Saturday, October 18, 2014

İntihar...

Fotolar: Daniele Cascone

ALPER HASANOĞLU
Radikal Hayat / 19/10/2014
İntihar Ahmet Hakan'ın iddia ettiği gibi yenilgi, cesaretsizlik, korkaklık değildir kesinlikle. Keşke öyle yazmasaydı Ahmet Hakan. Çünkü ölen genç adamın bir ailesi var. Ve sevdikleri oğullarıyla ilgili, özellikle o öldükten sonra, korkak, cesaretsiz, anormal olduklarını okumak istemezlerdi sanırım. Hele cinayet işlemiş olduğunu düşünmeyi kesinlikle istemezlerdi sanırım.
İntihar çok netameli bir konu. Bu nedenle herkesin üzerinde çok dikkatle görüş bildirmesi gerekiyor. Oysa geçen hafta içinde yaşanan intihar vakasında da tanık
olduğumuz gibi büyük bir özensizlik almış başını gidiyor. Sanırım bu özensizlikte intihar eden genç adamın da biraz payı var. Çünkü intiharını herkesin çok dikkatsiz olduğu sosyal medya aracılığıyla hepimize duyurdu.
Keşke kendini öldürmeseydi. Çünkü bir psikiyatr olarak biliyorum ki, intihar geçici bir sorun için nihai bir çözüm çabasıdır. Yaşam geri getirilemez çünkü. Ölmek,
evet, acılara son vermektir. Ama çekilen acılarla başa çıkmanın başka yolları da var. Bir insan ve bir terapist olarak biliyorum bunu.
İntihar Ahmet Hakan’ın iddia ettiği gibi yenilgi, cesaretsizlik, korkaklık değildir kesinlikle. Keşke öyle yazmasaydı Ahmet Hakan. Çünkü ölen genç adamın bir ailesi var. Ve sevdikleri oğullarıyla ilgili, özellikle o öldükten sonra, korkak, cesaretsiz, anormal olduklarını okumak istemezlerdi sanırım. Hele cinayet işlemiş olduğunu düşünmeyi kesinlikle istemezlerdi sanırım. Ben Ahmet Hakan’ın bu konuyla ilgili özür dileyeceğini düşünüyorum. Çünkü o duyarlı bir insan. Kimseyi bilerek üzmek istemez. En azından en öyle olduğunu düşünüyorum.
İsviçre’de uzun süre intihar riski çok yüksek insanlarla çalıştım. İnsanların kendilerini öldürmekle ilgili içsel çatışmalarına, yaşamak ve ölmek arasında karar vermeye çalışırken nasıl bir mücadele yürüttüklerine yakından tanık oldum. İnsanın hayatına son vermeye karar vermesinin ve bu kararı hayata geçirmesinin nasıl büyük bir cesaret gerektirdiğini biliyorum. Bunu yazarken dikkatli olmam gerektiğini de çok iyi biliyorum.
Bütün umudun tükenmesidir intihar. Çekilen acının son bulması için başka hiçbir çarenin kalmadığına kendini ikna etmektir. Keşke bunun doğru olmadığını
bilebilse intihar eden kişi. Yani intiharın kesinlikle bir çözüm olmadığını. Hayatın acısının da hayata dair olduğunu kabul edebilmeyi öğrenebilse keşke. Ama düzen acı çekmenin bir zayıflık olduğunu iddia ettiği müddetçe intihar da hayatımızda var olmaya devam edecek.
O genç adamın ne yaşadığını bilmeden kimsenin onun intiharı konusunda bir yorum yapmaması gerekiyor. Ben de doğrudan onunla ilgili bir şey yazmayacağım.
Bu yazıyı yazmak istemedim aslında. Çünkü birinin ölümü hakkında yazı yazarak onun üzerinden nemalanmak durumunda olmak istemem. Ama sosyal medyada
gördüklerim, gazete sayfalarında okuduklarım, o genç adamı savunmak zorunda hissettirdi beni. O öldü. 14 dakikalık o videoda onunla zaman geçirmekten çok
hoşlanacağım birini gördüm ben. O nedenle susalım ve ona, onun aldığı karara saygı duyalım. Keşke gitmeseydi diyerek.
Sizinle, bu intihar nedeniyle 2009 yılında yayınlamış olduğum ‘Bir Terapistin Arka Bahçesi’ kitabımda yer alan ‘İntihar’ başlıklı makalemi paylaşmak istiyorum.
Üzgün ve kızgınım.
İntihar

