Monday, June 23, 2014

Karanlık bir dünyanın dehlizlerinde

 


Sedat YILMAZ

Madenci öldükten sonra kadın ne oluyor? Devlet, bürokrasi, sendika ve ataerkil toplum olarak üstünü örttüğümüz en önemli sorun bu. Sonunda söylemem gerekeni ilk başta söylemeden yapamayacağım: Madenci öldükten sonra kadın bir köle olarak yaşam boyu ölüyor!


Madenci ölürse kadın da gömülür

Kömür ocaklarını kazıya kazıya geldik dizinin sonuna... Sanırım işin en acı, en trajik, en korkunç tarafı da burası: Madenci öldükten sonra kadın ne oluyor? Devlet, bürokrasi, sendika ve ataerkil toplum olarak üstünü örttüğümüz en önemli sorun bu. Sonunda söylemem gerekeni ilk başta söylemeden yapamayacağım: Madenci öldükten sonra kadın bir köle olarak yaşam boyu ölüyor!

Türkiye işçi sınıfının hafızasında önemli yer edinmiş olan Zonguldak 1990-91 büyük madenci yürüyüşün en ön saflarında yer almış Sevinç Karakuş ile kadın sorununu konuştuk. O dönem Zonguldak TTK Genel Müdürlükte Teknik Ressam olarak çalışan ve bir dönem Genel Maden İşçileri Sendikası Merkez Şube Başkan Yardımcısı görevinde bulunan Karakuş, kadın üzerindeki sömürünün tüm ayrıntılarını anlattı.

Kimse kadını görmüyor

Madencinin ölümü sonrası kadının durumu nedir diye soruyorum Karakuş’a, “Kozlu ve Armutçuk grizu patlamasında sendika olarak köy köy kadınları ziyaret ettik. Kadınlar perişan, çünkü erkekleri yok, kayınpederleri var. Kırsal bölgede erkek ne demişse kadın onu yapmış. Kadının gördüğü tek şey annesi, babası ve kocası. Başka bir şey görmemiş. Bütün köydeki kadınlar aynı. Kayınpederi geliyor, kayınbiraderi geliyor ve kadının kocası gibi davranıyor. Artık annesinin evine bile onlardan izin almadan gidemez” diye söze başlıyor.

O evi terk edemez

Kadının artık bir köle muamelesi gördüğünün altını çizen Karakuş, şöyle devam ediyor: “Bütün mesele maddi gelirle bağlantılıdır. İstisnalar kaideyi bozmaz ama ‘ben bu kadını koruyayım, başına bir iş gelmesin, torunlarıma sahip çıkayım’ isteği çok azdır. Büyük kısmı parasal durumun dışarıya akmamasından kaynaklı. Kadını o evden dışarı çıkartmıyor. O paradan evdeki herkesin faydalanması adına yapılır tüm bunlar.”

Ev içi nikahlandırma

Karakuş, dehşet verici örnekler veriyor: “Çoğu kadın ev içinde imam nikahıyla nikahlandırılıyor. Genelde evli olan kayını ile imam nikahı ile evlendirilir. Kocası öleli bir sene olan kadının 6 aylık hamile olduğunu gördüm. Başkasıyla evlenme şansı var mı? Bir bakıyorsunuz kayın giriyor içeri ‘Sen kimden izin aldın da toplantıya geldin’ diyor.  Kadına haklarını nasıl koruması gerektiğini öğretiyoruz ama onlar kadını kendisine karşı örgütlediğimizi sanıyor. Bundan korkuyor. Bunu hükümet de, işverende çok iyi biliyor. Soma’da ölen 300 madencinin kadını sokağa çıksa o Soma’yı ne yaparlar biliyor musun? Ama ne oluyor? Hemen o gün geliyorlar, ‘al sana şu kadar para’ diyorlar. Kayınpederini, kayınbiraderini, kardeşlerini çağırıyor, ‘Siz akılı olun, sana da iş imkanı sunuyorum’ diyerek hallediyorlar. Bu gelenekselleşmiş bir haldir. İnsanlar ekonomik gücün altında o kadar eziliyor ki kendi kişisel haklarını bile yok sayabiliyor.”

