Aslı Erdoğan
Kadınların yalnızca sokakta değil; aile, okul, polis vb. bütün kurumlarda aşağılandığı, bekaret kontrollerinden geçirildiği, medyanın işbirlikçiliğiyle seyirlik, alımlık, tadımlık gibi sunulduğu bir toplumda yaşamaktayız. Aynı toplumun, sütten çıkmış ak kaşıkmışçasına, dört katil çocuk hakkında ölüm fetvası vererek kendini aklayabileceğini, içindeki kötülüğü yok edebileceğini sanması ürkütücü. Her suç gibi, cinayetin de toplumsal bir boyutu vardır; yaşam koşulları, gelir dağılımı, eğitim ve kültür düzeyiyle yakından bağlantılıdır.
Medine Öncel, Diyarbakır'da, polis baskınında 7. kattan atladı. Daha önce işkence görmüştü. Son çığlığı, "Baba, beni bunlara bırakma!" oldu. 22 yaşındaydı.
Öteki'nin tanınmaması, dilsizleştirilmesi, reddedilmesi, nesneleştirilmesi üzerine kurulmuş her ilişki bir tahakküm ilişkisidir ve kaçınılmaz biçimde zulüm içerir. Kendini toplumun üzerinde gören, dokunulmaz, sorgulanmaz, kutsal ilan eden devlet, şiddeti tekeline alır, bireylerin ve toplulukların haklarını sistematik biçimde çiğner. Bu hakları peşinen reddetmek, taleplere karşı uygulanan şiddeti meşru kılar. Yalnızca kendi koşullarında barış istemek, aslında barış istemek değildir. Kalıcı bir barış, adil bir barıştır, her şeyden önce. Herkes için barış, eşit koşullarda barış.
1982'de Türkiye şampiyonu olan milli güreşçi Ahmet Savran, 5 ay önce evine yapılan baskında, Kurtuluş dergisi bulundurduğu için tutuklandı. Avukatı en fazla 1 yıl alacağını söylemişti. 17 Eylül'deki duruşmada tahliye bekliyordu. Cezaevindeki gerginlik nedeniyle duruşmaya gidemedi. 26 Eylül'de Ulucanlar'da öldürüldü.
Kurbanlar bize ne denli az benzerlerse, zulme duyulan tepki de o denli azalır. "Ötekileştirme", cinayeti mümkün kıldığı gibi, meşrulaştırır da. "Öteki", kirli, suçlu, kötüdür -eline fırsat geçse bizden fazla kötülük yapar- "biz" ise yüce amaçlarla, kutsallıkla donanmıştır. Öteki nesneleştirilir ki, gasp edilen hakları zaten yokmuş görünsün. Kendisinden farklı olanı içerme, kabullenme yerine yalnızca kendi imgesini mutlaklaştıran iktidar.. "Hakikatle ilgili her sorun, bir iktidar sorununa dönüşür."
Sendikacı Süleyman Yeter, 5 Mart'ta yeniden gözaltına alındı. 7 Mart'ta can verdi. Sırtı, çenesi, bilekleri, en can alıcısı, boynu, yara izleriyle dopdolu. Sendikacı Yeter, 2 yıl önce aynı şubede gözaltına alınmış, 8 polis hakkında işkence davası açmıştı. Bir ay daha yaşasaydı, 8 Nisan'daki duruşmada işkencecileri teşhis edecekti. Bir ay daha yaşasaydı. Polislerse hala görevlerinin başında.
Gerçekle ilişkimiz, bizden istendiği gibiyse, yani geçiştirmek, gözlerini kaçırmak üzerine kuruluysa, bize biçilen rolü uysallık ve vakarla oynuyorsak.. "Yeter!" çığlığını sürekli erteliyorsak, dilimizin ucuna gelen küfürler ve kahkahalar gibi.. Gerçeklik karşısında dilimiz tutulmuş, ansızın daha iyi bir dünyaya fırlatılmaktan başka bir şey düşleyemiyorsak.. "Acı" bile denemeyecek bir sızıyla -belki özgürlük sızısı- sırtüstü serilip kalmışsak.. Belki de ayağa kalkabilmek için acıyı sırtlamak, mutluluğu hırçınca savunmak gerekiyor. Ilımlının, rutinin, aklıselimin tatlı dilli çağrısına başkaldırmak..
Çeteleşme devletin ta içindeyse, şiddeti tek varoluş, kendini ifade ediş biçimi olarak gören gençleri engellemek nasıl mümkün olabilir? Camus'nün deyişiyle: "Ya devletin işlediği suçlar, bireylerinkini fersah fersah aşmışsa?"