Ölüm gelecek senin gözlerinle bakacak.
Cesar Pavese

Bundan 25 yıl kadar önce taze bir Tıp Fakültesi öğrencisi ve naif bir edebiyat sevdalısı olarak BİLSAK’ta düzenlenen bir panelin ilanını gördüğümde çok heyecanlanmıştım. İki yazar-şairimiz, –ki birini YAZKO’dan çıkmış ve artık piyasada bulunmayan kitaplarını imzalatacak kadar severdim– yaşlıca bir psikiyatrla
birlikte “Sanat, Edebiyat ve İntihar” konulu bir panel düzenliyorlardı. Tıp Fakültesi’ne psikiyatr olmak için girmiş bir edebiyat tutkunu için kaçırılması olanaksız bir konu. Adlarını anma gereği duymadığım iki yazarı bir daha okumama kararı aldım bu panelden sonra. Tek yaptıkları intihara methiye düzüp yüceltmek, intiharı “insanın algı kapılarının kapanması” ve mutlaka önlenmesi gereken bir durum olarak tarif etmeye çalışan o yaşlı psikiyatrla alay edip, insanları neredeyse intihara teşvik etmekti. Salonda bulunan 40-50 kadar insan toplu bir histeri nöbeti içinde hangi sanatçının, yazarın nasıl ve hangi yöntemle intihar ettiğini konuşup durdu.
Ben şaşkınlıktan dilim tutulmuş, olan biteni izledim ve o yazarların eserlerini kütüphanemin tozlu raflarının en dibine kaldırdım.
İntihar eden ya da intihar girişiminde bulunan kişi psikiyatrik tanı kategorisinde bir yerlere sokulmaya çalışılır hemen. Hayatın tamamını ele geçirmeye çalışan
uluslararası tanı kriterlerine göre isterseniz bütün intiharları psikiyatrik olarak sınıflandırabilirsiniz. Ama bu, kendini öldüren kişiyi anlamamızdan ziyade, psikiyatr olarak vicdanımızı rahatlatmaya yarar yalnızca. İntihar eylemi bir insanın ölümüyle sonuçlanmaktadır ve her insanın kendine özgü koşulları vardır. Doğuştan getirdiği karakter özellikleri, yetiştiği ortam, etkileşimde bulunduğu çevre ve içine doğduğu kültür gibi. İnsan biyopsikososyokültürel bir varlıktır.İnsanın özgür iradesiyle kendi hayatına son vermesi konusunda fikir beyan etmeye kalkacak herkes, mutlaka, hayatın anlamı, insanın nereden gelip nereye gittiği gibi sorularla yüzleşmek zorundadır. İntihar çok katmanlı bir olgudur. Bu nedenle deterministik ve tek bir nedene dayandırılan açıklamalar indirgemecilikten öteye gitmez ve canına kıyan insanı anlamamızın önündeki en önemli engeli oluşturur. İntihar olgusunu anlayabilmek için tıp (nöroloji ve psikiyatri), epidemiyoloji,
antropoloji, biyoloji, sosyoloji, felsefe dahil olmak üzere bütün insan ve ruh bilimlerini göz önünde bulundurmak gerekir. Kendi hayatına bilinçli olarak son veren insan, her ne kadar kendisini intihara sürükleyen nedenlerden ötürü bloke olmuş, karar verme ve algılama yetileri kısmen bozulmuş da olsa son çözümlemede özgür, biricik, kendi hayatından sorumlu, bilinç ve irade sahibi, yaşam denen gerçeğin iyi ve kötü taraflarını öyle ya da böyle tanımış bir bireydir. Hayatta intihar kadar insani varoluşu derinden sarsan bir durum yoktur, ki bu da intiharın gerçekten ne kadar insani bir olgu olduğunu gösterir en çok. 

Albert Camus’nün de belirttiği gibi: “Yalnızca tek bir ciddi felsefi soru vardır: intihar. Hayatın yaşamaya değip değmediği sorusu felsefenin temel sorusudur. Diğer bütün sorular ondan sonra gelir.”