Bir çeşit gasp

Kadına el konulduğunu, bir çeşit gasp yapıldığını vurgulayan Karakuş, “Kadın sesini çıkaramıyor. Elinden imzalı vekalet alıyorlar, kendi işlerini kendileri görüyor. Kadın ne aldığını da belki bilmiyor. Evine kayınpederi ya da babası getiriyor...” diyor. Kadın üzerindeki şiddet ve baskının sadece kaba dayak olmadığını da dile getiren Karakuş, devamla şunları söylüyor: “Gözükmeyebilir ama şiddetin en kötüsü uygulanıyor. Psikolojik şiddet, darbe kadar kötü bir şey. Görünürde bir şey yok, hiçbir şeyi de ispatlayamıyorsunuz. Kadın sadece madencinin karısı olarak haksızlık yaşamıyor. Eğitimli olan kadın da bile var. Korku var; kimse ön plana çıkmak istemiyor.”

‘Soyadımı taşıyorsun’

Ataerkil hegemonyanın kadın üzerinde ustaca kullanıldığını da anlatan Karakuş, baskının çok yönlü olduğunu söylüyor: “‘Senin kocan yok, sen bizim soyadımızı taşıyorsun. Soyadımıza göre davranacaksın. Evin dışına çıkmayacaksın. Nereye gidersen bileceğiz’ şeklinde baskı uzayıp gidiyor. Madencinin eşi kadar talihsiz bir eş yok. Kocası sağken sabah helallik alıp işe gidiyor, akşam gelene kadar korkuyla yaşıyor, yaşam zaten stres. Koca ölüyor acısını yaşamadan daha ağır şiddetle,baskıyla karşılaşıyor. Evleniyor, stresle yaşıyor, adam ölüyor daha büyük stresle yaşamaya devam ediyor. Hayattan ümit kesiyorlar, umutları yok. Bir de kız çocukları olan kadınları düşünün. Erkek olursa o da amcası gibi davranacak. Bu anlamda kız tarafı da erkek tarafı da aynı oluyor. Çünkü her iki taraf da madenci ve çoğu hısımdır zaten. Bu baskı üst üste geldiğinde yer yer intihar vakalarına da dönüşüyor. Çoğu zaten psikolojik tedavi görüyor. Depresyon hapı kullanıyor. O haplara bağlı yaşıyor. Hastane listelerine bakılsa çoğu madenci eşleri hiç gitmemişse en az 10- 15 defa gidip o ilacı kullanmıştır. Ömür boyu kullanmaya devam edecektir. Bazıları da bu desteği bile alma şansına sahip değil; çünkü ‘o delirdi, kafası durdu, unutkanlık var, şaşırıyor’ diye kitabına uydururlar. Kadınlar için kitabına uydurma daha kolay.”

Elbirliğiyle üstü örtülüyor

Çocuklu kadınların babaları tarafından eve dönüşü kabul edilmediği için de kocasının evinde kalmak zorunda kaldığını da aktaran Karakuş, sözlerini şöyle sonlandırdı: “Çocuk yüzünden de esir olan çok kadın var. Böyle olduğu için de dayak da yiyor, şidde de görüyor. Devlet, toplum, sendikalar hepsi kadın konusunun da üstü örtülü anlaşmaya varıyor. Çocuğu olmayan kadın daha fazla isyan edebiliyor.” diyor. Kadının çalışmalara, sendikalara katılmasını erkeklerin de hükümetin de istemediğini hatırlatan Karakuş, “Meclis’in yarısı kadın olsaydı, böyle mi olurdu? 1990-91 grevinin başarısı kadınlarındır. Kadın istesin dünyayı yıkar. Burada ‘dul’ kadın işi daha zor. Sokağa çıkamaz, nereye gidiyor diye konuşur dururlar. Kadının gözünü kapatıyorlar. Yeniden evlenen kadın sayısı çok çok azdır.”

Soma’da başladı bile!

