ele alır. Kadınlar bir sınıf olarak erkeklere (ezen/egemen olana) karşı mücadele etmeli, bu mücadelenin sonucu olarak “cinsiyetler arasındaki çelişkileri” çözümlemeli ve cinsiyetleri ortadan kaldırmalıdır. Burada önemli olan kadın-erkek arasındaki “doğal” olarak sunulan farklılıkların “hâlihazırda orada” olan “doğal” karşıtlıklar olduğu düşüncesini ters yüz etmektir. Çocuk doğurmak, ev içi işleri üstlenmek gibi “kadının görevi” olarak addedilen işleri yapmanın kadınların ezilmişliğine yol açtığını belirtiyor Wittig. Bu görevleri doğallaştıran egemen düşünce, kadının sorgulamasını ve mücadele etmesini istemiyor. Kadın üzerinde tahakküm kuran bu erkek egemen düşünce, cinsiyet farklılığının “biyolojik”, “hormonal” ya da “genetik” olduğunu, “aile içinde doğal bir işbölümü” olduğunu ve dolayısıyla bunların değiştirilemez olduğunu öne sürüyor. Bu durumu eleştiren Wittig, cinsiyet kategorisinin bir “tahakküm kategorisi” ve “erkeklerin kadınlar üzerindeki toplumsal tahakkümünün ürünü” olduğunu söylüyor. Cinsiyet kategorisi bedenleri ve zihinleri kontrol eden bir tahakküm aracı olarak erkekler tarafından kullanılıyor. Dolayısıyla cinsiyet kategorisinin ortadan kaldırılması ve cinsiyetlerin sorgulanması kadınları özgürleştiren politik mücadele için önem kazanıyor. Cinsiyet kategorilerini ortadan kaldırmayı savunarak bir kimliksizleşme önerisi sunuyor Wittig.
“Kadın Doğulmaz” bölümünde Wittig, “kadın”ı yeniden sorunsallaştırıyor. “Kadın”ın hâlihazırda “doğal” bir kategori olarak var olmadığını savunur. Burada lezbiyenlerin varlığının değiştirici ve dönüştürücü olmasından bahseder. Çünkü lezbiyenler kendileri için atfedilen “kadın” tanımından sıyrılmayı ve kendilerini birer özne olarak var etmeyi amaçlar. Wittig şöyle der: “Bir lezbiyen başka bir şey olmalıdır, kadın-olmayan, erkek-olmayan, ‘doğa’nın bir ürünü değil, toplumun bir ürünü olmalıdır, zira toplumda ‘doğa’ yoktur” (s. 47). Wittig, cinsiyetsiz bir toplum tahayyül eder. Bunun için “sınıf olarak erkekleri yok etmek” gereklidir. Çünkü “bir kere erkek sınıfı yok olduğunda, sınıf olarak kadınlar yok olacaktır zira sahipsiz köle yoktur” (s. 49). Cinsiyetsiz bir topluma erişmek için ezilenin kendini politik mücadele içinde bir özne olarak var etmesi gerekir. Burada Wittig, Marksizmin “özne” ve “birey” temelli mücadeleyi eleştirmesine karşı çıkar. Kadınların kendilerini kadınlar sınıfının birer öznesi olarak var etmesi, işçi sınıfı mücadelesini böldüğü düşüncesiyle Marksistler tarafından eleştirilmiştir. Marksizmin cinsiyet körü olması da buradan ileri gelir. Kadınların ezildikleri bilincine varmaları onların farklı bir duruş geliştirmelerini, toplumsal kavramları bu duruşa göre yeniden tanımlamaları ve şekillendirmelerini sağlar. Bu da özgürleşme yolunda önemli bir adım olarak görülebilir.
“Straight Düşünce” bölümünde Wittig, heteroseksüel toplumun lezbiyenleri, eşcinsel erkekleri, kadınları ve hegemonik erkeklik tanımına uymayan erkek kategorilerini ezdiğini belirtir. Heteroseksüel toplum “öteki” yaratarak varlığını ve iktidarını devam ettirir. Bunu yaparken de bedenleri kontrol eder, normlar inşa eder ve normlara uymayanları “sapkın” olarak nitelendirir. Wittig’in de söylediği gibi lezbiyenlerin ve eşcinsellerin kendilerini “kadın” ve “erkek” olarak nitelendirmesi bu normun devamını sağlayabilir ve yeniden üretilmesine katkıda bulunabilir. Burada önemli olan, queer teorisyenlerinin de tartıştığı gibi, farklı kimliklerin birer özne olarak kurgulanması ve birbirleriyle ilişki içerisinde olmasıdır. Ancak bu şekilde karşıtlıklar üzerine kurulan kadın-erkek kategorileri ortadan kalkabilir ve toplumun heteronormatif yapısı yapı-söküme uğratılabilir. Wittig’in “lezbiyenler kadın değildir” savı bu çerçeve içinde okunursa bir anlam kazanır. Wittig’in de belirttiği gibi “… lezbiyenlerin kadınlarla yaşadığını, ilişkilendiğini, seviştiğini söylemek isabetsiz olur çünkü Kadın’ın yalnızca heteroseksüel ekonomik sistemler ve heteroseksüel düşünce sistemleri içinde anlamı vardır” (s. 64).
“Toplumsal Sözleşme Hakkında” bölümünde toplumsal sözleşme ve heteroseksüellik arasında sıkı bir ilişki bulunduğu belirtiliyor. Heteroseksüel normlarla örülmüş bir toplumda yaşıyoruz ve bu normlar nasıl yaşayacağımızdan kiminle ilişkileneceğimize kadar her şeyi belirliyor. Dolayısıyla heteroseksüel toplumsal sözleşmeyi yıkmak, kendi bedenlerimiz ve hayatlarımız üzerinde söz sahibi olabilmek için önemli bir adım.
Wittig’in heteroseksüel düzeni ortadan kaldırmak için önem atfettiği bir diğer alan da simgesel/söylemsel düzen. Çünkü soyut olarak yaratılan ikilikler, karşıtlıklar ve farklılıklar heteroseksüel toplumun sürekliliğine yol açıyor.