Romano Guardini, “Melankoli insanın başına gelebilecek en büyük acıdır ve varoluşun en derinine nüfuz eder. Bu nedenle de asla psikiyatrinin tekeline bırakılmamalıdır,” der.
İntihar da en az melankoli kadar insan varoluşunu derinden sarsan bir olgu olarak aynı kategoriye sokulabilir. Burada Guardini’nin söylemeye çalıştığı elbette,
melankolinin, dolayısıyla intiharın yalnızca tıbbi açıklama modelleriyle anlaşılamayacağı, felsefi, antropolojik ve sosyolojik boyutun da gözetilmesi gerektiğidir.
İntihar yalnızca günümüz modern toplumuna ait bir olgu değildir. Bu nedenle de antik çağdan beri bütün filozofları ilgilendiregelmiştir. Ama antik çağdan
günümüze kadar bir görüş birliğine varılabilmiş de değildir. Kimileri intiharın insanın özgür iradesiyle girişebileceği bir eylem olduğunu savunurken, kimileri de bunun insanın kendine ve Tanrı’ya karşı işlediği bir suç, günah olduğunu savunmuştur.
Örneğin Platon (MÖ 428-348) intiharı en temelden reddeder. Çünkü Platon’a göre insan Tanrı’ya aittir ve bu nedenle de bu dünyada kendisine verilen yeri Tanrı’nın istemediği bir zamanda ve şekilde terk etme hakkına sahip değildir. “İnsanın en yakın dostunu, yani kendini öldürmesi en tiksindirici eylemdir,” der Platon. Stoacılar Platon’un aksine insanın kendi hayatı üzerinde söz sahibi olduğunu ve hayatta kalıp kalmama konusunda karar verme hakkı da olduğunu savunurlar. Stoacılara göre hayat ve ölüm etik olarak aynı değerdedir. Eğer insan güzel ve yaşanmaya değer bir hayat süremiyorsa ve başka bir çıkar yol da kalmamışsa kendi eliyle hayatına son verebilir. Günümüze yaklaştıkça da filozoflar arasındaki görüş ayrılıkları son bulmaz. John Donne (1572-1631) intiharın ne doğa yasalarına ne de toplumsal ve dinsel kurallara aykırı olmadığını kanıtlamaya çalışmıştır. Buna karşılık Spinoza (1632-1677) insanın hayatta kalma isteğinin o kadar güçlü olduğunu düşünmektedir
ki, ona göre insanın var olmamak için çaba göstermesi tahayyül edilebilecek bir şey değildir. Immanuel Kant’a (1724-1904) göre insanın kendini öldürmesi bir
suçtur. Çünkü insanın birincil görevi istisnasız hayatın korunmasıdır.
Arthur Schopenhauer’e (1788-1860) göre ise intihar edenin cezalandırılması gülünçtür. Çünkü hangi ceza zaten ölmek isteyen insanı yolundan döndürebilir ki? Ama Schopenhauer aynı zamanda intiharı boş ve aptalca bir şey olarak görür, çünkü canımıza kıyarak yalnızca bedensel acıya son verebiliriz. Ruhun sonsuza kadar acı çekmesinin önüne geçemeyiz. Ludwig Feuerbach’a (1804-1872) göre intihar mutluluk içgüdüsünün kendi kendiyle savaşımıdır. Son tahlilde hayatın reddi değil, aksine daha iyi bir hayata duyulan özlemin ifadesidir. İntihar eden kişi, ölmeyi değil, mutsuzluğunun sona ermesini ister.
Bu konuda ilk ve en önemli sosyolojik-epidemiyolojik araştırmayı Emile Durkheim (1897) yapmıştır. Durkheim bu çalışmasında, intiharları dört farklı gruba ayırır.
Egoist, altruistik, fatalistik ve anomik intiharlar. Bu tanımların ayrıntısına girmeyi gereksiz buluyorum. Burada önemli olan nokta Durkheim’ın bütün intiharları, nedenleri yadsınamayacak kadar toplumsal bir olgu olarak görmesidir, ki bu da aslında indirgemeciliğin bir başka türüdür.
XX. yüzyılla birlikte yeni bir bilim dalı olan psikoloji de intihar olgusuyla ilgilenmeye ve dolayısıyla bu karmaşık fenomeni açıklamaya çalışmıştır. Bu konuda ilk bilimsel sempozyum 1910 yılında Alfred Adler tarafından Viyana’da düzenlenmiştir. Sigmund Freud intiharla ilgili ilk psikodinamik teoriyi geliştirmiş olan Freud’a
göre depresyonun ve intiharın psikodinamiği birbirinin aynıdır. Buna göre intihar düşüncesi, bireyin agresyonunu kendi egosuna yöneltmesidir. Agresyonun kişinin kendi egosuna yönelmesi, öncelikle suçluluk duygusu ve kendini değersizleştirme, en uçta da kendini öldürmeyle ifadesini bulur. Depresif insan kendini, dünyayı ve geleceği öylesine olumsuz değerlendirir ki, sonunda içine düştüğü umutsuzluktan tek çıkış yolu olarak intiharı görmeye başlar. İntihar eden kişi duygusal olarak yaralanmaya açık kişidir. Haklı ya da haksız eleştiriler sonucu kendini yaralanmış ve kendilik değeri zedelenmiş olarak algılar. Kendilik değerini kurtarmanın biricik yolu da kendini öldürmektir.
İntihar olgusunu açıklamaya çalışan teorilerin çeşitliliğine karşın, şunu vurgulamak gerekir ki, bütün bu teorilerin doğruluğunu ya da yanlışlığını kanıtlayacak bilimsel verilerden henüz yoksunuz. 
Bir tıp dalı olarak psikiyatri, intiharı hastalık olarak değerlendirir. Major depresyon, bipolar affektif bozukluk ve şizofreni gibi ortaya çıkmalarında biyolojik ve genetik etkenlerin ön planda rol oynadığı psikiyatrik bozukluklarda intihar doğaldır ki bir bulgu olarak diğer belirtilerin yanında ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle de psikofarmakolojik ve psikoterapötik acil müdahaleyi gerektirmektedir. Ama bütün intiharları hastalık odaklı tıbbi bakış açısıyla değerlendirmek de başka bir indirgemecilik olup, intihar eden bireyin gözden yitirilmesine neden olur.
İnsan hayat ve ölümü seçmek konusunda özgürdür. Kişi kaldıramayacağı kadar ağır travmalarla yüz yüze geldiğinde ölümü seçebilir, ama öte yandan, hayata her
şeye rağmen evet demekte de özgürdür. Ölüm, hiçbir şey yapmadan gelmesini beklediğimiz bir sınırdurum olmasının yanında, bilinçli olarak yapabileceğimiz bir tercih de olabilir. Ölmeyi seçmek özgürlüğün başka türlü bir ifade biçimidir.

