Bir
gün sokakta yürürken, hiç beklemediğim bir anda bir aşk cinayetine
tanık oldum. Böyle şeyleri sadece filmlerde görmeye alışkın olduğum için
şaşkınlığımı bastırmam oldukça uzun bir zaman aldı. Olay ziyadesiyle
ilginçti. Bir aslan, onu başka bir aslan ile aldattığına inandığı eşini
tabancasından çıkan sayısız kurşunla delik deşik etmişti. Sanırım böyle
bir şeydi ya da özneleri karıştırdım.
Başka bir hikaye anlatayım o zaman, bir akşam haberleri izlerken; bir
kartalın, kurdukları şirketten daha fazla pay alabilmek ve böylelikle
daha ciddi bir gelir elde etmek için, sadece ortağı değil en yakın
arkadaşı da olan bir başka kartalı zehirleyerek öldürdüğü haberini
izlerken zihnimde dalgalanmalar olduğunu fark ettim ve sanırım yine
öznelerle ilgili bir sorun yaşamaktayım.
Nispeten daha emin olduğum bir hikayeye geçeyim o zaman, bir grup
timsahın gece el ayak çekilince kendi suyun içinde kendi halinde dolaşan
bir dişi timsaha aniden saldırarak ona önce tecavüz edip sonra da bu
zavallı dişi timsahı döverek acımasızca öldürdüklerini okuduğum zaman
elimden gazeteyi fırlatıp bir kenara attım. Evet, ben de farkındayım bu
hikayede de bir gariplik olduğunun.
Geçen gün okuduğum bir polis zaptını paylaşayım o zaman sizlerle; 20-21
yaşlarında bir grup pirana suç işlemek için teşekkül oluşturmak suçundan
tutuklanmıştır. İsimleri F.D., A.Ş., Z.M., ve H.G. olan piranalar Su
Ürünleri Fakültesi önünde kurdukları tezgahlarda havyar görünümü
verdikleri eroinleri gençlere pazarlarken suç üstü yakalanmışlardır.
Çete üyelerinin silah kaçakçılığı ve kadın ticareti de yaptıkları
yapılan soruşturma sonucu ortaya çıkmıştır...
Biliyorum,
ne yapsam olmayacak çünkü hiçbir hayvan bu kadar vahşi olmayı
başaramaz. Ne dersek diyelim, onlardan daha vahşi bir tür olduğumuz
gerçeğini değiştiremeyiz. Dünya üzerinde yaşayan ve yaşamış olan en
vahşi tür insan oğludur ve bu asla ve asla değişmeyecektir. Biz "ilkel"
kabileleri "medeni" hale getirmek için onların doğa dengesini sağlamak
için yaptıkları her şeyi hor görmeye devam edeceğiz. Onlar hayvanlara
saygı duyarken, biz birbirimize saygı duymayı bile beceremeyeceğiz.
Hatta bizi doğru yola davet eden insanları, çevrenin yok olmasının bizim
yok olmamız anlamına geldiğini bize anlatmaya çalışan adamları hiç
düşünmeden öldüreceğiz; tıpkı 1988 yılında Chico Mendes'i ve Miguel
Tzenke'yi öldürdüğümüz gibi ve daha nicelerini.
Luis Sepulveda, bu kısa ama muhteşem romanını bu iki isme adamış.
Romanda adından da anlaşıldığı gibi aşk romanları okuyan bir ihtyarın
hikayesi anlatılmakta ama bu adamın tek meziyeti aşk romanları okumak
değil. O bir çevre dostu, "medeni" olarak geldiği yağmur ormanlarında
giderek "ilkelleşerek" doğaya saygı duymayı, hayvanlarla uyumlu yaşamayı
öğrenir ve öğretmeye çabalar. Roman bir saat içinde okuyup
bitirebileceğiniz ancak etkisini üzerinizde uzun süre hissedeceğiniz bir
hacimde. Yaşlı adam bir ozelotle savaşarak, bir onur mücedelesi yaparak
kapatır romanı ve biz, yani olaya dışarıdan bakanlar aralarındaki
savaşın ne kadar dürüst ve onurlu olduğunu izler ve medeniyetin tek
dişine de saldırmaya meylederiz.
Roman 2001 yılında Rolf De Heer tarafından sinemaya aktarılmış ama kitap kadar büyük bir başarı sağlayamamıştır.
Ben de bu yazımı Luis Sepulveda'nın affına sığınarak Kardeniz Sahil Yolu
projesi kapsamında yapılan kıyıma karşı durduğu için 2005 yılının
temmuz ayında katledilen Av. Cihan Eren'e atfediyorum. ALINTI
***
Aşk
Romanları Okuyan İhtiyar adlı romanıyla tanıdığımız Luis Sepulveda, 1949
yılında Şili'de doğdu. Öğrenci ve sendika eylemlerine katıldıktan sonra
siyasi sığınmacı olarak Ekvador'da yaşadı. Peru, Ekvador ve
Kolombiya'da tiyatro toplulukları kurdu, gazetecilik yaptı.1980 yılından
bu yana Almanya'da yaşıyor. "Gabriela Mistral Şiir Ödülü" ve "Romulo
Gallgegos Roman Ödülü" de aralarında olmak üzere şiirleri, öyküleri,
denemeleri, radyo ve tiyatro oyunlarıyla bir çok ödül kazandı. Dünya
çevre hareketinin önemli adlarından Chico Mendes'e adanan ve 1988
"Premio Tigre Juan Kısa Roman Ödülü"nü alan "Aşk Romanları Okuyan
İhtiyar" kısa sürede ondan fazla ülkede yayınlandı. Türkçeye çevrilen
ikinci romanı olan "Dünyanın Sonundaki Dünya" adlı bu romanında Luis
Sepulveda, günümüzdeki balina katliamını işliyor. İnsanoğlunun her türlü
teknolojik ve parasal desteğini arkasına almış acımasız ve açgözlü bir
balina avcısı Japon kaptana karşı hayatını denize ve oradaki yaşama
adamış yaşlı bir kaptanın ve tayfası Küçük Pedro'nun savaşımını konu
edinen roman, hiç beklenmedik bir olayla sona eriyor. Bu kitap, çevre
sorunları konusunda umutsuzluğa düşenler için Antartika yakınlarından,
"Dünyanın Sonundaki Dünya"dan gelen bir umut mesajı...
Monday, October 29, 2012
Friday, October 26, 2012
Türkiye’de bir ilk olan Bademler Köy Tiyatrosu, 76. yıldır perdelerini açıyor
27 Mart Dünya Tiyatrolar gününde Erhan Gökgücü’nün İki Kalas Bir Hefes” oyunuyla açan Bademler Köyü tiyatrocuları ayakta alkışlandı.
Dünya Tiyatrolar günü nedeniyle kortej yürüyüşüyle başlayan kutlama, kortejin köy meydanına gelmesiyle başladı. Davul Zurna eşliğinde gelen köy tiyatrocuları ve Urla Klozemenayi oyuncuları meydanda kutlama töreni yapıldı. Bademler Köyü Kültür ve Sanat Derneği Başkanı Seyfettin Şen ve Köy Muhtarı Mehmet Uysal Atatürk Büstüne çelenk sunumu ardından saygı duruşu gerçekleştirildi. Derneğin Yönetim Kurulu üyesi Bayram Ali Şentürk’ün Dünya Tiyatrolar Bildirgesini okunması ardından, Urla Klozemani Oyuncuları tiyatral gösterisini köy meydanında sundular.
Kutlama Köy Tiyatro salonunda, konuşan Bademler Köyü Kültür ve Sanat Derneği Başkanı Seyfettin Şen, “Kültür ve Turizm Bakanlığı, Güzel Sanatlar Fakültesi, İzmir Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü, İzmir Opera Bale Müdürlüğü, Narlıdere Belediyesi, Ati Ajans, Hürpet, Umutlu Kafe ve Urla Halk Eğitim Müdürlüğü gibi bir çok kurumdan katkı ve destek aldık. Kendilerine teşekkü ediyorum. Bademler Köyü olarak, 76. yılımızda ve Dünya Tiyatrolar gününde perdelerimizi açmaktan büyük mutluluk duyuyoruz. Köy halkı olarak, Türkiye’nin ilk ve tek köy tiyatrosu olma misyonumuzun farkındayız. Tiyatro ve sanat yapmaya devam edeceğiz” diye konuştu.
Etkinlik daha sonra Bademler İlköğretim Okulu öğrencilerinin kısa sunum ve gösterisi ardından “İki Kalas Bir Heves” adlı oyunun galasına geçildi. Oyunun Yazarı Erhan Gökgücü’nün de izlediği gala’da Narlıdere Belediye Başkanı Abdül Batur, Güzelbahçe Belediye Başkanı Ertan Avkıran, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Semih Çelenk, Eski Kültür Bakanı Suat Çağlayan, Eski Milletvekili Türkan Miçooğulları, İzmir Gazeteciler Cemiyeti 2. Başkanı Atilla Sertel, İzmir Büyükşehir Belediyesi Sanat Danışmanı Haluk Işık, çok sayıda gazeteci ve konuk izledi.
Ayakta alkışlanan oyun sonrası izleyenler ve oyuncular, Bademler Köyü Kültür ve Sanat Derneği’nin hazırladığı kokteyl’e katıldılar.
Gündüz tarlada gece tiyatroda - Elif Korap
İzmir'in Bademler köyü sakinleri üç kuşaktır gündüz tarlada patlıcan fidanı söküp gece tiyatro sahnesine çıkıyor! Köylüler mezar taşlarına isimlerinin yanı sıra canlandırdıkları karakterlerin adını da yazdırıyor. Ahali şimdi 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü hazırlıkları içinde
Gülsüm her sabahki gibi erkenden kalkıyor. Köy hayalimizde olduğu gibi onu da horozlar mı uyandırıyor, hikayenin burasında bilemiyoruz ama uyandıktan sonra Gülsüm'ün kocasıyla birlikte tütün tarlasına gittiğinden eminiz. Bütün gün tarlada çalışıp hava kararmadan evlerine dönüyorlar. Gülsüm belki yemek yapıyor, belki biraz da ev işi. Saat 20.00 olmadan evdekilerle vedalaşıp köyün tiyatro salonunun yolunu tutuyor. Bademler Köyü Tiyatro Salonu burası. Şalvarını çıkarıp kostümünü giyiyor. Prova yapıyorlar. Gece yarısı en geç saat 01.00'de evine dönmek için yola düşmüş oluyor Gülsüm.
İzmir'in Bademler köyünden olağan bir köylü kadın portresi bu. Aslında bildik bir haber yani! Türkiye'de Bademler'de 1500 tiyatrocu olduğunu, köyde yaşayan herkesin oyunculuk yaptığını bilmeyen kalmış mıydı? Biz de biraz meraktan, yolumuz İzmir'e düşünce meşhur köye uğruyoruz.
Ölüler mezar taşlarının üzerindeki yazılarla ziyaretçilere sesleniyor
Ama burada haberler bitmiyor ki! Hani köyde herkesin oyuncu olduğunu biliyorduk da, biraz tuhaf olacak ama ölen köylülerin mezar taşlarına gerçek adları ile birlikte tiyatrodaki lakaplarının yazıldığına ilk kez tanık oluyoruz.
Shakespeare Ahmet, Moliere Hasan, Juliet Zeynep gibi... Yaşları gereği bu dünyadan göç eden köyün ilk kuşak tiyatrocularının mezarlarına bakıyoruz, "Palet" (Burhan Uran), "Pamili" (Gülsüm Yeşil), "Mişon Emmi" (Hüseyin Karagöz), "Koca Hala" (Zeynep Kınık), "İmam" (Mehmet Uran) gibi ilginç lakaplarla karşılaşıyoruz. Bir de şiirler ve manilerle... Genelde mezar taşlarında ölen kişinin ölüm nedeni, daha önce ne iş yaptığı gibi bilgiler uzun uzun anlatılıyor! Bazılarında ise hayatını kaybetmiş kişinin ziyaretçilere seslenişi, evet evet, seslenişi yer alıyor: "Dostlara merhaba. Çocuklara selam olsun", "Hoşgeldiniz dostlarım. Bekçi Halil adım. İki oğlum iki kızım bütün varlığım..." gibi. Bu yaratıcı mezar taşı ustasını aramaya koyulmuşken öğreniyoruz ki bu, Bademler köyünde bir gelenek...