Wittig’in dil ve yazın üzerine düşünceleri onun heteroseksüel toplumsal düzeni yıkmayı amaçlayan görüşleriyle doğrudan bağlantılı. Biçim açısından yeni bir edebi eser eskiye dair kuralları yıkar, yeni bir bakış açısıyla konuları anlatmayı yeğler. Dil bir tahakküm kurma aracı olarak kullanılabilir. Bedenlerle ilgili gerçeklikleri inşa eden, kurgulayan ve “doğal” olarak sunan dildir.
Wittig’in anlaşılması zor bir dili var, ancak bu bir dezavantaj değil. Kitabın keşfedilmeye açık bir yapısı var, dolayısıyla başa dönüp tekrar tekrar okumak hiç düşünmediğimiz ya da fark etmediğimiz anlamları bulmamızı sağlıyor. Bu anlamıyla queer teoriyle bağdaştırılarak okunacak bir kitap. Kitapta eleştirilmesi gereken noktalar da yok değil. Wittig’in porno ile ilgili düşünceleri biraz katı görünüyor. Özellikle feminist porno ya da queer porno ile ilgili tartışmalar düşünüldüğünde pornonun kadınları ve bedenleri tahakküm altına alan bir yapıda olmama olasılığı da bulunuyor. Bunun yanı sıra cinsiyet kategorilerinin ortadan kalktığı bir toplum tahayyülünün yine karşıtlıklar ve farklılıklar üzerine kuruluyor olması da queer teori ile çelişiyor. Heteroseksüelliğe karşı homoseksüelliği konumlandıran bir anlayış, kategorileri yıkmaktan ziyade yeni kategoriler üreterek queer teorinin kimliklerin oynaşması (ya da kimliksizleşme) tahayyülüne ters düşüyor.

Saturday, July 20, 2013

‘seks işçisi’ çocuklar



 
Napoli’nin ‘seks işçisi’ çocukları
Yoksulluğun en çok güney kesimini vurduğu İtalya’da çocuk seks işçiliğinin yeni rotası diye anılan Napoli’de yaşları 11-17 arasında değişen kız ve erkek çocukları fahişelik yapmaya zorlanıyor.
Yoksul nüfusun 9,5 milyona tırmandığı İtalya’da Napoli’de çocukların Garibaldi Meydanı ve tren istasyonu çevresinde fahişelik yapmaya zorlandıkları, yaşları 11-18 arasında değişen kızlar ve erkeklerin, çocuk seks işçiliğinin yeni rotasında müşteri bekledikleri günışığına çıktı.

Çoğunlukla Romanya, Kuzey Afrika ülkeleri ve Bulgaristan kökenli bu çocukların ya geçim sıkıntısı içindeki aileleri tarafından sokağa gönderildiği ya da mafya örgütlerinin kontrolünde şiddet ve tehdide hedef olarak fahişelik yapmaya zorlandıkları iddia edildi.
Corriere della Sera gazetesinin portalında yer verilen haber ve videoda, kent merkezinde 6 yaşında bir çocuğun da görüldüğü, bu çocukların Napoli’nin doğu yakasında Gianturco Roman kampında yaşayan aileler tarafından gönderildiği ve gerçek anlamda seks işçisi olarak çalıştıkları belirtildi.
Napoli ve çevresinde fahişelik yapmaya zorlanan kız ve erkek çocukların durumuyla yıllardır ilgilenen sosyal hizmet operatörü Deborah Divertito, çocuk seks işçiliğinin yoksulluk nedeniyle tırmandığını, birçoğu 18 yaşın altındaki bu çocukların çoğu kez aileleri tarafından satıldıklarını anlattı. Napoli’nin çocuk seks işçiliğinin merkezi olduğuna dikkat çeken operatör, kentte söz sahibi olan mafya örgütleri nedeniyle Napoli’de yasa dışı her türden işin kolaylıkla gerçekleştiğini aktardı.

Seks işçiliğinin haritası değişti

Ülkede yoksulluğun tırmanmasıyla birlikte çocukların öznesi olduğu seks işçiliğinin haritası değişti. Deborah Divertito, Napoli’de bu işi çoğunlukla yaşları 11 ila 17 arasında değilen kız ve erkek çocukların yapmaya zorlandığını, kız çocuklarının aşırı makyaj yaptıkları için yaşlarından büyük göründüklerini, erkek çocuklarının ise kolayca fark edildiklerini söyledi.
Kız çocuklarının çoğunlukla Nijerya ve Doğu Avrupa ülkelerinden, erkek çocuklarının ise Bulgaristan ya da kentteki Roman kamplarından geldikleri aktarıldı. Bu çocukların güzel bir yaşam sözüyle kandırılarak İtalya’ya getirildikleri, organize suç örgütlerinin kontrolünde fahişelik yapmaya zorlandıkları, sahte kimlikli 13-15 yaşlarındaki erkek çocuklarının ise müşterilerini sinemada bekledikleri vurgulandı.
Napoli’de çocuk fahişeler konusunu takip eden sosyal operatörler, sinemalarda sabah ve öğlen saatlerinde tuvaletler ve koridorlarda kuyrukların uzadığını, yoksulluk ve suç örgütlerinin kurbanı olan çocukların bu türden mekanlarda fahişeliğe zorlandıklarını ifade etti.
Aslı Kayabal / sol /İtalya