Ama bu, terapist, ölüm düşünceleriyle kendisine gelen bireye, hayatın içinde yine de keşfedilecek ve yaşanmaya değer başka şeylerin olduğunu göstermesin demek

değildir – ne mi, örneğin aşk!


Sunday, October 12, 2014

Kobane gerçeği: IŞİD laik Kürtlere düşman ‘uluslararası toplum’ da Kürtlerin iradesine












13 Ekim 2014 00:05

Esad yönetimini de, Suriye muhalefetini de, liderini halife ilan eden IŞİD’i de, kendi Kürtlerini en asgari koşullarda bir “açılım süreci”ne razı etmeye çalışan Türkiye’yi de, bölgedeki naylon ve zorba devletleri de, onların efendisi ‘uluslararası toplum’u da rahatsız eden Rojava Kürtlerinin kurduğu yönetim biçimiydi; laik, demokratik, katılımcı, halkın kendi kendini yönettiği; çok dilli, çok kültürlü, bütün dinlerin, mezheplerin ve farklı etnik yapıların barış içersinde bir arada yaşadığı bir modeli gerçekleştirmişlerdi.
Bir havan, obüs ya da top mermisi her an tepemize inebilirdi. Bu yüzden bizi Mürşitpınar sınır kapısına yakın bir binaya almışlardı. Biraz sonra da “Sizin güvenliğiniz için” diyerek değiştireceklerdi bulunduğumuz yeri.
Genç YPG savaşçıları giderek yaklaşan bir kent savaşının telaşlı koşuşturması içindeydiler; “Kobane’ye girecek IŞİD çetelerine sürprizler hazırlıyoruz” diye gülüyorlardı.
Kobane Adalet Divanı ve Kürdistan Demokratik Toplum Hareketi üyesi Ferhan Haceis, sivil kıyafetlerinin üzerine muharebe yeleğini giyip eline kalaşnikofunu alarak düştü önümüze. Bize kenti gezdirecekti.
Erkeğiyle kadınıyla silahlanmış insanların gezindiği, tek tük açık dükkânlardaki insanların bizi görünce zafer işareti yaptığı sokaklarda gezerken Haceis’e ellerinde sağ yakalanmış kaç IŞİD esiri olduğunu sordum.
Öyle ya, kenti yok etmek, bir kent halkını katletmek üzere Kobane’ye saldıran çetenin cellatlarından herhangi birini sağ yakalayınca ne yapıyorlardı? Çünkü ortada bir savaş hali vardı ve karşılarındaki katil sürüsü savaş hukukunun en küçük bir kuralına bile uymuyordu.
“Sayısını veremem” dedi Haceis, “Ama şunu söyleyebilirim ki hemen hemen her ülkeden bir ya da birkaç IŞİD üyesini sağ yakaladık. Bunlar tutuklular ve yargılanıyorlar. Ama ne ceza alırlarsa alsınlar, bizim kantonumuzda da Rojava’nın tümünde de asla idam cezası yok.”
“Asmayıp da besliyorlar yani” diye düşünürken bir adım daha ilerisini anlattı:
“Hukukçulardan bir heyet kurup cezaevinde kalan IŞİD üyelerinin sorunlarını, ihtiyaçlarını saptadık. Bazıları televizyon istedi. İçlerinde Kuran isteyenler de oldu. İhtiyaçlarını karşıladık.”
Bu yaklaşım Suruç’a göçen Kobanelilerin anlattıklarını getirdi aklımıza. IŞİD çetelerinden kaçanlar tanık oldukları vahşetin bin bir türlüsünü anlatırken, kent yönetiminde de görev almış bir kadın biraz da sitemkârdı:
“Bize her türlü zulmü yapıyor IŞİD çeteleri. Bizimkiler de sağ yakaladıklarını yargılamak üzere cezaevine koyuyor. İdam cezası da yok, ölene kadar bakacaksın yani. Hatta bir keresinde yakalanan IŞİD üyesi asayiş görevlilerinin arasında cezaevine götürülürken, üç çocuğu bu çeteler tarafından öldürülmüş bir Kobaneli görür görmez çekti silahını. Bizimkiler neredeyse silahın önüne yattılar bu barbarı korumak için. Öldürülmesine engel olmak istediler. Ama başaramadılar. Yine de çoğu cezaevinde yatıyor. Bizimkiler de günde üç öğün yemek verip bakıyorlar. IŞİD’cilerin bizim cezaevinde yata yata enseleri kalınlaştı.”