Mezar ziyaretinden sonra köylü tiyatrocuların bir gününü izlemek için köye dönüyoruz. Meydana varıyoruz ama doğru düzgün kimseyi bulamıyoruz! Çünkü bütün tiyatrocular, pardon köylüler tarlada rollerine çalışıyorlar! En azından son oyunda rol alanlar. Mecburen bize de tarlanın yolu görünüyor.
"Gece yarısı evine dönen kadınları köyde kimse yadırgamıyor"
Şu aralar 27 Mart Dünya Tiyatro Günü için Emmanuel Robles'in "Özgürlüğün Bedeli" oyununu hazırlayan oyunculardan biri Naime Oğuzer. Tarlada şalvarıyla, geçen yıl diktikleri patlıcan fidanlarını söken 50 yaşındaki Oğuzer'e, tiyatrodan rol arkadaşı Orçun Uz, teksti okuyarak eşlik ediyor. Akşamsa 20.00'te köyün tiyatro salonunda şalvarlar çıkarılmış, yerlerine kostümler giyilmiş, prova yapmak için buluşuyorlar. Her akşam olduğu gibi...
Provalar her gece 24.00 ile 01.00 arasında bitiyor. Oğuzer'in gece 01.00'de tiyatrodan çıkıp evinin yolunu tutmasını kimse yadırgamıyor. Çünkü herkesin karısı, kızı en az bir kez rol almış bu tiyatroda. Kadınların gece yarısından sonra provadan eve dönüşü gayet doğal burada.. Oğuzer anlatıyor: "Şehirde bile bir kadın belki o saatte tek başına çıkıp evine rahatça gidemez. Ya gece sokakta yalnız olmaktan korkar ya ne diyecekler diye düşünür. Bizim burada gece sokakta bir kadın gördünüz mü bilirsiniz ki provadan çıkmış evine gidiyordur. Köyde herkes tiyatrocu. Herkes bu işi yapmaktan gurur duyuyor."
"Provalar dışında da rollerinize çalışıyor musunuz?" sorusuna ise şu karşılığı veriyor Oğuzer: "Genelde gece 20.00'de buluşup prova yapıyoruz. Çünkü gündüz herkesin tarlasında işi oluyor. Tarladan dönünce de evdeki işler yapılıyor. Tiyatroya ancak gece sıra geliyor. Ama görüyorsunuz işte. Bazen tarlada da metinlerimizi ezberlediğimiz oluyor. Orçun Uz benim rol arkadaşım. Onunla da çalışıyoruz bazen."
Orçun Uz konservatuvar sınavlarına hazırlanıyor. Çalışmadığı için boş zamanlarında tarlada çalışan rol arkadaşlarına eşlik edip onları rollerine hazırlama görevini de üstelenebiliyor. "8 yıldır oyunculuk yapıyorum" diyor henüz 20 yaşındaki Uz ve anlatıyor: "Köyde pek çok genç konservatuvara gidiyor. Ben de tiyatro bölümüne girmek istiyorum. Davet olursa çevre ilçelere turneye de gidiyoruz. Benim dedem Mahmut Uz da köyün tiyatrocularından. Artık torun tiyatrocular kuşağı işbaşına geldi."
Tarladan çıkıp tekrar köy meydanına gidiyoruz. Köyün muhtarı ve oyunculardan Hasan Acep köy kahvesinde. Acep, köyde 1933'ten bu yana her yıl en az bir oyun sahnelendiğini, bazı seneler ise iki oyun birden oynadıklarını gururla anlatıyor: "1933'te Mustafa Anarat öğretmenlik yapmak üzere bizim köye gelmiş. O köylülere müsamereler oynatmış. O günden sonra bizim köyde herkes tiyatrocu olmuş."
"Peki, bu kadar yıl nasıl oldu da değişmedi bu alışkanlık?" sorumuza ise şu karşılığı veriyor: "Bu tiyatro sevgisi yok olacağına gittikçe yayıldı. Onların çocukları, yani bizler de tiyatrocu olduk. Şimdi onların torunları, bizlerin çocukları da tiyatrocu."
Hasan Acet aynı zamanda köy tiyatrosunun yapımına katılmış köylülerden. "O zamana kadar köy meydanında sahneliyorduk oyunları. Artık bir tiyatro salonuna ihtiyacımız vardı" diye anlatıyor o günleri.
Acet şöyle devam ediyor: "1963'te kendi kendimize köye tiyatro inşa etmeye başladık. 150 kişilik tiyatromuz 1969'da bitti. Daha pek çok yerin tiyatro salonu yoktu biz tiyatromuzu açtığımızda."
27 Mart'a az kaldığını hatırlatıyoruz, Acet'ten hemen yanıt geliyor: "Her yıl Dünya Tiyatro Günü olan 27 Mart'ta mutlaka gösteri yaparız. Bazen çevre köylere de gidip oyun oynuyoruz. İzmir Devlet Tiyatrosu sanatçılarından destek alıyoruz. Oyunlarımızın yönetmenliğini yapıyorlar. Tabii başarılı oyunculuğuyla aramızda daha fazla ön plana çıkanlar oluyor. Bazen onlar da yönetmenlik görevini üstleniyorlar. Onlar köyün yıldızları!"
"Gala yapıyor musunuz?" sorumuza ise, "İlk gece protokole oynarız. Vali, emniyet müdürü, belediye başkanı filan gelir İzmir'den" yanıtı geliyor Acet'ten.
Köyde tiyatro biletinin bedeli sadece 3 YTL! Masraf az çünkü oyuncular hiçbir ücret almıyorlar. Dekor ve kostüm için ise İzmir Devlet Tiyatrosu yardımcı oluyor. Toplanan bilet parasıyla da tiyatro salonunun masrafları karşılanıyor. Ne de olsa büyük şehirler gibi değil burası. Tiyatro salonu oyun olan her gece doluyor!
Thursday, October 25, 2012
Amerikan Yerli Hareketi eylemcisi ve aktör Russell Means hayata veda etti
AA'nın haberine göre, eski bir Amerikan Yerli Hareketi eylemcisi olan ve Hollywood filmlerinde de rol alan aktör Russell Means 72 yaşında Güney Dakota'daki çiftliğinde hayata veda etti.
Means'in 2011 yılında ameliyat edilmesi mümkün olmayan gırtlak kanserine yakalandığını, hastalığını geleneksel yerli ilaçlarıyla ve alternatif yöntemlerle tedavi etmeye çalıştığını açıklamıştı.
Russell Means, Amerikan Yerli Hareketi'nin Güney Dakota'da bulunan Wounded Knee kasabasının 71 gün süren silahlı işgalinin liderliğini yapmış, işgal sırasında federal görevlilerle çatışmalar yaşanmıştı.
Amerikan Yerli Hareketi, ABD yönetiminin, yerli Amerikalılara karşı tutumunu protesto amacıyla ve hükümetin kabilelerle yaptığı anlaşmalara saygı göstermesi talebiyle 1960'ların sonlarında kurulmuştu.
Aktörlük kariyerine “Son Mohikan” filmiyle 1992 yılında başlayan, “Katil Doğanlar” filminde de rol alan Russell Means, animasyon filmi “Pokahontas”da Şef Powhatan'ı seslendirmişti.
Means, “Curb Your Enthusiasm” dizisinde de konuk oyuncu olmuştu.
Means, “Beyaz Adamın Adım Atmaktan Korktuğu Yer” (Where White Men Fear to Tread) adlı kitapta hayat hikayesini anlatmıştı.
Wednesday, October 24, 2012
Hani Meral Fragman
Kadın Cinayeti Belgeseli "Hani Meral"
Eski kocası tarafından öldürülen Meral’in hikayesinin
anlatıldığı Hani Meral belgeselinde Aynur Doğan, Feryal Öney, Fulya
Özlem, Neslihan Engin, Rojin, Sezen Aksu şarkılarını kadın katline karşı
söylüyor.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
23 Ekim 2012, Salı
Yapımcılığını Filmmor Kadın Kooperatifi'nin, yönetmenliğini Melek Özman'ın yaptığı Hani Meral belgeseli 25 Kasım'da Feriye Sineması'nda gösterime giriyor.
Belgeselde, 22 Haziran 2011 tarihinde eski kocasının dokuz bıçak darbesiyle hayatını kaybeden Meral'in hikayesi yakınlarının tanıklıkları ve kadın şarkıcıların Meral için, kadın cinayetlerine karşı söyledikleri şarkılarıyla anlatılıyor.
Aynur Doğan Dotmame, Feryal Öney Hayat Benimdir, Fulya Özlem Meral'e Ağıt, Neslihan Engin Nazo, Rojin Mirin, Sezen Aksu Ünzile şarkısıyla belgesele katılıyor.
"Hani Meral" 25 Kasım - 9 Aralık arası her gün 12.30'da, Feriye Sineması'nda izleyici ile buluşacak.
Çekimleri 2 yıl süren belgesel Hollanda Konsolosluğu Matra Fonu'nun katkılarıyla yapıldı.
Monday, October 22, 2012
Sunday, October 21, 2012
ÊZIDÎLERDEN ÖZÜR DİLİYORUZ
AMED / DİHA
Güncellenme : 18.10.2012 05:30
AMED’DE TARİHİ KONFERANSDünyanın dört bir yanından gelen Êzidî halkının temsilcileri DTK’nin düzenlediği konferasta buluştu. DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk, ‘Êzidîler şimdiye kadar 73 katliamdan geçirildi. Bu kana Kürtler de bulaştı, af diliyoruz’ dedi
BÜTÜN KÜRTLER BİRLİK OLMALI
Amed’de 2 gün sürecek olan Êzidî Konferansı dün başladı. Tarihte bir ilk olma özelliği taşıyan konferansa, dünyanın dört bir tarafında yaşayan Êzidî halkının temsilcileri katıldı. Êzidîlerin önde gelen temsilcilerinden Mir Tahsin Seîd, Êzidîlerin büyük katliamlardan geçirildiğini belirterek, tüm Kürtlerin birlik olmasını istedi.
ÊZIDÎLER 73 KATLİAMDAN GEÇİRİLDİ
Konferansta Êzidîlerden özür dileyen DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk şöyle konuştu: “Êzidîler büyük katliamlardan geçirildi. Tarihleri katliamlarla doludur. Büyük bir zulümden geçirildiler. Êzidîler şimdiye kadar 73 katliamdan geçirildi. Êzidîlerin kanı atalarımızın eline de bulaştı. Bunun için bizi affetmenizi istiyorum.”
AFFEDİN BİZİ
Demokratik Toplum Kongresi (DTK) İnanç ve Azınlıklar Komisyonu’nun Amed’de 2 gün sürecek olan Êzidî Konferansı, Êzidî temsilcilerinin katılımıyla başladı. Dünya tarihinde bir ilkin yaşandığı konferansta konuşan Ahmet Türk, Êzidî halkının kendilerini affetmesini istedi. Êzidî halkının önde gelenlerinden Mir Tahsi Said ise, Êzidîlerin büyük katliamlardan geçirildiğini belirterek, tüm Kürtlerin birlik olmasını istedi.
Tarihte ilk kez düzenleniyor
Êzidî Konferansı, “Örgütlenerek özgürlüğe doğru yürüyoruz” şiarıyla başladı. Sümerpark Resepsiyon Salonu’nda gerçekleştirilen konferansa, Avrupa başta olmak üzere dünyanın değişik ülkelerine göç etmek zorunda bırakılan Êzidîler katılıyor. Unutturulmak istenen bu duruma açıklık getirmek, sorunları tartışmak, çözüm önerileri geliştirmek amacıyla tarihte ilk kez uluslararası düzeyde bir Êzidî Konferansı düzenleniyor.
İslam adı altında katliam
“Em bi rexistinibunê ber bi azadiyê ve dimeşin” pankartı asıldığı konferasta ilk konuşmayı yapan, DTK Eşbaşkanı Ahmet Türk, yıllardır Êzidîler üzerinde büyük baskıların uygulandığını ve acıların yaşatıldığını belirterek, birçok Êzidî yurttaşın katliamlardan geçirildiğini ifade etti.