.
Kadınların yalnızca sokakta değil; aile, okul, polis vb. bütün kurumlarda aşağılandığı, bekaret kontrollerinden geçirildiği, medyanın işbirlikçiliğiyle seyirlik, alımlık, tadımlık gibi sunulduğu bir toplumda yaşamaktayız. Aynı toplumun, sütten çıkmış ak kaşıkmışçasına, dört katil çocuk hakkında ölüm fetvası vererek kendini aklayabileceğini, içindeki kötülüğü yok edebileceğini sanması ürkütücü. Her suç gibi, cinayetin de toplumsal bir boyutu vardır; yaşam koşulları, gelir dağılımı, eğitim ve kültür düzeyiyle yakından bağlantılıdır.
Medine Öncel, Diyarbakır'da, polis baskınında 7. kattan atladı. Daha önce işkence görmüştü. Son çığlığı, "Baba, beni bunlara bırakma!" oldu. 22 yaşındaydı.
Öteki'nin tanınmaması, dilsizleştirilmesi, reddedilmesi, nesneleştirilmesi üzerine kurulmuş her ilişki bir tahakküm ilişkisidir ve kaçınılmaz biçimde zulüm içerir. Kendini toplumun üzerinde gören, dokunulmaz, sorgulanmaz, kutsal ilan eden devlet, şiddeti tekeline alır, bireylerin ve toplulukların haklarını sistematik biçimde çiğner. Bu hakları peşinen reddetmek, taleplere karşı uygulanan şiddeti meşru kılar. Yalnızca kendi koşullarında barış istemek, aslında barış istemek değildir. Kalıcı bir barış, adil bir barıştır, her şeyden önce. Herkes için barış, eşit koşullarda barış.
1982'de Türkiye şampiyonu olan milli güreşçi Ahmet Savran, 5 ay önce evine yapılan baskında, Kurtuluş dergisi bulundurduğu için tutuklandı. Avukatı en fazla 1 yıl alacağını söylemişti. 17 Eylül'deki duruşmada tahliye bekliyordu. Cezaevindeki gerginlik nedeniyle duruşmaya gidemedi. 26 Eylül'de Ulucanlar'da öldürüldü.
Kurbanlar bize ne denli az benzerlerse, zulme duyulan tepki de o denli azalır. "Ötekileştirme", cinayeti mümkün kıldığı gibi, meşrulaştırır da. "Öteki", kirli, suçlu, kötüdür -eline fırsat geçse bizden fazla kötülük yapar- "biz" ise yüce amaçlarla, kutsallıkla donanmıştır. Öteki nesneleştirilir ki, gasp edilen hakları zaten yokmuş görünsün. Kendisinden farklı olanı içerme, kabullenme yerine yalnızca kendi imgesini mutlaklaştıran iktidar.. "Hakikatle ilgili her sorun, bir iktidar sorununa dönüşür."
Sendikacı Süleyman Yeter, 5 Mart'ta yeniden gözaltına alındı. 7 Mart'ta can verdi. Sırtı, çenesi, bilekleri, en can alıcısı, boynu, yara izleriyle dopdolu. Sendikacı Yeter, 2 yıl önce aynı şubede gözaltına alınmış, 8 polis hakkında işkence davası açmıştı. Bir ay daha yaşasaydı, 8 Nisan'daki duruşmada işkencecileri teşhis edecekti. Bir ay daha yaşasaydı. Polislerse hala görevlerinin başında.
Gerçekle ilişkimiz, bizden istendiği gibiyse, yani geçiştirmek, gözlerini kaçırmak üzerine kuruluysa, bize biçilen rolü uysallık ve vakarla oynuyorsak.. "Yeter!" çığlığını sürekli erteliyorsak, dilimizin ucuna gelen küfürler ve kahkahalar gibi.. Gerçeklik karşısında dilimiz tutulmuş, ansızın daha iyi bir dünyaya fırlatılmaktan başka bir şey düşleyemiyorsak.. "Acı" bile denemeyecek bir sızıyla -belki özgürlük sızısı- sırtüstü serilip kalmışsak.. Belki de ayağa kalkabilmek için acıyı sırtlamak, mutluluğu hırçınca savunmak gerekiyor. Ilımlının, rutinin, aklıselimin tatlı dilli çağrısına başkaldırmak..
Çeteleşme devletin ta içindeyse, şiddeti tek varoluş, kendini ifade ediş biçimi olarak gören gençleri engellemek nasıl mümkün olabilir? Camus'nün deyişiyle: "Ya devletin işlediği suçlar, bireylerinkini fersah fersah aşmışsa?"
.