‘Öldürdükçe cennete gideceklerini sanıyorlar’
Benzer bir olayı da geçen yıl Erbil’de PYD Lideri Salih Müslüm’le buluştuğumuzda yaşamıştık.
Tam röportaj yaparken cep telefonu çalmış, Müslüm arayan numaraya bakıp “Bu çok önemli, bir dakika bakabilir miyim?” demişti.
Telefonu kapattıktan sonra anlattığına göre, Esad güçleriyle Gziro’da yaşanan çatışmadan sonra rejim güçlerinin elindeki bölge kuşatılmış. Tam 12 gün sürmüş kuşatma. 300 kişiyi kuşatan YPG güçleri bir yandan Esad’ın askerlerine “teslim ol” çağrısı yaparken diğer yandan da bölgedeki Arap nüfusu ikna etmeye çalışmışlar:
“Kardeşim biz bunu yapıyoruz ama biz size karşı değiliz. Sizinle beraber bu yerleri yönetmek için ortak komiteler, meclisler kurabiliriz. Beraber her şeyi yapabiliriz. Ama bu rejim güçlerinin burada kalmaması gerekiyor.”
Bölgedeki Araplar da ikna olup Kürtlerin kalkışmasına katılınca, Esad’ın askerleri sonunda teslim olmuş. İşte gelen telefon da, bu zaferi haber veriyormuş.
Müslüm bu noktada bize diğer Esad muhalifleriyle farklarını anlatmıştı.
“Burada Arapların desteği veya en azından sessiz kalması olmasaydı çatışma çok daha kanlı geçerdi. Hatta biz savaş ve çarpışma taktiklerinde bile değişiğiz. Bizim yerimizde Esad’ın muhalifi diğer Araplar olsaydı ‘Kardeşim gelin teslim olun’ deyip 12 gün beklemezlerdi, katliam uygularlardı. Onlar ‘Bir kişiyi öldürüp cennete gideriz’ diye bakıyorlar.”
Suriyeli muhaliflerle ortak mücadele koşullarını görüşmek üzere birkaç ay önce İstanbul’a gelen Rojava Heyetinde yer alan Halk Meclisi Başkanı Abdrulselam Ahmad, Kürt Sol Partisi Genel Sekreteri Muhammed Muhammed, PYD Merkez Yürütme Kurulu Üyesi Beşira Derviş ve Rojava Demokrasi Hareketi Diplomasi Sözcüsü Çınar Salih savaş koşullarında bile olsa kurmayı başardıkları “demokratik özerk” yönetiminin ne denli başarılı olduğunu anlatıyordu büyük bir coşkuyla.
İşte Esad yönetimini de, Suriyeli diğer muhalifleri de, liderini halife ilan eden IŞİD’i de, kendi Kürtlerini en asgari koşullarda bir “açılım süreci”ne razı etmeye çalışan Türkiye’nin AK Parti Hükümetini de, bölgedeki naylon ve zorba devletlerin liderlerini de, onların efendisi sömürgeci güçleri de rahatsız eden Rojava Kürtlerinin kurduğu bu yönetim biçimiydi; laik, demokratik, katılımcı, halkın kendi kendini yönettiği; çok dilli, çok kültürlü, bütün dinlerin, mezheplerin ve farklı etnik yapıların barış içersinde bir arada yaşadığı bir modeli gerçekleştirmişlerdi.
Rojava Halk Meclisi Başkanı Abdulselam Ahmad’ın sözleri aslında ülkelerindeki, bölgelerindeki, hatta dünyanın pek çok yerindeki bütün egemenleri korkutacak nitelikteydi.
“Rojava yeni bir tecrübe, yeni bir deneyim olarak halkların kendisini temsil edebildiği, kardeşlik ve barış içinde bir arada yaşayabildiği bir yönetimdir. Yönetim biçimimizin Suriye’ye yayılmasını ve örnek alınmasını istiyoruz.”
Tüm halkların temsil edildiği parlamento
İşte buydu kendi ülkelerindeki, bölgedeki, hatta “uluslararası toplum”u oluşturan egemenleri korkutan. Bugün Rojava’nın üç kantonundan biri olan Kobane’de yaşananları ve dünyanın bu büyük insanlık suçuna göz yummasına neden olan da bu korkuydu.