Türk, katliamların çoğu İslam dini adı altında yapıldığını kaydederek, “Ancak Kuran-ı Kerim’de hiçbir zaman böyle bir şey yoktur. Abbasiler döneminde katliamlar yapıldı. Osmanlı Devleti zamanında Yavuz Sultan Selim döneminde soykırımlar yapıldı. Tarihte sürekli Êzidîlere yönelik katliamlar yapıldı. Êzidîlerin tarihi katliamlarla doludur. Büyük bir zulümden geçirildiler. Şengal’de talan edildiler, katledildiler. Buna rağmen Êzidîler Kürt halkının özgürlüğü için mücadelelerini sürdürdü. Êzidîler şimdiye kadar 73 katliamdan geçirildi. Kürt halkı birlikteliği için birleşmeli, ortak amaç için hareket etmelidir” dedi.
Êzidîler bizi affetsin
Türk, Kürt halkının eliyle Êzidî Kürtlerinin katledilmesi için büyük oyunlar oynandığını ifade ederek, Botan’da Êzidîler üzerinde sürekli baskı ve katliamlar yapıldığını belirterek, Hamidiye Alayları’nın Şengal’e kadar Êzidîleri talan ettiklerini kaydetti. Türk, Êzidîlerin dinleri ve toplumları için sürekli mücadele içinde olduklarını aktararak, “Gerçekten de ben Êzidîleri gördüğümde ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Biz çok üzgünüz. Atalarımızın eline Êzidîlerin kanı bulaşmış. Atalarımızın alnında kara bir leke var. Sizin bizi affetmenizi istiyoruz. Düşmanlar Kürt halkını Kürtlere öldürtmüştür. Kürt tarihinde bu unutulmamalıdır. Farslar, Türkler ve Araplar, Kürtleri kimliksiz ve köle olarak bırakmak istiyor. Bu konferans Kürt halkının birlikteliği için bir adım olmalıdır” diye konuştu.
100 dil bilseniz de anadil başka
Türk, konuşmasını tamamladıktan sonra Federal Kürdistan Bölgesi’nden gelen Êzidîlerin önde gelenleri Mir Tahsin Seîd’i platforma çağırdı. İlerleyen yaşı nedeniyle zorlukla ayakta durduğu görülen Mir Tahsin Seîd, konferansın düzenlenmesinde emeği geçen herkese teşekkürlerini sunarak, her şeyden önce birliktelik zamanının geldiğini aktardı. Mir Tahsin Seîd, Êzidîlerin bu topraklarda birçok ülkeye ayrıldığını kaydederek, “Êzidîleri bölgelere ayırmamalıyız. Hepsi birdir. Êzidîler büyük katliamlardan geçtiler. Katliamların sebepleri birlikteliğin olmamasından kaynaklıdır. Kürtler anadillerini unutmamalıdır. Şayet 100 dil öğrenseniz de anadil gibi olamaz” dedi. Ardından Mir Tahsin Seîd, Türk’e Laleş’in fotoğrafının yer aldığı bir tabloyu hediye etti. Ardından Türk, Mir Tahsin Seîd’in elini öptü.
Êzidîler tartışılacak
Konuşmaların ardından konferans basına kapalı bir şekilde devam etti. İki gün boyunca sürecek olan konferansın ilk gününde, “Kürt mücadelesinde Êzidîlerin kimliği”, “Tarihte Êzidîlerin varoluşu”, “Êzidîlerin tarihinde kadınların rolü” başlıklı konular tartışılacak. Konferansın ikinci gününde ise, “Êzidîlerin yaşadıkları sorunlar”, “Kürt birlikteliği için çözüm önerileri” başlıklı konular ele alınacak. Konuşmaların ardından konferansın sonuçları açıklanacak.
Êzidîler Amed’de buluştu
Friday, October 19, 2012
TAAMMÜDEN CİNÂYETE KARŞI
Erkekler tarafından öldürülme girişiminden sağ kurtulan kadınlar ile öldürülmüş olan kadınların tanıdıkları tarafından anlatılan hikâyeler incelendiğinde cinâyete giden sürecin oldukça uzun ve mücâdeleyle geçtiği ortaya çıkıyor.
Erkekler kadınları genellikle birdenbire, ânî bir kızgınlıkla öldürmüyorlar yânî... Dikkatle planlanarak işlenene 'taammüden' cinâyetler bunlar.
Öncesinde kadınların dayanma gücünün sınandığı uzun bir şiddet dönemi
var. Kadınlar bu şiddete karşı çıkıp, kendi hayatlarının kurma cesâreti
bulduklarında çok zorlu bir sürece adım atıyorlar. Evliliklerinde /
birlikteliklerinde öyle bir şiddete mârûz kalıyorlar ki, bu şiddetin
derecesi ayrılma kararınının getireceği her türlü zorluğu göze
aldırabiliyor. Bu zorluklar içerisinde çocukları ve kendileri için geçim
kavgsına girişmek, ayrılmak istemeyen kocalarının tâciz ve ölüm
tehditlerinin yanında devede kulak kalıyor.
Bu şiddetin başlamasından ölüme kadar giden süreç, yasal otoritelerin uzaktan baktığı, ilgilenmediği, hattâ erkeklerin tarafını tuttuğuuzun ve zorlu bir dönemi içeriyor.
HAYRANLIK:
Kadınlar bu süreçte ölümle yüz yüze gelene kadar çok yalnız kalıyorlar; insan kadınların bu derece yalnız olup da nasıl bu kadar güçlü ve mücâdeleci olduklarına şaşıp kalıyor. Bu küçücük bedenli, zayıf kadınların ölüme giden yolda çocuklarının ellerini bırakmadan hayâta tutunmaya çalışmaları hayranlık uyandırıyor. Böyle güçlü olabileceklerini kendileri de bilmiyorlardı muhtemêlen.
Baba evlerinden çıkmaları gerektiği için evlendiler çoğu; evlenmek önlerine sunulan tek çâreydi. Hayatlarının hiçbir döneminde kendi ayakları üzerinde durabilecekleri öğretilmemişti onlara.
Yaşamlarının çizgisi daha doğdukları zaman çizilmişti. Kendilerinin bu kadar mücâdeleci ve dirençli olabileceklerini tahmin dahi edemezlerdi. Yakınlarındaki erkekler, babaları/ kardeşleri/ kocaları da dâhil, kimse bilemezdi bir gün onların kendi hayatlarının kontrolünü ellerine almak isteyeceklerini.
Zâten onlar da, bu derece şiddet ve baskı görmeselerdi, belki hiç bilmeyeceklerdi bunu.
Şiddetin derecesi çok önemli! Çoğu kadın ancak katlanabileceği azâb eşiği aşıldığında ölümü göze alabiliyor. Ölüm korkusu ile şiddetten uzak huzurlu bir yaşam umûdu birlikte el-ele gidiyorlar.
Herbirinin öyküsü birbirine benziyor.
Koca şiddetiyle başlayıp, kaçma- kovalamaca ile devâm'eden bir kısır döngü..
O şehirden bu şehire çocuklarıyla birlikte saklana saklana kaçmaya çabalayan kadınlar bir yandan da geçim derdiyle baş'etme derdindeler.
Koca bir yandan onu geri dönmeye iknâ etmeye çalışırken tehditlerinin bini bir paradır..
Kadın can güvenliğinin olmadığını belirten dilekçeler yazar savcılıklara, korunma talep eder. Savcılık ellerindeki dilekçeyi kaymakamlığa göndermesini buyurur, kaymakamlık da onu karakola yollar... Karakolda ona 'Bir şey olursa 155' e haber verin der sadece... ilâh...
Bebeler kimbilir nerelerde, ürkerek ana yolu gözlemektedirler... Ekmek de kazanılmayı bekler..
Kadının in-bin yol parası da yoktur, genelde yürür; arar bu yeni şehirde, eline tutuşturulan yeni adresi...
Şiddete uğrayan, ölümle burun buruna tehdît altında yaşam savaşı veren kadınlar hep böyle savsaklanır; oradan oraya gönderilirler...
Bu işler aylar sürer, ana ve bebeleri aylarca cehennem azâbı yaşarlar; kocaları nasılsa bir şekilde onları bulur, yollarını keser, 'görüşelim, konuşalım diye iknâya çalışr, kadın bazen tongaya düşse de yine kaçar..
ÖLÜM ÇOĞU ZAMAN BIÇAKLA GELİR
Ölüm bile çarçabuk olmaz, kadının acıyı hissetmesini, kendi ölümünü saniye saniye izlemesini sağlayacak kadar uzun sürer.. Onlar kendi ölümlerini, bebelerinin bir hayırsız dünyaya savruluverdiğini yavaş çekim izlerler..
SON KARE:
Biz o son kareyi görünceye kadar geçen süre aslında aylar, belki yıllar alır. Kadınlar çoğunlukla bu süreci yalnız başlarına yaşarlar; nasıl bir kararlılık ve cesâretse bu, hayâta tutunmaya direnirler, bunu bebeleri için yaparlar..
Bütün bu zorlu süreç içerisinde kendilerinin asla yapamayacaklarını düşündükleri şeyleri öğrenirler ve başarırlar.
Bu ülkenin Kadınlarına daha doğdukları andan itibâren belletilen 'öğrenilmiş çâresizliği' aşabileceklerini kavrarlar.
Aslında onların her birisinin hikâyesi bir isyân, ve özgürlük mücâdelesidir. Şiddete boyun eğip, bu uzun soluklu-bâzen de ümitsiz- mücâdeleyi göze alamayan kadınlara bir derstir koşuları...
Şöyle derler, ölümden dönüp de yaşama tutunmayı başarabildiklerinde:
''İnsan yazgısını kendi değiştirebiliyormuş, bunu öğrendim.''
(Ben de, /H.E. / bu başaranlardan biriyim.
Çocuklarımın kaçırılmış, kendimin de 'evlatlarımı öldürmüş olduğum iddiâsıyla' nezâretlerde gecelemiş bir ana olarak. psikoloğumun bana tavsiyesi şuydu:
''Korkularının başına gelebilirliğine aklım yatıı; yine de hayatı korkulardan ötürü onunla hergün ölerek mi, yoksa bir varsayıma istinâden bir kere ölerek mi yaşamak istediğine sen karar verebilirsin!''
Yazan: Asuman Abacıoğlu
**
Kültürlerarası Klinik Psikolog Leyla Welkin, bir yandan istismara uğramış kadınlarla çalışırken, bir yandan da kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve istismarın tümden ortadan kaldırılması için yürütülen çalışmalara katkıda bulunuyor. Welkin’in “Dost: Cinsel İstismar Yaşamış Kadınlar İçin; Kendinize Nasıl Dost Olabilirsiniz? İstismarı Atlatan Bir Kadına Nasıl Dost Olabilirsiniz?” isimli kitabı, sadece cinsel istismar konusu ile profesyonel olarak çalışan kişiler için değil cinsel istismarı anlamak isteyen herkes için bir el kitabı niteliğinde. Cinsel istismar, istismarın çok yönlü etkileri, istismar atlatmış kadınlar ve iyileşmeleri için gerekli olan destek mekanizmalarını değerlendiren kitap, Welkin’in otuz yıllık çalışma hayatında birlikte çalıştığı ve istismara uğramış kadınların deneyimlerine ve iyileşme süreçlerine dayanıyor. Leyla Welkin’le hem hazırladığı kitap, hem de cinsel istismarın çeşitli yönleri üzerine konuştuk.
Kitabında, hedeflerinden birinin, cinsel istismarla ilgili sessizliği kırmak olduğunu belirtiyorsun ve bu sessizliğin kırılmasında herkese düşen görevler olduğunu vurguluyorsun. Kitabın çıkış noktalarından birinin bu olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle. 30 yıl önce, çok ünlü bir futbol takımının başındaki ve yine çok ünlü bir adamın, cinsel istismar suçu nedeniyle işinden atılacağı düşünülemezdi. Şimdi bunun olabildiğini görüyoruz. Ve cinsel şiddetle ilgili rakamlarda bir düşüşten söz edilebilen her durumda, bunun olabilmesinin en azından bir parçası istismarı konuşuyor olmak.