Aynı konuyu Soma’da da araştırdım. Ankara’dan görevli gelen sosyal politikalar uzmanı memurun anlattıkları çok farklı değil: “Aile içi şiddet, daha net söylemek gerekiyorsa erkek şiddetidir. Her gün bu konuda telefonlar alıyoruz. Şikayetler geliyor bize. Madende travmaya uğrayan, işten kaynaklı stres oranı artan erkek doğru yollardan boşaltmadığı enerjisini kadın ve çocuk üzerinden boşaltıyor. Fiziksel şiddet yükseliyor ancak en az onun kadar önemli olan duygusal şiddet var. Özelikle çocuklarda büyük iz bırakıyor.” Telefonla kendilerine gelen şikayetleri de sıralayan memur, “Eşini dövme, sürekli bağırma, çocuğu azarlama... Baş edemediği bir hissiyat var ve şiddetle baş etmeye çalışıyor. Tamamen ataerkil bir baskınlığı var” diyor.

En ötekisi kadın

Toplumun içinde en ötekileştirilmiş kesimin kadın olduğunun altını çizen görevli, gelen şikayetleri sıraladı: “Kadın zaten eş kaybı yaşıyor. Sosyal bir boşluk doğuyor. İkincisi maddi kayıp. Eve gelir getiren kişiyi kaybediyorsunuz. Aldığımız telefon ve yaptığımız görüşmelerde, kayınpeder ya da eşin ailesi tarafından ‘sen çok gençsin üç gün sonra ne yapacağını bilemeyiz, o yüzden bu parayı biz alalım’ baskısı yapıyor. İkincisi kadını evden göndermeye çalışıyor, hukuki bir tarafı olup olmadığı bir kenara ama boş kağıt imzalatmaya çalışıyor. Bütün yolları deniyor. Ailesinin yanına dönmek isteyen kadınlar var, izin verilmiyor. Nedeni ise henüz paylaşılmayan para tartışması. Bu parayı halletmedikçe bu konuyu tartıştırmıyor. Çocukların vekaletiyle ilgili şikayetler gelmeye başladı. Tüm bunlar işin başka bir sosyal patlama noktası. İleride başka sosyal sorunlar olarak karşımıza çıkacak.”

Parayla susturuluyor

İktidar cephesindeki gelişmelere de dikkat çeken görevli personel: “Soma özelinde kamunun raporlarını okuyun, o kadar çok kaynak ayırmışlar ki. Ama doğru kanalize edilmiyor. Doğru yönlendirme yapılmıyor. Herkese baroyu gösteriyor. Hediye götürür, cenaze parası ödüyor. Hep maddi hizmetleri yığdırıyor, krizi günlük çözüyor. Kadın ve sivil örgütlerin bu tarafa daha fazla önem göstermesi gerekiyor. İşin aslı hükümet bu işi para yağdırarak, toplumu susturma yöntemine başvuruyor.” diye konuştu.


Kayınpederin tacizine uğradı!

Kadınların yaşamış olduğu sömürü ve baskı örneklerinden bir tanesine, Türkiye sıradan bir taciz olayı olarak baktı. Tekil gibi gözüken bu olay aslında çok yaygın ama konuşulması tabu olarak görülüyor. Zonguldak’ta 17 Mayıs 2010’da meydana gelen grizu faciasında oğlu 32 yaşındaki Kadir Ö’nün ölmesi ardından gelini 24 yaşındaki F.Ö’ye cinsel istismarda bulunan ve 10 yıl hapis istemiyle dava açılan 66 yaşındaki Muhittin Ö’ün yargılaması rutin bir dava olarak geçiştirildi. 2 çocuk annesi F.Ö, Mahkeme Başkanı Hakim Gökçe Yıldız’ın, “Şikayetçi misin?” sorusuna oturdukları evin 2’nci katını kendisine vermesi halinde kayınpederinden şikayetçi olmayacağını söyledi. Hakim Gökçe Yıldız, olay nedeniyle kadının ruh ve beden sağlığının bozulduğuna yönelik Çaycuma Devlet Hastanesi’nin raporunu okuması ardından F.Ö. tepki göstermiş; eşi öldükten sonra kayınpederinin kendisine “bana kaldın” dediğini açıklamıştı. F.Ö, kayınpederinin kendisini maddi olarak da mağdur ettiğini, çeşitli kurum ve kuruluşlardan verilen 5 bin liraya “size ben bakıyorum” diyerek el koyduğunu da söylüyor.

BİTTİ