Zaten Esad muhaliflerinin bile Suriye rejimini bırakıp Rojava’ya saldırmalarının nedeni de buydu. Karşılarında kuracakları yeni Suriye devletinde despotluğu ya da ilan edecekleri halifeliğin tek din, tek mezhep anlayışını kabul etmeyecek, şu anda Ortadoğu’da yeni filizlenen bir büyük laik ve demokratik güç vardı. Bu Esad’dan daha tehlikeliydi kendileri için ve bir an önce yok edilmeliydi.
Ahmad’ın anlattığı sürece bakınca da bu durum tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyordu:
“Suriye mezhepsel bir çatışmanın içine girmiş. Çatışmalarda üçüncü bir yol olarak kendi bölgemizi savaşın dışında tutmaya çalıştık. Birçok alanda rejim güçleriyle çatışmalarımız oldu. Onları kendi öz gücümüzle bölgemizden çıkarabildik. Bölgemizdeki Süryani, Ermeni, Arap, Türkmen ve Kürtlerden oluşan bir yönetim modeli oluşturduk. Bugün kendi kendisini yöneten Afrin, Cezire ve Kobane olmak üzere üç kantonumuz var. Bizim güçlerimiz ilk başlarda bölgemize girmeye çalışan çeşitli silahlı çetelere ve ÖSO’ya karşı durdu. Onların yenilgiye uğratılıp bölgemizden çıkartılmasından sonra bu sefer El Nusra saldırıları başladı. Şimdi de IŞİD. Bölgemizde de facto bir yönetim kurulmuş durumda. Halkın her türlü ihtiyacını karşılayacak kurumlarımız mevcuttur. Cezire bölgesinde Türkmenler, Süryaniler, Çeçenler ve Araplar birlikte yaşıyorlar. Ortak yaşamı düzenleyen bir anayasa ve kanunlarımız oluşturulmuştur. Bu geçici bir yönetimdir. Dört ay sonra yeni yönetim için seçime gidilecek. Yapılacak seçimlerde Kürtler, Araplar, Türkmenler ve Süryaniler için bir kota belirledik. Cezire Kantonumuzun Meclisi 101 kişiden oluşuyor. Bu mecliste hiçbir halkın yüzde 10’un altında temsil edilmesi kabul edilmeyecek. Parlamentonun tüm halkları ve inançları temsil etmesini istiyoruz.”
İşte IŞİD saldırılarının yoğunlaştığı şu günlerde Rojava Kürtleri yeni anayasaları doğrultusunda geçici yönetimlerin yerine kalıcı yönetimler için seçim yapma sürecindeydiler.
Kürtlerin büyük suçu!
Suriye rejiminin, Esad muhaliflerinin, bölgedeki egemenlerin, onların efendileri “uluslararası toplum”un neredeyse panik derecesinde bir korkuya kapılmasına neden olacak kadar insanca, adil ve özgür bir toplum kurma yolunda çok büyük adımlar atmıştı Rojava Kürtleri.
Yönetimini aldıkları kentlerde köylerde; halk evleri, gençlik, dil, kültür-sanat meclisleri, eğitim, kadın örgütlenmeleri; mahkeme, asayiş ve meslek örgütleri gibi kurumlar oluşturmuşlar.
Süryani-Asurî örgütlenmelerinin, Arap partileri ve aşiretlerinin, Ermeni ve Çeçen yapılanmalarının da bu sürece katılımı sağlanmış. Diğer Kürt partilerinin bir bölümü de bu oluşumda yer almış. Ancak hala sürece katılmayan farklı Kürt partilerinin varlığından da söz etmek gerek.
“Demokratik özerkliğin” bir koşulu olarak “Halk Belediyeleri” için ağırlıklı olarak hukukçuların, mühendislerin ve esnafın katıldığı; Ermenilerin, Süryanilerin, Arapların, Türkmenlerin, Çeçenlerin de temsil edildiği meclisler oluşturulmuş. Köylerden, sokaklardan, mahallelerden Kanton yönetimlerine kadar katılımcı bir meclis sistemiyle herkesin söz ve karar sahibi olmasının yolları açılmış.
Kadın Akademileri, kadınların evden çıkartılıp eğitim sürecine dâhil edilmesini ve oradan ülke yönetimine katılmasını hedeflemiş. Belki de bugüne kadar güvenlik dışında en yoğun faaliyet alanlarından biri de kadınların eğitimi olmuş ve Rojava Anayasası gereği tüm bölgesel yönetim birimleri için “cinsiyet kotası”nın yüzde 40’ın altında olmaması öngörülmüş. Hatta bu uygulama bazı bölgelerde kadınların yönetime yüzde 45-50 oranında katılımını sağlamış.