Ben farklı illerde, farklı kesimlere eğitimler veriyorum. Bu bize uzak bir mesele, diye düşünülüyor. Ama hayır, çok yakın. Ve bu yakınlıktan, bu kadar yakın bir konudan neden konuşmayalım? Konuşursak azaltabiliriz. Konuşalım!
Bir kişinin cinsel istismar yaşandığında tekrar iyileşemeyeceği yönünde bir algımız var. Onu hep mağdur olarak görme ve öyle yaklaşma eğilimi yaygın. Sen ise bunun doğru olmadığını, gerçek ve tam bir iyileşmenin mümkün olduğunu söylüyorsun...
Evet, bu konu bizim en hassas noktamız sayılabilir. Travmanın en temel etkisi korkudur. Yaşadığımız olaylardan ve o olayla bağlantılı herhangi bir şeyden korkuyoruz. Ondan uzak durmak istiyoruz, onunla ilgili düşünmek istemiyoruz. Ve bu çok doğal, çok beklenilecek bir şey. Travmanın etkisinden dolayı ilk önce doğru bir şey yapıyoruz. İlk önce, kısa vadede uzaklaşmak tabii ki çok doğru, ama uzun vadede yanlış oluyor.
Örneğin size zarar veren biri varsa bir mahallede, oradan geçmek istemezsiniz. Ama bütün hayat çabanız o mahalleye gitmemeye bağlanıyorsa, o zaman problemli. Biz, bu doğal isteği biraz daha doğru bir yere yönlendirmeliyiz. Bu nasıl olabilir? Sadece destekle. Destek bulamazsam, tabii ki o köşeye gitmemeliyim, çünkü gerçekten tehlikeli. Başkaları da geçiyor o mahalleden. Ben de başka birini yanımda götürerek geçebilirim. Neden o köşeden sürekli ve ömür boyu uzak durmalıyım? Sadece yalnız kalırsam; tek sebep o.
Amerika’da ve başka ülkelerde işin bu yönü henüz maalesef tam anlaşılmış değil. Birçok self-help var, ve tedavi de var. İnsan tabii ki tedaviyle doğru yardıma yaklaşabilir. Ama o tedavi ve destek bizim hayatımızın en içteki yerlerinde durmuyor. Çoğunlukla bu tedavi özel bir büroda oluyor. Ya da bizim self-help dediğimiz, “kendime bir kitap alıp gizli saklı bir köşede okuyacağım, başka kimseyle konuşmayacağım” şeklinde oluyor ki bu da yanlış. Ben yine o köşeden uzak duruyorum…
İşte doğru bir iyileşme süreci geçirildiğinde, doğru bir destek alındığında iyileşmek, travmayı atlatıp tekrardan sağlığa kavuşmak mümkündür.
Bazen istismar atlatan bir kişiye destek olalım derken zarar da verebiliyoruz. Mesela istismara maruz kalmış bir kişiye yardım etmek adına, onun adına karar verebiliyoruz. Bir kişiye destek olmak istiyorsak dikkat edeceğimiz temel noktalar neler?
En başta saygı göstermeli ve ona inanmalıyız. Onun fikri, kendi kararı her zaman iyileşme için en iyisi. Belki yanlıştır, ama onun fikridir. Bizim istediğimizi kararları vermese de, biz onun çabasına, isteklerine, seçeneklerine saygı göstermeli, önem ve destek vermeliyiz. Önem vermezsek bu ona saygı göstermiyoruz anlamına gelir ki istismarın temeli de budur zaten ve güçlendirmeye aykırıdır. Bunu bazen bu alanda çalışan kurumlarda çalışanlar da yapabiliyor. Doğru olduğunu düşündüğümüz şeyleri yapmalarını istiyoruz, yapmadıklarında ise kızıyoruz, hatta desteğimizi kesiyoruz.
Sınırlarımızı iyi bilmeliyiz. Yanlış bir müdahale, yanlış bir yardım, yanlış bir destek, insanları zayıflatabilir ve koruma adına insanlara zarar vermek maalesef çok sık oluyor. Hepimiz bunu öğrenebiliriz, bu çok önemli bir nokta.
EĞİTİM YETMEZ
Kadına yönelik şiddet deyince çözüm önerilerinden biri mutlaka, “eğitim” oluyor. Eğitim bu sorunu çözer mi, sen nasıl değerlendiriyorsun?
Eğitimi önemsiyorum ve en büyük destekçilerinden birisiyim. Ama tabii ki doğru eğitim gerekiyor; gerçeklerle bağlantılı, bilimsel bir eğitim ve hem de duygusal taraftan gelen şeyler. Fazla ideolojik eğitim de o kadar faydalı olmayabilir. Ama sadece eğitim yetmez. Eğitim sadece bir bilgi gelişmesi ise bilgi yetmiyor. Evet bilgi almalıyız, ama duygusal ve ilişkisel becerileri de öğrenmeliyiz. Hepimiz bence geniş bir bakış açısından, başka kültürlerin özelliklerine bakıp kendi kör noktalarımızı fark edip birçok şey öğrenebiliriz. Onun için eğitim, ama eğitimin içeriği çok önemli.
İZİN VERME, YER VERME!
İstismarın en fazla zarar verdiği şeylerden birinin ilişkiler ve güven duygusu olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla iyileşmede destek ve güven iyileşmede çok önemli. Destek mekanizmalarını Türkiye açısından nasıl görüyorsun?
Yasalarımız var; belki mükemmel değil, ama kötü de değil. Ama en temel sorun, toplumsal duyarsızlık. Bu hala, başka birisinin sorunu, küçük, önemsiz değersiz insanların sorunu diye görülüyor. Çok üzücü bir şey görüyoruz sığınmaevlerinde ve bazı farklı sosyal hizmet kuruluşlarında. Bize kim geliyor? “Zavallılar, yoksullukla uğraşanlar, madde bağımlılığı, fuhuşla uğraşanlar, bunlara fazla yakın kişiler..” Yani yargılıyız, çok yargılıyız. İnsan zor bir durumda olunca, daha zor şeylerle karşılaşır. Bazen hepimiz, eminim hepimiz yanlış tercihler yaparız. Bu yargılar her yerde var, Türkiye’ye ait bir şey değil. Ama Türkiye’de henüz yapısal olarak bir sistem oluşturulamadığı için bu ön yargılar daha bir güç kazanıyor. Doğru bir sosyal yardım alt yapısı oluşturabilirsek, o zaman bu önyargılar en düşük noktaya gelecek ve etkisi azalacak. Bence Türkiye için bir sistem oluşturmak çok gerekli.
Sen başka ükelerin deneyimlerini de biliyorsun. En acil ihtiyaç nedir sence?
Herkes mağdurlara iyilik yapmak istiyor. Bu yanlış değil, ama failleri de mesul tutmayacaksak bu iş devam edecek ve mağdurlar bitmeyecek. Onun için en acil şey failin mesul tutulması. Bu bir taraftan mahkemeler kanalıyla olmalı, diğer taraftan doğru bir denetimli serbestlik sistemiyle. Çünkü biz herkesi sonsuz olarak hapishanelere atmayacağız. Denetimli serbestlik, doğru mahkeme kararları ve ailelere doğru bir destek. Bu sadece erkeklerin işi değildir. Kadınlar, çocuklar, birçok kişi şiddetli davranabilir ve biz bütün bu sisteme bakmalıyız.
Mesuliyet derken izin vermemek, yer vermemek, bahane vermemekten bahsediyoruz. Yani bir beklentimiz olmalı. Bir baba, bir abi, sorumlu bir kişi doğru davranmalı, gücünü doğru bir şekilde kullanmalı. Öyle davranmayacaksa bizim işimiz bitmez. Bu çok temel ve çok basit, ama bir yandan da çok zor.
Amerika’da meşhur Pensilvanya üniversitesi ve onların gözde futbol takımında yaşananlardan bahsettik. Takımın teknik direktörünün, takıma gelen erkeklere üniverstenin içinde senelerce tacizde bulunduğu ortaya çıktı. Görevli birisi onu görmüş ve birkaç kere haber vermiş, koça. Adam bir şey yapmamış. Üniversite, bunları bildiği ve hiçbir şey yapmadığı için takımın koçunu, o çok ünlü ve herkesin sevdiği insanı işten attı. Başkan ise bildiği için ceza aldı. Adam çok yaşlı, birkaç hafta sonra kalp krizinden öldü. Onun ölmesini istemeyiz elbette. Herkes hapishaneye gitmemeli, ama bazıları işini kaybetmeli, bazıları sorumluluğunu doğru şekilde taşımalı.
(KIRKYAMA)
Bu şiddetin başlamasından ölüme kadar giden süreç, yasal otoritelerin uzaktan baktığı, ilgilenmediği, hattâ erkeklerin tarafını tuttuğuuzun ve zorlu bir dönemi içeriyor.
HAYRANLIK:
Kadınlar bu süreçte ölümle yüz yüze gelene kadar çok yalnız kalıyorlar; insan kadınların bu derece yalnız olup da nasıl bu kadar güçlü ve mücâdeleci olduklarına şaşıp kalıyor. Bu küçücük bedenli, zayıf kadınların ölüme giden yolda çocuklarının ellerini bırakmadan hayâta tutunmaya çalışmaları hayranlık uyandırıyor. Böyle güçlü olabileceklerini kendileri de bilmiyorlardı muhtemêlen.
Baba evlerinden çıkmaları gerektiği için evlendiler çoğu; evlenmek önlerine sunulan tek çâreydi. Hayatlarının hiçbir döneminde kendi ayakları üzerinde durabilecekleri öğretilmemişti onlara.
Yaşamlarının çizgisi daha doğdukları zaman çizilmişti. Kendilerinin bu kadar mücâdeleci ve dirençli olabileceklerini tahmin dahi edemezlerdi. Yakınlarındaki erkekler, babaları/ kardeşleri/ kocaları da dâhil, kimse bilemezdi bir gün onların kendi hayatlarının kontrolünü ellerine almak isteyeceklerini.
Zâten onlar da, bu derece şiddet ve baskı görmeselerdi, belki hiç bilmeyeceklerdi bunu.
Şiddetin derecesi çok önemli! Çoğu kadın ancak katlanabileceği azâb eşiği aşıldığında ölümü göze alabiliyor. Ölüm korkusu ile şiddetten uzak huzurlu bir yaşam umûdu birlikte el-ele gidiyorlar.
Herbirinin öyküsü birbirine benziyor.
Koca şiddetiyle başlayıp, kaçma- kovalamaca ile devâm'eden bir kısır döngü..
O şehirden bu şehire çocuklarıyla birlikte saklana saklana kaçmaya çabalayan kadınlar bir yandan da geçim derdiyle baş'etme derdindeler.
Koca bir yandan onu geri dönmeye iknâ etmeye çalışırken tehditlerinin bini bir paradır..
Kadın can güvenliğinin olmadığını belirten dilekçeler yazar savcılıklara, korunma talep eder. Savcılık ellerindeki dilekçeyi kaymakamlığa göndermesini buyurur, kaymakamlık da onu karakola yollar... Karakolda ona 'Bir şey olursa 155' e haber verin der sadece... ilâh...
Bebeler kimbilir nerelerde, ürkerek ana yolu gözlemektedirler... Ekmek de kazanılmayı bekler..
Kadının in-bin yol parası da yoktur, genelde yürür; arar bu yeni şehirde, eline tutuşturulan yeni adresi...
Şiddete uğrayan, ölümle burun buruna tehdît altında yaşam savaşı veren kadınlar hep böyle savsaklanır; oradan oraya gönderilirler...
Bu işler aylar sürer, ana ve bebeleri aylarca cehennem azâbı yaşarlar; kocaları nasılsa bir şekilde onları bulur, yollarını keser, 'görüşelim, konuşalım diye iknâya çalışr, kadın bazen tongaya düşse de yine kaçar..
ÖLÜM ÇOĞU ZAMAN BIÇAKLA GELİR
Ölüm bile çarçabuk olmaz, kadının acıyı hissetmesini, kendi ölümünü saniye saniye izlemesini sağlayacak kadar uzun sürer.. Onlar kendi ölümlerini, bebelerinin bir hayırsız dünyaya savruluverdiğini yavaş çekim izlerler..
