Thursday, July 5, 2012

Şık Gazeteci


“Pusu”nun önsözünü gazeteci Umur Talu kaleme aldı. “Şık Gazeteci” başlıklı yazısında, “Ahmet’in şıklığı sadece soyadından değil… Her devirde ve her türlü  ‘sakıncalı’ damgası yiyebilmesinden de geliyor” diyen Talu’nun kaleme aldığı Pusu’nun önsözü aynen şöyle:
Yayınlanmamış kitabı yüzünden eşinden, evladından, işinden, dostundan “ayırılıp” dört duvar arası yatırılan Gazeteci’nin yeni kitabı bu.
Kitap yeni olsa da…
Yazarının; gözümde, gönlümde, hafızamda, arşivdeki onca yazımda hep eski, kıdemli bir yeri var.
Ahmet benim için hep ve en önce gazeteci.
Ahmet benim için hep ve en önce Şık Gazeteci.
Gazeteciliğe yakışanı yapabilmek için nice riske girmiş olan…
Cilalı gazeteciliğin kapsama alanına almadığı nice mevzua tıklamış olan; bu işe işleve; muhabirliğe, gazeteciliğe şıklık katmış olanlardan.
Çok yerde söyledim, yazdım.
Ahmet’in şıklığı sadece soyadından değil…
Her devirde ve her türlü  “sakıncalı” damgası yiyebilmesinden de geliyor.
Bu damgayı vuranları sinir etmesinden; bu damgayı, nice güçlünün, kudretlinin, hakim mevkiin elinden yemeyi hak etmesinden geliyor.
Ezilenin, horlananın, dışlananın, kovulanın, vurulanın yanından bir gazetecilik elbet cilalı duayenlerin dediği gibi pek “objektif” olmayabilir ama: objektifini halkın yanında konuşlandırmak, mertliktir, şıklıktır, insanlıktır, gazeteciliğin özündeki damardır.
Ahmet’i; Metin Göktepe Hakikati’ni kovalamış genç gazetecilerle ve  “Hayata Dönüş” diye yutturulan ve nice itibarlı, büyük, elbet özgürlüklere, insan haklarına pek müptela yönetmen ve yazarın kankalık ettiği Cezaevi Tufan Katliamı sürecindeki tersine, inadına haberleriyle bildim.
O devirdeki “kanlı objektif”i parçalayan gazetecilerden biri olarak.
Sonrasında, sadece hak gazeteciliği değil, kendi hakkını da arayan gazeteci olarak sevdim, elimden geldiğince destekledim.
O sıra resmen “sakıncalıdır” damgasını bizatihi büyük medya vurdurtmuştu Ahmet’in üstüne.
Ve sonradan, basın özgürlüğüne ne kadar hassas olduklarını heyecanla izlediğimiz nice ağabey, abla ve kardeş ya susmuştu ya susturulmuştu!
“Sakıncalı”; kapısı kapanan gazetelerden sonra dergilerde de “sakıncalı” oldu.
Andıç haberi yapıyordu, ama kendi zaten medyadan, ordudan, iktidardan, şuradan buradan andıçlı bir hayat yaşıyordu.
Üniversite ona bir yer verdiğinde, elbet işini yaptı ama kendi hakkını, örgütünü arayan gazeteci ruhu orada da kendi sendikal hakkını kovalayan öğretim kadrosu içinde koştururken buldu.
Türkiye, medya, nice meslektaşı bu kısımları pek bilmez; nitekim pek ilgilenmezdi zaten.

Derken, memleketin yeni muktedir siyaset ve hukuk düzeni içinde…

 Ahmet’in basılmamış kitabı basıldı!

Ömrüm nice kitap imhası görmüştür ama yayın yönetmeni odasında imha edilen hard diskin “hard hüznü”ne o sayede uzaktan tanık oldu.
Derken evler, kopyalar, dostlar, telefonlar, tutukluluk, tahliye retleri, bir kısım linç girişimi, uzun tutukluluk, iddianame, dava… Ve nihayet tahliye.

Ahmet’e şunu dedim mi sonradan, hatırlayamadım:
Hiç değilse, kitabına, duruşmasına, hayatına katılan nice güzel meslektaşının, dostunun inatçı, ısrarlı desteğini tatmak için bile değermiş diye düşün!
Bu ülkenin ve düşünenin, yazanın, çizenin, konuşanın, mücadele edenin acıları ne bugünden ibaret, ne de en şiddetlisi böyle bir hapis kadar.
Ardımızda nice katledilmiş; unutulmamış ve çoktan unutulmuş isim var.
Yakılmış, toplatılmış, yasaklanmış, tutuklanmış, sürülmüş, vurulmuş kitaplar.
Ben yine de umut duyarım hep.
Çünkü her yeni kelime bir ötekinin de yolunu açar.
Her acı, bir sonrakine dayanma gücü sağlar.
Yazıya, habere, kitaba her “baskı”…
Matbaaların, klavyelerin, zihinlerin, emeklerin daha fazla özgürlük “basmasını” sağlar.
Hep derim…
“Press”, baskı olabilir ama…
Gazetecilik de “press”tir.
Baskıya karşı basmak.
Baskına karşı basın.

Baktım, Ahmet için epeyce yazı yazmışım, epeydir hem de.
Bir kitaba özel olan bu sonuncuyu, o içerideyken “kaçma şüphesi” diye tahliye etmeyenlere yazdığım yazıdan bir bölümle bitireyim.
İster onlar da okusun, ister oğlum yine bina dokusun:
Ahmet kaçsa; üzerine yürümüş bin tür baskıdan korkar, önce kendinden kaçardı.
Kaçsa; üzerine abanmış büyük medya tehdidinden korkar, önce vicdanından kaçardı.
Kaçsa; Göktepe cinayetinden Hayata Dönüş Operasyonu’na, devlet şiddetinden korkar, olay yerinden kaçardı.
Kaçsa; elinde makinesi, polis darbesiyle yerlerde sürüklendiğinde, o meydandan kaçardı.
Kaçsa; nice büyük gazetecinin yaptığı gibi, hakikatten, hakikatleri deşmekten, hakikatle yüzleşmekten kaçardı.
Kaçsa; nice utanmazın yaptığı gibi, bin tür insan acısıyla boğuşmaktan kaçardı.
Kaçsa; mayın kurbanı çocuklara bir fotoğrafta hayat vermeye çabalamaktan kaçardı.
Kaçsa; çetrefilli, kan kokulu, ceset dolu nice mevzu ile uğraşmayıp kakarakikiriye kaçardı.
Kaçsa; medyada da üniversitede de, sendika mendikayla uğraşmaz, kolayına kaçardı.
Kaçsa; tutuklandığı güne kadar kendisini defalarca kuşatmış yalnız kalmaktan bıkar, sığınmalara kaçardı.
Kaçsa; büyük medyanın büyük kafalarına direnmek yerine, birçoğu gibi yalakalığa kaçardı.
Kaçsa; bunca senedir en kestirmesine kaçar, iktidarların veya darbecilerin kanatlarına kaçardı.
Kaçsa; evladını nasıl geçindireceğinin kâbuslarına koşmaz, medya aristokrasisinin evlatlığı olup rahat etmeye kaçardı.

Kimse, arşivinden, tarihinden, kendisinden kaçamaz zaten.
O yüzden, biraz şık olmalı gazeteci!

Ben Ahmet’i pek tartışmam.
Siz elbette kitabı tartışabilirsiniz.