İşte bugün IŞİD’in Kobane’ye saldırısıyla somut ifadesini bulan “Kürtlerin büyük günahı” böyle bir sistem oluşturmaları.
Sadece Rojava’nın değil Ortadoğu’nun anayasası
Kürtlerin bölgedeki diğer etnik yapı, din ve mezheplerle birlikte kurmaya başladığı Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri’nin “Rojava Toplumsal Sözleşmesi” başlıklı bir anayasası var.
İşte bu sözleşmenin ilk paragrafı:
“Din, dil, ırk, inanç, mezhep ve cinsiyet ayrımının olmadığı, eşit ve ekolojik bir toplumda adalet, özgürlük ve demokrasinin tesisi için; Demokratik toplum bileşenlerinin siyasi-ahlaki yapısıyla birlikte çoğulcu, özgün ve ortak yaşam değerlerine kavuşması için; kadın haklarına saygılı ve çocuk ile kadınların haklarının kökleşmesi için; savunma, özsavunma, inançlara özgürlük ve saygı için; bizler demokratik özerk bölgelerin halkları; Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri ve Arami), Türkmenler ve Çeçenler olarak bu sözleşmeyi kabul ediyoruz.”
Meraklısı için T.C. Anayasası’ndan da “giriş” paragrafını aktaralım:
“Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda…”
Hani Türkiye’yi yönetenler sık sık soruyor ya “Kobane’nin ne alakası var Hakkâri’yle, Diyarbakır’la, Türkiye’yle” diye. Zaten Kobane’nin de bir parçasını oluşturduğu Rojava Toplumsal Sözleşmesi’nin 31. Maddesine bakınca bunun ne kadar yerinde bir soru olduğunu anlıyorsunuz!
“Dini inançların yaşanması hakkı güvence altındadır, dinin siyasete alet edilmesi, din üzerinden karşıtlık ve ayrımcılık yaratılması kabul edilemez.”
El hak doğru! Gerçekten bu anayasa maddesiyle Türkiye’nin ne alakası var!
Aslında Rojava’da kurulmakta olan sistemin ne Esad’ın Suriye’siyle, ne muhaliflerinin kurmak istediğiyle, ne Ortadoğu’daki naylon ve despot devletlerin uygulamalarıyla ne de Türkiye’deki egemenlerin yırtındıkları “tek din, tek mezhep, tek dil, tek ırk” gibi bir “tekleme”yle hiçbir ilgisi yok.
Bu yüzden IŞİD çetesi ve komşu devletler bölgede boy atan “çoğulcu, katılımcı, laik bir demokratikliğe” düşman. Halkların kendi kendilerini yönettikleri bir sistemin “kötü örnek” olarak, kendi ülkelerinde uyguladıkları despotluğu teşhir etmesinden çekiniyorlar. Onların efendisi olan “uluslararası toplum” da böylesi örneklerin artması sonucu kendi egemenlik ve sömürü alanlarının daralmasından korkuyorlar.
İşte Rojava’ya; kantonları Kobane’ye, Cezire’ye, Afrin’e önce Esad rejiminin, sonra Suriyeli muhaliflerin, El Nusra’nın, bugün de IŞİD çetesinin saldırmasının ve bütün dünyanın da burada yaşanan vahşeti ve kapıya dayanan soykırımı seyretmesinin nedeni bu.
Ama Rojava’da kurulmak istenen “yeni bir dünya” sadece Suriye’de ya da bölgede yaşayanların değil, aynı zamanda tüm dünya halklarının, ezilenlerinin de umudu. Bu yüzden IŞİD çeteleri Kobane’yi yakıp yıksa, içinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük soykırımlarından birini yapsa bile insanlık var oldukça sürecek özgür, eşit, adil bir dünya özlemi.
Bugün yaşadığımız ise, insanlık tarihinin hiç de yabana atılamayacak bir kavşağındaki tercih sorunu; Ya Kobane ya barbarlık!