SON KARE:
Biz o son kareyi görünceye kadar geçen süre aslında aylar, belki yıllar alır. Kadınlar çoğunlukla bu süreci yalnız başlarına yaşarlar; nasıl bir kararlılık ve cesâretse bu, hayâta tutunmaya direnirler, bunu bebeleri için yaparlar..
Bütün bu zorlu süreç içerisinde kendilerinin asla yapamayacaklarını düşündükleri şeyleri öğrenirler ve başarırlar.
Bu ülkenin Kadınlarına daha doğdukları andan itibâren belletilen 'öğrenilmiş çâresizliği' aşabileceklerini kavrarlar.
Aslında onların her birisinin hikâyesi bir isyân, ve özgürlük mücâdelesidir. Şiddete boyun eğip, bu uzun soluklu-bâzen de ümitsiz- mücâdeleyi göze alamayan kadınlara bir derstir koşuları...
Şöyle derler, ölümden dönüp de yaşama tutunmayı başarabildiklerinde:
''İnsan yazgısını kendi değiştirebiliyormuş, bunu öğrendim.''
(Ben de, /H.E. / bu başaranlardan biriyim.
Çocuklarımın kaçırılmış, kendimin de 'evlatlarımı öldürmüş olduğum iddiâsıyla' nezâretlerde gecelemiş bir ana olarak. psikoloğumun bana tavsiyesi şuydu:
''Korkularının başına gelebilirliğine aklım yatıı; yine de hayatı korkulardan ötürü onunla hergün ölerek mi, yoksa bir varsayıma istinâden bir kere ölerek mi yaşamak istediğine sen karar verebilirsin!''
Yazan: Asuman Abacıoğlu
**
Kültürlerarası Klinik Psikolog Leyla Welkin, bir yandan istismara uğramış kadınlarla çalışırken, bir yandan da kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve istismarın tümden ortadan kaldırılması için yürütülen çalışmalara katkıda bulunuyor. Welkin’in “Dost: Cinsel İstismar Yaşamış Kadınlar İçin; Kendinize Nasıl Dost Olabilirsiniz? İstismarı Atlatan Bir Kadına Nasıl Dost Olabilirsiniz?” isimli kitabı, sadece cinsel istismar konusu ile profesyonel olarak çalışan kişiler için değil cinsel istismarı anlamak isteyen herkes için bir el kitabı niteliğinde. Cinsel istismar, istismarın çok yönlü etkileri, istismar atlatmış kadınlar ve iyileşmeleri için gerekli olan destek mekanizmalarını değerlendiren kitap, Welkin’in otuz yıllık çalışma hayatında birlikte çalıştığı ve istismara uğramış kadınların deneyimlerine ve iyileşme süreçlerine dayanıyor. Leyla Welkin’le hem hazırladığı kitap, hem de cinsel istismarın çeşitli yönleri üzerine konuştuk.
Kitabında, hedeflerinden birinin, cinsel istismarla ilgili sessizliği kırmak olduğunu belirtiyorsun ve bu sessizliğin kırılmasında herkese düşen görevler olduğunu vurguluyorsun. Kitabın çıkış noktalarından birinin bu olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle. 30 yıl önce, çok ünlü bir futbol takımının başındaki ve yine çok ünlü bir adamın, cinsel istismar suçu nedeniyle işinden atılacağı düşünülemezdi. Şimdi bunun olabildiğini görüyoruz. Ve cinsel şiddetle ilgili rakamlarda bir düşüşten söz edilebilen her durumda, bunun olabilmesinin en azından bir parçası istismarı konuşuyor olmak.
Ben farklı illerde, farklı kesimlere eğitimler veriyorum. Bu bize uzak bir mesele, diye düşünülüyor. Ama hayır, çok yakın. Ve bu yakınlıktan, bu kadar yakın bir konudan neden konuşmayalım? Konuşursak azaltabiliriz. Konuşalım!
Bir kişinin cinsel istismar yaşandığında tekrar iyileşemeyeceği yönünde bir algımız var. Onu hep mağdur olarak görme ve öyle yaklaşma eğilimi yaygın. Sen ise bunun doğru olmadığını, gerçek ve tam bir iyileşmenin mümkün olduğunu söylüyorsun...
Evet, bu konu bizim en hassas noktamız sayılabilir. Travmanın en temel etkisi korkudur. Yaşadığımız olaylardan ve o olayla bağlantılı herhangi bir şeyden korkuyoruz. Ondan uzak durmak istiyoruz, onunla ilgili düşünmek istemiyoruz. Ve bu çok doğal, çok beklenilecek bir şey. Travmanın etkisinden dolayı ilk önce doğru bir şey yapıyoruz. İlk önce, kısa vadede uzaklaşmak tabii ki çok doğru, ama uzun vadede yanlış oluyor.
Örneğin size zarar veren biri varsa bir mahallede, oradan geçmek istemezsiniz. Ama bütün hayat çabanız o mahalleye gitmemeye bağlanıyorsa, o zaman problemli. Biz, bu doğal isteği biraz daha doğru bir yere yönlendirmeliyiz. Bu nasıl olabilir? Sadece destekle. Destek bulamazsam, tabii ki o köşeye gitmemeliyim, çünkü gerçekten tehlikeli. Başkaları da geçiyor o mahalleden. Ben de başka birini yanımda götürerek geçebilirim. Neden o köşeden sürekli ve ömür boyu uzak durmalıyım? Sadece yalnız kalırsam; tek sebep o.
Amerika’da ve başka ülkelerde işin bu yönü henüz maalesef tam anlaşılmış değil. Birçok self-help var, ve tedavi de var. İnsan tabii ki tedaviyle doğru yardıma yaklaşabilir. Ama o tedavi ve destek bizim hayatımızın en içteki yerlerinde durmuyor. Çoğunlukla bu tedavi özel bir büroda oluyor. Ya da bizim self-help dediğimiz, “kendime bir kitap alıp gizli saklı bir köşede okuyacağım, başka kimseyle konuşmayacağım” şeklinde oluyor ki bu da yanlış. Ben yine o köşeden uzak duruyorum…
İşte doğru bir iyileşme süreci geçirildiğinde, doğru bir destek alındığında iyileşmek, travmayı atlatıp tekrardan sağlığa kavuşmak mümkündür.
Bazen istismar atlatan bir kişiye destek olalım derken zarar da verebiliyoruz. Mesela istismara maruz kalmış bir kişiye yardım etmek adına, onun adına karar verebiliyoruz. Bir kişiye destek olmak istiyorsak dikkat edeceğimiz temel noktalar neler?
En başta saygı göstermeli ve ona inanmalıyız. Onun fikri, kendi kararı her zaman iyileşme için en iyisi. Belki yanlıştır, ama onun fikridir. Bizim istediğimizi kararları vermese de, biz onun çabasına, isteklerine, seçeneklerine saygı göstermeli, önem ve destek vermeliyiz. Önem vermezsek bu ona saygı göstermiyoruz anlamına gelir ki istismarın temeli de budur zaten ve güçlendirmeye aykırıdır. Bunu bazen bu alanda çalışan kurumlarda çalışanlar da yapabiliyor. Doğru olduğunu düşündüğümüz şeyleri yapmalarını istiyoruz, yapmadıklarında ise kızıyoruz, hatta desteğimizi kesiyoruz.
Sınırlarımızı iyi bilmeliyiz. Yanlış bir müdahale, yanlış bir yardım, yanlış bir destek, insanları zayıflatabilir ve koruma adına insanlara zarar vermek maalesef çok sık oluyor. Hepimiz bunu öğrenebiliriz, bu çok önemli bir nokta.
EĞİTİM YETMEZ
Kadına yönelik şiddet deyince çözüm önerilerinden biri mutlaka, “eğitim” oluyor. Eğitim bu sorunu çözer mi, sen nasıl değerlendiriyorsun?
Eğitimi önemsiyorum ve en büyük destekçilerinden birisiyim. Ama tabii ki doğru eğitim gerekiyor; gerçeklerle bağlantılı, bilimsel bir eğitim ve hem de duygusal taraftan gelen şeyler. Fazla ideolojik eğitim de o kadar faydalı olmayabilir. Ama sadece eğitim yetmez. Eğitim sadece bir bilgi gelişmesi ise bilgi yetmiyor. Evet bilgi almalıyız, ama duygusal ve ilişkisel becerileri de öğrenmeliyiz. Hepimiz bence geniş bir bakış açısından, başka kültürlerin özelliklerine bakıp kendi kör noktalarımızı fark edip birçok şey öğrenebiliriz. Onun için eğitim, ama eğitimin içeriği çok önemli.
İZİN VERME, YER VERME!
İstismarın en fazla zarar verdiği şeylerden birinin ilişkiler ve güven duygusu olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla iyileşmede destek ve güven iyileşmede çok önemli. Destek mekanizmalarını Türkiye açısından nasıl görüyorsun?
Yasalarımız var; belki mükemmel değil, ama kötü de değil. Ama en temel sorun, toplumsal duyarsızlık. Bu hala, başka birisinin sorunu, küçük, önemsiz değersiz insanların sorunu diye görülüyor. Çok üzücü bir şey görüyoruz sığınmaevlerinde ve bazı farklı sosyal hizmet kuruluşlarında. Bize kim geliyor? “Zavallılar, yoksullukla uğraşanlar, madde bağımlılığı, fuhuşla uğraşanlar, bunlara fazla yakın kişiler..” Yani yargılıyız, çok yargılıyız. İnsan zor bir durumda olunca, daha zor şeylerle karşılaşır. Bazen hepimiz, eminim hepimiz yanlış tercihler yaparız. Bu yargılar her yerde var, Türkiye’ye ait bir şey değil. Ama Türkiye’de henüz yapısal olarak bir sistem oluşturulamadığı için bu ön yargılar daha bir güç kazanıyor. Doğru bir sosyal yardım alt yapısı oluşturabilirsek, o zaman bu önyargılar en düşük noktaya gelecek ve etkisi azalacak. Bence Türkiye için bir sistem oluşturmak çok gerekli.
Sen başka ükelerin deneyimlerini de biliyorsun. En acil ihtiyaç nedir sence?
Herkes mağdurlara iyilik yapmak istiyor. Bu yanlış değil, ama failleri de mesul tutmayacaksak bu iş devam edecek ve mağdurlar bitmeyecek. Onun için en acil şey failin mesul tutulması. Bu bir taraftan mahkemeler kanalıyla olmalı, diğer taraftan doğru bir denetimli serbestlik sistemiyle. Çünkü biz herkesi sonsuz olarak hapishanelere atmayacağız. Denetimli serbestlik, doğru mahkeme kararları ve ailelere doğru bir destek. Bu sadece erkeklerin işi değildir. Kadınlar, çocuklar, birçok kişi şiddetli davranabilir ve biz bütün bu sisteme bakmalıyız.
Mesuliyet derken izin vermemek, yer vermemek, bahane vermemekten bahsediyoruz. Yani bir beklentimiz olmalı. Bir baba, bir abi, sorumlu bir kişi doğru davranmalı, gücünü doğru bir şekilde kullanmalı. Öyle davranmayacaksa bizim işimiz bitmez. Bu çok temel ve çok basit, ama bir yandan da çok zor.
Amerika’da meşhur Pensilvanya üniversitesi ve onların gözde futbol takımında yaşananlardan bahsettik. Takımın teknik direktörünün, takıma gelen erkeklere üniverstenin içinde senelerce tacizde bulunduğu ortaya çıktı. Görevli birisi onu görmüş ve birkaç kere haber vermiş, koça. Adam bir şey yapmamış. Üniversite, bunları bildiği ve hiçbir şey yapmadığı için takımın koçunu, o çok ünlü ve herkesin sevdiği insanı işten attı. Başkan ise bildiği için ceza aldı. Adam çok yaşlı, birkaç hafta sonra kalp krizinden öldü. Onun ölmesini istemeyiz elbette. Herkes hapishaneye gitmemeli, ama bazıları işini kaybetmeli, bazıları sorumluluğunu doğru şekilde taşımalı.
