Wednesday, May 18, 2016

GİRESUNLU RUM EFTALYA NASIL GALATA GENELEVLERİNİN “ÇİKA”SI OLDU


Leyla Poyraz
Thomas Korovinis Giresunlu Rum Eftalya’yı (namı diğer Çika) 1989 yılının Haziran ayında İstanbul’da Yunan konsolosluğunun önünde tanır. Orada cüzi miktarda parasal yardım bulmayan çalışan trajik bir figür olarak tanımlar onu. Bu çok çekmiş kadının hayat hikayesini ise kendi ağzından kaydeder ve aynen aktarır.
1910 yılında başında Giresun’da doğan Eftalya’nın hayatı, babasının Topal Osman ve çetelerince tutuklanmasının ardından dağılan ailesi ve kendisini bir anda önce İstanbul’da bulmanın ardından yaşadıklarıdır Fahişe Çika kitabında anlatılan. Thomas Korovinis’in İstos Yayın tarafından yayınlanan Fahişe Çika adlı kitabı, Eftalya’nın bire bir anlatımlarından oluşur.
“Fahişe Çika” yani Eftalya, Giresun’un fındık bahçelerinden Galata gelenevlerinin sakini olmaya kadar varan öyküsünü tane tane anlatır. 1917 yılında yaşanan “müterake”* günlerinde birçok kişinin Topal Osman tarafından nasıl astırıldığını, babasının nasıl tutuklandığını, kızkardeşinin nasıl götürüldüğünü tekrar yaşarcasına şöyle ifade eder:
“Birden baktım; tam karşımda bir bahçe, bir ev ve bir asker, o bekçilerden -candarma- öyle tüfeğiyle bekliyordu. Ona iyice baktım, o da beni gördü ve bir hareket yaptı, in oradan diye. Ben ama alay ediyorum onunla, dilimi çıkarıyorum, şöyle yapıyorum, böyle yapıyorum. Sonra bir bakıyorum içeriye, bahçeye, bu da ne, iç çamaşırlar, olur mu diyorum, iç çamaşırları mı bekliyor bu? Ama çamaşır değil, asılmış biri vardı içeride, onu bekliyordu. O gün Mütakere* olmuş. Benim haberim yok. 1917’ydi. Dışarıda ana baba günü olmuş. Yağmaladılar, vurdular, döktüler; bizimkiler kızkardeşimi alıp gittiler; Ruslar gitti, karman çorman olmuş, ah neler olmuş Giresun” ama bütün Karadeniz”e de; köylerimiz, bütün ahali Yunan, Hıristiyan, iyi Hıristiyan, hepsi hamarat, bütün Karadeniz. Baktım bu adam gene işaret ediyor, git diyor, hoşt hadi git. Ben de biraz sonra paravramı sardım, çantamı aldım, ekmekçiğimi ve sıvıştım. Düz yola çıktım, inmeye başladım, yürüdüm babam yürüdüm. Evimiz uzaktı, dörtyolda bir tane daha asılmış. Yanına vardım, baksana dedim, neden dilin dışarda, neden boynuna bu tabela asılı, Türkçe yazıyor, ne yazıyor? Ve uzaklaştım, biraz yol aldım. Bir de ne göreyim, biri daha asılmış, yanında da bir tane pala bıyıklı jandarma, üniformalı, sert, çok sert, git diyor.
Oradan tabana kuvvet yola düştüm dosdoğru yukarıya, gene dörtyolda, öyle dört tane kavşak vardı eve kadar, ben gene orta yerde ve bir tane asılmış daha.
Ama o zaman korktum gayri, biraz kendime geldim. Dedim ki, şimdi Eftalya kafanı çalıştır azıcık, durumu iyi idare et, yoksa buradan sana hayır yok. Dedim ki içimden burada sinema, orada evimiz, burada Topal Osman Ağanın konağı. Hıristiyanları bu öldürüyordu. Rabbim İsa, lanetli Topal Osman, çeteci, büyük çeteci, çok kötü adam, ruhu şad olmayasıca. O zaman bir korku çöktü üstüme, bir titreme ve adamı gördüm git oradan dedi. (…)
Babamı, yalnız babamı değil, hepsini tutup gönderdiler, bir tek adam bile kalmadı, hepsine eziyet ettiler.”
Tüm ailesi dağılan, babası Topal Osman tarafından tutuklanan, bir süre sonra da annesini kaybedenç, iki yaşındaki erkek kardeşi boğularak öldürülen Eftalya tek başına kaldığı Giresun’da önce Müslüman bir kadın tarafından İstanbul’a kaçırılır. Burada da yalnızlık ve yaşadığı bir sürü olay onu Galata genelevlerine kadar sürükler. O artık “Çika” olmuştur. Çok haz etmez bu isimden “Eftalya” olduğunu hiç unutmaz. Çok milletten kadın vardır bu genelevlerde. Soykırımlar, katliamlar en çok kadınları özellikle de çocuk denecek yaştaki kadınları vurur. Eftalya da 14 yaşındadır genelevde çalışmaya başladığında. O zor geçen hayatında anıları ayakta tutar onu.
Artık 80’e merdiven dayadığında tanıştığı Korovinis’e Pontos’a, Pontos Rumcasını konuşmaya duyduğu hasreti de şöyle ifade eder son sözlerinde:
“Çok çile çektim. Arkamdan hep dedikodu. Dilimi istediğim gibi konuşamadım. Yabancı bir milletin içinde yaşadım. Hayatım kalbimde bir dikenle geçti. Yalan dünya. Zaman zaman göğsümde bir ağırlık. İsa gibi. Bir çarmıh mı var sırtımda, bir kaya mı? Ne biliyorum ben? Bulaştım. Kısmet, Şimdi Pontus’ta olsam torunlarım olurdu, onlara bakardım, okulda alfabelerine, oyunlarına yardım ederdim onlara. Bir meşgalem olurdu, bir işim olurdu. Bu yalnızlık yemezdi beni, bu kimsesizlik. Çare yok. Şimdi artık bunların ayaklarının altındayım. Fındık ağaçlarım olacaktı, fındıklarım olacaktı, onları satıp yaşayacaktım, en güzel fındık bizim oralardan çıkar. Ticaret yaparlar, yurtdışına, her yere. Güzel palamutumu yiyecektim, kiremitin üstünde pişirecektim taze taze, hamsiyi pişerecektim, ondan güzel pideler yapacaktım. Ya da Atina’da olsaydım. Yunanistan”da olsaydım. Yunanistan, Atina, Yunanca işitseydim, yalnız Yunanca. Bir köy de olsaydı, küçük bir köycük. Yunan sigarası içseydim. Sizin oralarda ölseydim, serbest olsaydım, serbest ölseydim.”
*Burada mütareke derken kast edilen, devrim sonrasında Rus ordularının Osmanlı topraklarından çekilmesini öngören 5 Aralık 1917 tarihli Erzincan mütakeresidir.