Sunday, October 5, 2014

IŞİD saldırılarına karşı intihar eylemi düzenledi

PYD, Kobani’de bayramın süresince devam eden çatışmaların bilançosunu açıkladı. Açıklamada Arîn Mirkan kod adlı kadın militanın IŞİD'e karşı intihar eylemi düzenlediği de duyuruldu...

Kobani'nin güney ve doğusunda 50 noktada göğüs göğüse çatışmaların devam ettiğini açıklayan YPG, çatışmalarda 74 IŞİD'linin öldürüldüğünü bildirdi. Çatışmalarda 15 YPG ve YPJ'linin yaşamını yitirdiğini duyuran YPG, Miştenur'da intihar eylemi yapan YPJ militanı Arîn Mirkan'ın da kimlik bilgilerini duyurdu.
YPG, "Arîn yoldaşın bu eylemiyle ortaya koyduğu cesaret, fedakarlık ve özveri tüm YPG ve YPJ'li savaşçılarımızın direniş tutumudur. Tüm YPG ve YPJ savaşçıları gerekirse Arînleşecek, fakat Kobanê'ye yönelik bu çete saldırılarının amacına ulaşmasına izin verilmeyecektir" dedi.

YPG açıklaması şöyle:
“DAIŞ* çetelerinin Kobanê'yi işgal etmek amacıyla başlattığı ve 20'nci gününde olan saldırılara karşı güçlerimiz, sarsılmaz bir irade ile direnmektedir. Bugün sabah saatlerinden itibaren Kobanê'nin güney ve doğusunda bulunan Megtel ve Botan mahallelerinin merkezinde yer aldığı 50 ayrı noktada çok yoğun, şiddetli ve göğüs göğüse çatışmalar yaşanmaktadır. Bu çatışmalarda tespit edilebilen 74 çete öldürülmüştür.
Çetelerin Kobanê'ye girişini engellemek için cansiperane savaşan, büyük cesaret sergileyen ve kahramanca savaşan 15 yoldaşımız şehadate ulaşmıştır.
Tüm güçleriyle saldıran çete güçlerine karşı tarihi bir direniş sergileyen bu 15 yoldaşımız içinde bulunan Arîn yoldaşımız ise çete saldırılarına karşı fedai bir eylem gerçekleştirmiştir. Arîn yoldaş eylem yaptığı saldırı gücünü durdurmuş ve onlarca çeteyi öldürmüştür. Arîn yoldaşın bu eylemiyle ortaya koyduğu cesaret, fedakarlık ve özveri tüm YPG ve YPJ'li savaşçılarımızın direniş tutumudur. Tüm YPG ve YPJ savaşçıları gerekirse Arînleşecek, fakat Kobanê'ye yönelik bu çete saldırılarının amacına ulaşmasına izin verilmeyecektir.

Thursday, October 2, 2014

İngiliz turistlerin katil zanlısı yakalandı.


İngiliz turistlerin katil zanlısı yakalandı. Zanlı, David Miller  çiftini sahilde cinsel ilişkiye girerken gördüğünü ve dayanamayıp kadına tecavüz etmek için saldırdığını söyledi.
DHA

Güncelleme: 01:38 TSİ 03 Ekim. 2014 Cuma
BANGKOK - Tayland Nation Gazetesi. gözaltına alınan Myanmarlı bir işçinin iki İngiliz turisti öldürdüğünü itiraf etti.
Cinayetleri itiraf eden 21 yaşındaki soyadı açıklanmayan Win, 23 yaşındaki Hannah Witheridge ve 24 yaşındaki David Miller çiftini sahilde cinsel ilişkiye girerken gördüğünü ve dayanamayıp kadına tecavüz etmek için saldırdığını söyledi.
İtirafın ardından Polis Komisyonu Genel Müdürü Somyos Pumphanmuang, hemen Koh Tao’ya yola çıktı.

Müfettiş ekibinden bir kişi suçunu itiraf edenin Win adlı bar çalışanı olduğunu söyledi. Win’in yanısıra 23 yaşındaki Maw ve 21 yaşındaki Saw adlı Myanmarlı iki diğer göçmen işçinin de DNA’ları araştırılıyor.


Wednesday, October 1, 2014

PSYCHIATRIC HOSPITAL IN SERBIA


They were made by George Georgiou who worked in Kosovo and Serbia between 1999 and 2002.







 




10Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

11Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

12Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)


14Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)


16Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)


18Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

19Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

20Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

21Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

22Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

23Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)


25Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

26Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

27Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

28Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

29Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

30Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)


32Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)


34Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)


36Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

37Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

38Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)