(KIRKYAMA)
Tuesday, October 16, 2012
Yarın Dünya Gıda Günü: 1 milyar aç ve 1 milyar obez yan yana...
16 Ekim Dünya Gıda Günü dolayısıyla bir açıklama yapan Gıda Mühendisleri Odası Genel Başkanı Petek Ataman, dünyada yaşanan açlık ve yetersiz beslenmenin nedeninin üretim yetmezliği değil, üretim ve tüketimin adaletli bir şekilde sağlanamaması olduğunu söyledi.
"Dünya'da 1 milyar aç, 1 milyar da obez insan var!"
Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü (FAO)'nun, bu yılki kutlamanın ana temasını "Dünyayı Beslenmenin Anahtarı Tarımsal Kooperatifler" olarak ilan ettiğini kaydeden Ataman, sermayenin doğayı, insanı ve emeği tarumar ettiğini belirterek, "1 milyar insanın açlıktan, bir o kadar insanın ise dengesiz ve sınırsız gıda tüketimi yani obeziteden kaynaklanan sağlık sorunları yaşadığı bir ortamda, Dünya Gıda Günü`nü hep birlikte yeniden kutluyoruz (!)" açıklamasında bulundu.
"Bir yanda gıdayı çöpe atanlar diğer yanda açlar"
Ziraat Mühendisleri Odası Başkanı Dr. Turhan Tuncer ile Kimya Mühendisleri Odası Başkanı Mehmet Besleme ile birlikte yapılan ortak açıklamada, bir yanda gıda artıklarını çöpe atan ülkeler varken diğer yanda açlığın yaşanıyor oluşuna dikkat çeken Ataman, "bu koşullarda gıda ticaretinin tümüyle serbestleştirilmesi; tarımsal fiyatların ve üretimin dış etkilere ve spekülasyona daha açık hale gelmesi; tarımsal üretimin sürdürülebilirliğini sağlayacak politikaların önemini de bir kez daha gözler önüne sermiştir" diye konuştu.
"Gıda, silah kadar önemli bir madde"
Bugün gıdanın silah kadar önemli bir madde olduğunun kabul edildiğini kaydeden Ataman, açlık tehlikesi bu kadar belirgin iken, gıdanın serbest piyasa ekonomisinin insafına bırakılamayacağını dile getirdi. Dünya Bankası rakamlarına göre temel gıda fiyatları son dört yılda yüzde 100`e yakın oranda arttığını ifade eden Ataman, "daha önce söyledik, yine söylüyoruz: Dünyada yaşanan açlık ve yetersiz beslenmenin nedeni üretim yetmezliği değil, üretim ve tüketimin adaletli bir şekilde sağlanamamasıdır. Kontrol altına alınamayan gıda fiyatları sorunu, dünyada ve ülkemizde sıklıkla gündeme gelmektedir. Doğru politikalar belirlenememesi halinde, bu durumun ülkeler için bağımsızlık sorunu haline geleceğinden kimsenin şüphesi olmamalıdır" dedi.
"Üretici tarımsal üretimden vazgeçiyor"
Yaşanan bu olumsuzlukların, birincil üretimle uğraşan çiftçi ve üreticiyi üretimden uzaklaştırmaması gerektiğini ifade eden Ataman, kırsal ve kentsel hayatta yoksulluğun artmakta olduğunun altını çizdiği açıklamasında, "üretici tarımsal üretimden vazgeçerek şehirlere göç etmekte, üreticinin etkin bir örgütlülük içinde olmaması bu süreci hızlandırmaktadır. Tarımsal üretimle uğraşanlar zorlu bir yaşam içerisindedirler. Üretime küsen üreticiyi daha sonra geri döndürmek mümkün olmayacaktır. Yeterli ve uygun fiyatta gıda arzının sağlanması için tarımsal üretimin sürekli olarak yapılması kaçınılmazdır. Uygulanan her politikanın, verilen desteklerin üretimi kısıtlayıcı yönde olmaması ve doğru yönlendirilmesi temel hedef olmalıdır. Küçük üreticinin korunması, üretimden uzaklaştırılmaması bir diğer hedef olmalıdır" görüşünü savundu.
Tarımsal üretim ve buna bağlı olarak küçük üreticinin hayatta kalması ve etkin üretim yapmasının tek yolu olan tarımsal kooperatifler ve üretici örgütlerinin; aynı zamanda güvenli üretimin de biricik anahtarları olduğuna değinen Ataman, tarımsal kooperatifler ve üretici örgütleri olmaksızın izlenebilirliğin sağlanmasının olanaksız olduğunu dile getirdi.
"Kır emekçileri kapitalizmle mücadele edemiyor"
Türkiye'de 12 Eylül sonrasında sendikaların sadece ekonomik bir çıkar birlikteliğine dönüşürken, sosyal ve siyasal aidiyetin de zayıfladığına işaret eden Ataman, kent yoksullarının temel geçim araçlarından uzaklaşırken, kır emekçilerinin de kapitalizmin acımasız koşullarıyla rekabet edemez hale geldiğini belirterek, "bütün bu süreç kır ve kentte yoğun bir emek ve doğa sömürüsüyle perçinlendiğinde, yaşama ve dayanışma olanakları giderek daralmıştır. Bu çerçevede uzun yıllar boyunca kooperatiflerin yapılanması siyasi olarak pek tercih edilmeyen yapılar olarak değerlendirilmiştir. Ancak gelinen noktada; bu örgütlenme modelinin önemi FAO tarafından da altı çizilerek vurgulanmaktadır" diye konuştu.
"Kırsalın tasfiyesi iktidar ve kapitalist modelin sonucu"
Kırdaki bu yıkıcılık karşısında direnmeye ve ayakta kalmaya çalışan üreticilerin birlikte üretmek, paylaşmak ve birbirlerinin sorunlarından haberdar olmak durumunda olduğunu dile getiren Ataman, "kırsaldaki üreticinin ürününü aracısız alıcısına ulaştırmasının sağlanması, geleneksel tarımda ısrar ederek geçimini sağlayan bu yapıların, şirketlerin emeği artıklaştırma, doğayı atık haline getirme süreçlerine direnebilmeleri için, ekonomik açıdan güçlü bir konum elde etmeleri gerekmektedir. Kırsalda üretim yapanların tasfiyesi eninde sonunda bir siyasal iktidar ve kapitalist modelin sonucudur. Ancak bu siyasal yönelimin tekrar sorgulanmasının vazgeçilmez olduğu günümüzde, kooperatifler yoluyla birincil üreticilerin gerçek anlamda birlikteliğini sağlamanın yollarını aramamız gerekmektedir" dedi.
"Kooperatifleşme sağlanmalı"
Sömürü düzeninin giderek yerleştiği günümüzde, doğayı ve emeği birlikte geliştirecek, üreticiyi üretimden uzaklaştırmayacak üretim tarzlarına ihtiyaç olduğunun altını çizen Ataman, açıklamasını şu sözlerle noktaladı: "bu ihtiyaç aynı zamanda kendi geçim araçlarımızı üretme, geleceğimiz üzerinde söz sahibi olma ve temelde de kendi kendimizi yönetebilme gerekliliğinden doğmaktadır. Yıllardır her gıda gününde söylediğimiz gibi, tohumdan sofraya, tarladan üreticiye tüm aşamalarda gıda güvenliği ve güvencesinin sağlanması ile halkın ucuz ve sağlıklı gıdaya ulaşabilmesi; kooperatifleşmeyi bir kez daha hedeflenen faydayı sağlamak üzere bu yapıları sadece ekonomik değil, aynı zamanda siyasal bir mücadele bütününün bileşeni olarak görmekle mümkün olabilecektir."
Yusuf Yavuz
Sunday, October 14, 2012
Vicdani Retçi Halil Savda Barış Yürüyüşünün 1 Ayını Anlatıyor: Barışın Sesini Yükselteceğiz
Halil Savda, militarizme değil barışçıl yöntemlere inandığından vicdani ret hakkını kullanan, doğrusu kullanmaya çalışan bir savaş karşıtı. Bir süredir "Roboski'den Ankara'ya Barış Yürüyüşü"nde. Yürüyüş birinci ayını doldurmak üzere. Savda, 'yol' boyunca karşılaştığı Kürt ve Türk yurttaşlardan henüz barış istemeyenine rastlamadı. Dün Osmaniye'de polis tarafından saldırıya uğrayana kadar umudu da hiç körelmedi.
Vicdani retçi Halil Savda ile 1 Eylül Dünya Barış Günü'nde başlattığı barış yürüyüşünü ve Osmaniye'de uğradığı saldırıyı konuştuk...
'OSMANİYE'NİN HASSASİYETİ VARSA, ŞIRNAK'IN DA VAR!'Halil Savda, Osmaniye'nin Bahçe İlçesi'nde polislerce durdurularak, fiziki saldırıyla engellenmeye çalışılmasını, şöyle anlattı: "Osmaniye'de, dün sabah Nurdağı Tepesi'nden yola çıktık. Öğlen saatlerinde Bahçe İlçesi'ne varmıştık. İlçede sivil polisler önümüzü kesti. Önce Bahçe İlçe Emniyet Müdürlüğü'nden olduklarını söylediler. Sivil polislerden biri sonra 'Emniyet Müdürü Vekili' olarak kendisini tanıttı. Israr etmemize rağmen ismini söylemedi ve 'Osmaniye sınırlarında yürüyemeyeceğimizi' söyledi. Bunun valilik kararı olduğunu; ilçede 'hassasiyet'in olduğunu belirtti ve 'o yüzden sizi yürütmeyiz' dedi. Bu sırada çeşitli sataşmalarda bulundular. Provokasyon peşinde olduğumuzu iddia ettiler. Biz de, 'Osmaniye'nin hassasiyeti varsa Şırnak'ın, Antep'in, Urfa'nın da hassasiyeti var ve oralarda yürüdük' karşılığını verdik."
'ZORLA OTOBÜSE ATILDIK, KELEPÇELENDİK, ŞEHİR DIŞINDA TEHDİTLE BIRAKILDIK'Savda, polislerle tartışmanın bir süre devam ettiğini belirterek, "Kendilerine ülkenin hassasiyetinin savaş olduğunu, çatışma olduğunu ısrarla söyledik. Devletin savaş ısrarının, hak ihlallerinin de hassasiyet doğurduğunu söyledik ve her halükarda yürüyüşe devam edeceğimizi, bunun için izin almayacağımızı ve tutumlarının ırkçı-faşist bir tutum olduğunu açıkladık" diye konuştu.
Savda, oturma eylemine başlamalarıyla birlikte polisin saldırıya geçtiğine dikkat çekerek, şunları ifade etti: "Kollarımızdan ve bacaklarımızdan tuttular. Zor kullanarak çevik kuvvet otobüsüne attılar. Evet, resmen attılar! Daha sonra ellerimizi arkadan kelepçelediler. 5 saat sürdü bu işkence. Ne ilçe emniyetine, ne savcılığa ne de adliyeye götürdüler. Osmaniye sınırından çıkararak, araçtan indirdiler. Araçtan indirirken aynı saldırganlığı sürdürdüler ve 'siz burada barış diyemezsiniz' dediler. Saldırı sırasında bazı arkadaşların sırtlarında çeşitli morluklar oluştu. Benim de sırtımda hem morluk hem de şişme oluştu."
NELERLE KARŞILAŞTI?Savda, yürüyüşün ortalama 20-21 ekimde sona erebileceğini bilgisini vererek; yürüyüş boyunca devlet yetkilileri dışında bütün köy ve beldelerde, ilçelerde yoğun ilgi gördüklerini söylüyor: "Biliyorsunuz, yürüyüşe Gülyazı'dan başladık. Gülyazı'dan nasıl kucaklanarak gönderildiysek, oradaki aileler nasıl kucakladıysa, gittiğimiz her yerde de aynı ilgiyi gördük. Kürt, Arap ve Türk ailelerle karşılaştık. Kürtlerin hikayeleri en can yakanıydı. Köyü yananlarla, işkenceye uğrayanıyla, işkence izleteniyle karşlaştık. Bir çocuğu askerde, diğeri PKK'da hayatını kaybeden annelerin hikayelerini de dinledik."
Savda, yürüyüşü için Suruç'tayken, aynı gün bir PKK'lı cenazesinin töreninin olduğunu anlatarak, "Yürüyüş boyunca ilgimi çeken ve beni sevindiren gelişmelerden birini de, Suruç'ta yaşamış oldum. PKK'lı cenazesinin töreni vardı. Biz yürüdüğümüz sırada cenazenin defni için mezarlığa giden PKK'lı annesi ve yakınlarıyla karşılaştık. Arabayla yanımızdan geçerken durdular. Kayıpları nedeniyle üzgünlerdi ama ona rağmen arabadan inip, bize sarılarak yürüyüşümüzü desteklediklerini söylediler. Bir annenin, bir kadının bu duygularını, düşündüklerini çok önemsiyoruz. Bizi umutlandıran, yürüyüşümüze anlam katan bir gelişmeydi" ifadelerini kullandı.
Vicdani retçi Savda, karşılaştıkları bazı korucu ve askerlerin de, savaştan yana olmadığını, "Mesela Gülyazı ile Şırnak arasındaki belgelerin bir kısmı, korucu beldesiydi. Oradaki korucular da çatışmaların bitmesinden, barıştan yana olduklarını söylediler. Hatta asker kontrol noktasında karşılaştığımız kimi askerlerle de kısa diyalog kurduğumuzda, savaştan yorulduklarını, barışın sağlanması gerektiğini işittik. Savaş herkesi yormuş" sözleriyle açıkladı.
Antep'te de barış için yürüyen Savda, "Türkmenlerden sohbet etme fırsatı bulduklarımız da yürüyüşümüzün başarıya ulaşması için dua ettiler. Onların da savaştan, onun yarattığı acıdan yorulduklarını anladık. Yine Antep'te Arap köylerinde misafir olduk. Kapaklı köyüne misafir olduk. Urfa'ya yakın bir köy. Burada bizi ağırlayan insanlar da dualarıyla, samimi yaklaşımlarıyla barış istediklerini ifade ettiler" diye konuştu.
Bir inşaat şirketinin Malatyalı Türk olan müdürüyle, yol yapımı sırasında diyalog kurduklarını aktaran Savda, "Kendisi sofra kurdu. 3 saat de onunla görüştük. Mesela o da, ülkenin kaynaklarının silaha aktarılmasından yakındı. Malum, son süreçte zamlar var. Bundan muzdarip olduklarını, bütçenin ülke ekonomisine, kalkınmasına kullanılmasını istediğini söyledi.
Vicdani retçi Halil Savda, son olarak, ana akım medyanın barış için atılan adımları görmesini istedi: "Büyük yayınlar maalesef barış için gösterilen çabalara ilgi duymuyor. Son dönemde hükümetin iyice tırmandırdığı güvenlikçi politikaları var. Bu, çatışma sürecini de geliştiriyor. Tam da böyle bir dönemde barışın sesini yükseltmeye çalışıyoruz. Mesajlarımıza, barışla ilgili gelişmelere internet medyasında, sosyal medyada, Kürt ve muhalif medyada ilgi gösteriliyor. Umarız, ana akım medya da önümüzdeki günlerde bu anlayışını değiştirir."
Ali Barış Kurt/ANF
Wednesday, October 10, 2012
Deniz'leri anmak, halay çekmek suç
Gaziantep'teki Deniz Gezmiş ve arkadaşlarını anma
etkinliğine katılan Emeğe Ezgi grubu üyelerinin de aralarında bulunduğu
12 kişi hakkında 'örgüt adına suç işlemek' ve 'örgüt propagandası yapma'
suçlamasıyla dava açıldı. İddianamede halay çekmek ve su istemek bile
'örgütsel faaliyet ve tavır' olarak kabul edildi.
Cumhuriyet/ Gaziantep-
Gaziantep’te 6 Mayıs’ta 68 kuşağının devrimci liderleri Deniz Gezmiş,
Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ı anmak için toplantı düzenlendi. Etkinlik
nedeniyle Ayışığı Sanat Merkezi’nde faaliyet gösteren Emeğe Ezgi adlı
müzik grubu üyeleri Emrah Ceyran ile Sinan Koçum’un da aralarında
bulunduğu 12 kişi hakkında dava açıldı. İddianamede halay çekmek ve
şarkı söylemek “örgütsel faaliyet”, su ve şeker istemek ise “örgütsel
tavır takınma” olarak değerlendirildi. Yazılı açıklama yapan Koçum, “Hazırlanan
iddianamede etkinliğe katılan insanların halay çekmesi ve şarkılar
söylemesi dahi suç olarak gösterilmiştir. Böyle bir yargılama ile
yapılmak istenen, sadece ve sadece, Denizleşmek isteyen insanları
korkutmak, Emeğe Ezgi üyelerini ibret-i âlem için cezalandırıp ‘Bakın,
sizin sonunuz da bunlar gibi olur’ diyebilmektir. Açılan bu davayı da
bir madalya olarak alıp göğsümüze taktık” ifadesini kullandı. 3 Ekim’de Adana 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan davanın ilk duruşması 12 Aralık’a ertelendi.
10 Ekim 2012
Monday, October 8, 2012
Friday, October 5, 2012
Öteki
Aslı Erdoğan
Kadınların yalnızca sokakta değil; aile, okul, polis vb. bütün kurumlarda aşağılandığı, bekaret kontrollerinden geçirildiği, medyanın işbirlikçiliğiyle seyirlik, alımlık, tadımlık gibi sunulduğu bir toplumda yaşamaktayız. Aynı toplumun, sütten çıkmış ak kaşıkmışçasına, dört katil çocuk hakkında ölüm fetvası vererek kendini aklayabileceğini, içindeki kötülüğü yok edebileceğini sanması ürkütücü. Her suç gibi, cinayetin de toplumsal bir boyutu vardır; yaşam koşulları, gelir dağılımı, eğitim ve kültür düzeyiyle yakından bağlantılıdır.
Medine Öncel, Diyarbakır'da, polis baskınında 7. kattan atladı. Daha önce işkence görmüştü. Son çığlığı, "Baba, beni bunlara bırakma!" oldu. 22 yaşındaydı.
Öteki'nin tanınmaması, dilsizleştirilmesi, reddedilmesi, nesneleştirilmesi üzerine kurulmuş her ilişki bir tahakküm ilişkisidir ve kaçınılmaz biçimde zulüm içerir. Kendini toplumun üzerinde gören, dokunulmaz, sorgulanmaz, kutsal ilan eden devlet, şiddeti tekeline alır, bireylerin ve toplulukların haklarını sistematik biçimde çiğner. Bu hakları peşinen reddetmek, taleplere karşı uygulanan şiddeti meşru kılar. Yalnızca kendi koşullarında barış istemek, aslında barış istemek değildir. Kalıcı bir barış, adil bir barıştır, her şeyden önce. Herkes için barış, eşit koşullarda barış.
1982'de Türkiye şampiyonu olan milli güreşçi Ahmet Savran, 5 ay önce evine yapılan baskında, Kurtuluş dergisi bulundurduğu için tutuklandı. Avukatı en fazla 1 yıl alacağını söylemişti. 17 Eylül'deki duruşmada tahliye bekliyordu. Cezaevindeki gerginlik nedeniyle duruşmaya gidemedi. 26 Eylül'de Ulucanlar'da öldürüldü.
Kurbanlar bize ne denli az benzerlerse, zulme duyulan tepki de o denli azalır. "Ötekileştirme", cinayeti mümkün kıldığı gibi, meşrulaştırır da. "Öteki", kirli, suçlu, kötüdür -eline fırsat geçse bizden fazla kötülük yapar- "biz" ise yüce amaçlarla, kutsallıkla donanmıştır. Öteki nesneleştirilir ki, gasp edilen hakları zaten yokmuş görünsün. Kendisinden farklı olanı içerme, kabullenme yerine yalnızca kendi imgesini mutlaklaştıran iktidar.. "Hakikatle ilgili her sorun, bir iktidar sorununa dönüşür."
Sendikacı Süleyman Yeter, 5 Mart'ta yeniden gözaltına alındı. 7 Mart'ta can verdi. Sırtı, çenesi, bilekleri, en can alıcısı, boynu, yara izleriyle dopdolu. Sendikacı Yeter, 2 yıl önce aynı şubede gözaltına alınmış, 8 polis hakkında işkence davası açmıştı. Bir ay daha yaşasaydı, 8 Nisan'daki duruşmada işkencecileri teşhis edecekti. Bir ay daha yaşasaydı. Polislerse hala görevlerinin başında.
Gerçekle ilişkimiz, bizden istendiği gibiyse, yani geçiştirmek, gözlerini kaçırmak üzerine kuruluysa, bize biçilen rolü uysallık ve vakarla oynuyorsak.. "Yeter!" çığlığını sürekli erteliyorsak, dilimizin ucuna gelen küfürler ve kahkahalar gibi.. Gerçeklik karşısında dilimiz tutulmuş, ansızın daha iyi bir dünyaya fırlatılmaktan başka bir şey düşleyemiyorsak.. "Acı" bile denemeyecek bir sızıyla -belki özgürlük sızısı- sırtüstü serilip kalmışsak.. Belki de ayağa kalkabilmek için acıyı sırtlamak, mutluluğu hırçınca savunmak gerekiyor. Ilımlının, rutinin, aklıselimin tatlı dilli çağrısına başkaldırmak..
Çeteleşme devletin ta içindeyse, şiddeti tek varoluş, kendini ifade ediş biçimi olarak gören gençleri engellemek nasıl mümkün olabilir? Camus'nün deyişiyle: "Ya devletin işlediği suçlar, bireylerinkini fersah fersah aşmışsa?"
.
Kadınların yalnızca sokakta değil; aile, okul, polis vb. bütün kurumlarda aşağılandığı, bekaret kontrollerinden geçirildiği, medyanın işbirlikçiliğiyle seyirlik, alımlık, tadımlık gibi sunulduğu bir toplumda yaşamaktayız. Aynı toplumun, sütten çıkmış ak kaşıkmışçasına, dört katil çocuk hakkında ölüm fetvası vererek kendini aklayabileceğini, içindeki kötülüğü yok edebileceğini sanması ürkütücü. Her suç gibi, cinayetin de toplumsal bir boyutu vardır; yaşam koşulları, gelir dağılımı, eğitim ve kültür düzeyiyle yakından bağlantılıdır.
Medine Öncel, Diyarbakır'da, polis baskınında 7. kattan atladı. Daha önce işkence görmüştü. Son çığlığı, "Baba, beni bunlara bırakma!" oldu. 22 yaşındaydı.
Öteki'nin tanınmaması, dilsizleştirilmesi, reddedilmesi, nesneleştirilmesi üzerine kurulmuş her ilişki bir tahakküm ilişkisidir ve kaçınılmaz biçimde zulüm içerir. Kendini toplumun üzerinde gören, dokunulmaz, sorgulanmaz, kutsal ilan eden devlet, şiddeti tekeline alır, bireylerin ve toplulukların haklarını sistematik biçimde çiğner. Bu hakları peşinen reddetmek, taleplere karşı uygulanan şiddeti meşru kılar. Yalnızca kendi koşullarında barış istemek, aslında barış istemek değildir. Kalıcı bir barış, adil bir barıştır, her şeyden önce. Herkes için barış, eşit koşullarda barış.
1982'de Türkiye şampiyonu olan milli güreşçi Ahmet Savran, 5 ay önce evine yapılan baskında, Kurtuluş dergisi bulundurduğu için tutuklandı. Avukatı en fazla 1 yıl alacağını söylemişti. 17 Eylül'deki duruşmada tahliye bekliyordu. Cezaevindeki gerginlik nedeniyle duruşmaya gidemedi. 26 Eylül'de Ulucanlar'da öldürüldü.
Kurbanlar bize ne denli az benzerlerse, zulme duyulan tepki de o denli azalır. "Ötekileştirme", cinayeti mümkün kıldığı gibi, meşrulaştırır da. "Öteki", kirli, suçlu, kötüdür -eline fırsat geçse bizden fazla kötülük yapar- "biz" ise yüce amaçlarla, kutsallıkla donanmıştır. Öteki nesneleştirilir ki, gasp edilen hakları zaten yokmuş görünsün. Kendisinden farklı olanı içerme, kabullenme yerine yalnızca kendi imgesini mutlaklaştıran iktidar.. "Hakikatle ilgili her sorun, bir iktidar sorununa dönüşür."
Sendikacı Süleyman Yeter, 5 Mart'ta yeniden gözaltına alındı. 7 Mart'ta can verdi. Sırtı, çenesi, bilekleri, en can alıcısı, boynu, yara izleriyle dopdolu. Sendikacı Yeter, 2 yıl önce aynı şubede gözaltına alınmış, 8 polis hakkında işkence davası açmıştı. Bir ay daha yaşasaydı, 8 Nisan'daki duruşmada işkencecileri teşhis edecekti. Bir ay daha yaşasaydı. Polislerse hala görevlerinin başında.
Gerçekle ilişkimiz, bizden istendiği gibiyse, yani geçiştirmek, gözlerini kaçırmak üzerine kuruluysa, bize biçilen rolü uysallık ve vakarla oynuyorsak.. "Yeter!" çığlığını sürekli erteliyorsak, dilimizin ucuna gelen küfürler ve kahkahalar gibi.. Gerçeklik karşısında dilimiz tutulmuş, ansızın daha iyi bir dünyaya fırlatılmaktan başka bir şey düşleyemiyorsak.. "Acı" bile denemeyecek bir sızıyla -belki özgürlük sızısı- sırtüstü serilip kalmışsak.. Belki de ayağa kalkabilmek için acıyı sırtlamak, mutluluğu hırçınca savunmak gerekiyor. Ilımlının, rutinin, aklıselimin tatlı dilli çağrısına başkaldırmak..
Çeteleşme devletin ta içindeyse, şiddeti tek varoluş, kendini ifade ediş biçimi olarak gören gençleri engellemek nasıl mümkün olabilir? Camus'nün deyişiyle: "Ya devletin işlediği suçlar, bireylerinkini fersah fersah aşmışsa?"
.
Piyer Loti Tepesi mi, İdris-i Bitlisi Tepesi mi?
Geçtiğimiz hafta AKP Bitlis Milletvekili
Vahit Kiler, Eyüp’teki Piyer Loti Tepesi’nin İdris-i Bitlisi Tepesi
olarak değiştirilmesini istediğinde sadece biz değil Büyükşehir Belediye
Başkanı Kadir Topbaş da şaşırdı.
AYŞE HÜR
hurayse@hotmail.com
Vahit Kiler tepkilere rağmen talebinin arkasında durdu ve “ İdris-i Bitlisi'nin ismini değiştirilmesi kanıma dokunuyor dedim, halen öyle diyorum. Burada isim Piyer Loti değil de Eyüp Sultan Tepesi olsaydı bu değişiklik talebinde bulunmazdım. Çünkü Eyüp Sultan hazretleri ile İdris-i Bitlisi'yi karşılaştırmayız. Eyüp Sultan Allah dostu büyük bir evliya. Karşılaştırdığınız zaman İdris'i Bitlisi mi? Eyüp Sultan mı tabii ki Eyüp Sultan. Peki İdris-i Bitlisi mi Piyer Loti mi? Tabii ki İdris-i Bitlisi derim” diye açıkladı tercihlerini. Kiler’e göre, tepenin adı zaten 1934’e kadar İdris-i Bitlisi Tepesi idi. Piyer Loti sonradan zuhur etmiş bir isimdi. Bu iddianın doğru olup olmadığı bir yana, tepeye İdris-i Bitlisi ismi verilmesine Dersimliler şiddetle itiraz etti, çünkü onlara göre İdris-i Bitlisi Yavuz Sultan Selim Dönemi’ndeki (1512-1520) Kızılbaş-Alevi katliamlarının mimarlarından biriydi. Kadir Topbaş konuyu tarihçilere havale edince, iş başa düştü ve bu haftayı bu iki ismin izini sürmeye ayırdım.
Aziyade ile aşk
Piyer (aslı Pierre) Loti’nin asıl adı Louis-Mari Julien Viaud’du. Protestan olan ailesi, 1598’de Protestanlara özgürlük veren Nantes Fermanı’nın kaldırılmasından sonra, Atlantik sahilindeki Oleron Adası’na sığınmış ve kuşaklar boyunca denizle iç içe yaşamıştı. Piyer Loti de bu adada doğmuş, 17 yaşında denizcilik okuluna girmiş, deniz subayı olarak İzlanda’dan Japonya’ya uzanan geniş bir coğrafyada dolaşmıştı. Piyer Loti’nin Doğu aşkı da denizciliğinin ürünüydü. 1870’de İzmir’e, 1876’da Selanik’e, oradan da İstanbul’a geçen Loti, bu ilk ziyaretinde İstanbul’da 18 ay kaldı. Harem mensubu yeşil gözlü Hatice adlı bir kızla (Vahit Kiler’e göre Azade adlı bir erkekle) yaşadığı aşkı anlatan Aziyade isimli romanı ile ilerde ünlü olacağının ilk işaretini verdi.
1887’de ve 1890’da bir kez daha İstanbul’a gelen Piyer Loti’yi Şark’a iten, o dönemde Avrupa’ya hâkim olan Fin de Siècle (Yüzyıl Sonu Nevrozu) diye adlandırılan hüzünlü ve kötümser havaydı. O yıllarda Avrupalı entelektüeller sürekli yaşadıkları yerlerden kaçma, uzak ve güzel diyarlara gitme, kılık değiştirerek o diyarların gizemli hayatına dalma, yasak zevklerini tatma gibi güçlü arzularla doluydular.
Eyüp mü Beyoğlu mu?
Ülkesine döndükten kısa süre sonra, 1891 yılında, radikal son düşüncelere sahip ünlü yazar Anatole France’ın desteğini alarak Fransız Akademisi’ne seçilen Loti’nin rakibi bir başka ünlü yazar Emile Zola’ydı. Bundan da anlaşılacağı üzere, Pierre Loti o günlerde saygın bir şahsiyetti. 1903’te bu sefer Fransız Sefareti’ne bağlı Vautour gemisinin kaptanı olarak İstanbul’a gelen Piyer Loti, Fin de Siècle ruhuna uygun olarak, muhafazakâr bir semt olan Eyüp’e yerleşti. Üzerine garip giysiler girdi, şehrin mezarlıklarına takıntılı ziyaretler yaptı. Sadece bunlarla da yetinmedi elbette. 1890’da yakınlık kurduğu II. Abdülhamit tarafından, rahatsız edilmemesi için tüm polis teşkilatına resmi dağıtıldığı için, büyük bir rahatlıkla şehrin tüm batakhanelerini dolaştı, gemisinde verdiği ziyafetler ve balolarla İstanbul’un en gözde kişisi oldu. Ama ilginçtir, gayrimüslim nüfusun yoğun olduğu Pera ve Beyoğlu’ndan, yüksek bürokratlardan, aydınlardan hem küçümsemeyle bahsetti.
Kadınlara ilgi duymadığı halde kadınların peşini bırakmadığı Loti, Osmanlı Hariciyesi’nin yüksek rütbeli bir memurunun kızlarının, Fransızca öğretmenleri ile birlikte kaleme aldıkları Harem hayatının sıkıntılarına ilişkin uydurma mektuplardan öğrendiklerini Mutsuz Kadınlar adlı eserinin malzemesi yaptı. Fransa’ya dönüşünden hemen sonra (1906) basılan roman 220 bin satarak döneminin en ünlü kitaplarından biri oldu. Daha sonra böyle bir haremin olmadığı, hikayenin tamamen uydurma olduğu ortaya çıktığı halde ününe halel gelmeyecekti. Kitap sadece Avrupalı aydınları değil, Osmanlı aydınlarını da etkiledi ve onları Harem, kadınların durumu gibi sorunlarla ilgilenmeye yöneltti.
Avrupa’ya sert eleştiriler
Abdülhamit’le yakınlığına rağmen, 1908’de Meşrutiyet’in ikinci kez ilanından sonra da gözden düşmeyen Pierre Loti, 1911 Trablusgarp, 1912-1913 Balkan Savaşları sırasında iki kez daha İstanbul’a geldi. Her iki savaşta da ülkesinin politikalarını şiddetle eleştiren ve ateşli bir Osmanlı-Türk dostu olan Pierre Loti 1913’te yazdığı Can Çekişen Türkiye adlı eserinde, Avrupalı devletlerin Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşma politikalarına sert eleştiriler getirdi. Birinci Dünya Savaşı’nın ilk aşamasını oluşturan Çanakkale Savaşı sırasında, Cenevre’de İtilaf Devletleri ile İTC liderleri arasında arabuluculuk yaptı. Bir subayın ülkesinin politikalarına karşı çıkması ve böyle gizemli misyonlara soyunması bazı kesimlerde Loti’nin bir ajan olduğu kanısını uyandırdı, ancak bu güne dek buna dair bir kanıt ortaya çıkmadı.
Türkler mi Ermeniler mi haklı?
1915 Ermeni Kırımı hakkında başlangıçta ağzını açmayan Pierre Loti 1918 yılında yayımlanan Ermenistan Kırımları adlı eserinde Türk sevgisi ile hümanist değerler arasında bocalıyacaktı. Daha önce “Dünyada Türk ırkından özü itibariyle daha iyi, daha mert, daha sadık ve daha uysal bir olduğuna inanmıyorum” diye yazan Loti bu kitabında Ermenilere karşı hiç onaylamadığı korkunç kırımlar yapıldığını, “bahtsız Ermenistan’a hatalarıyla son derece orantısız bir şekilde uygulanan zulümler uygulandığını ve bunların kendisinde derin bir merhalek uyandırdığını” yazıyordu. Kendisini bu duruma bir açıklama getirmekle yükümlü gören Piyer Loti’ye göre Türk halkı dürüstlük, misafirperverlik, sadakat gibi erdemlerine karşılık, hala “kör bir bağnazlık” içinde yaşıyordu. “Tehcir yer yer kırıma dönüşmüşse de bunun nedeni bahtsız Ermenilerin Türklere karşı uğursuz ve ikiyüzlü junalciler gibi davranmasıydı” ve “Ermenilerin uğradığı kırımlar Batı’ya hep abartılarak aktarılmıştı.” “Bütün bu olanlarda en aşağılık pay da Alman Kayzeri II. Wilhelm’e aitti!”
1918’de Mondros Mütarekesi’nden sonra Fransızların Kilikya (Adana havalisi) işgal etmesi üzerine, Loti’nin Fransızlara yönelttiği ağır eleştiriler,“Türk dostu” imajının tazelenmesine neden oldu, dahası adeta bir Pierre Loti kültü doğdu. 17 Mart 1919’da Veliaht (1922-1924 arası Halife) Abdülmecid Efendi’den; 5 Haziran 1919 tarihinde 81 Osmanlı-Türk aydından minnet ifadeleri dolu mektuplar aldı. Aynı yılın Aralık ayında ise İstanbul’un önde gelen basın mensupları Pierre Loti Cemiyeti’ni kurdular. Loti, İstanbul’un fahri hemşerisi ilan edildi, Divanyolu’nda bir caddeye adı verildi. Dahası 1920’yılında 23 Ocak günü Pierre Loti günü olarak kutlandı.
Pierre Loti, 1920’de Sevgili Fransamızın Doğu’da Ölümü, 1921’de Doğu’da Ulvi Hayaller kitabını yazarak ateşli Türk dostu tavrını sürdürdü. Bu durum, o sıralarda bütün hızıyla süren Milli Mücadele’nin lideri Mustafa Kemal’in de sempatisini uyandırdı ve1922 yılında TBMM’nin gönderdiği bir heyet, Oleron Adası’ndaki Rochefort şehrinde yarı felçli olarak yatağa bağlı yaşayan Piyer Loti’yi ziyaret etti. Heyet yanında Mustafa Kemal’in minnettarlığını belirten bir mektupla, Anadolulu kızların dokuduğu bir halıyı hediye olarak getirmişti. Loti bu halinde bile, Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşımını hedefleyen 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması’nı kastederek “Ah şu melun Sevr anlaşması nasıl düzeltilmesi!” diye söyleniyordu.
Kemalistlerle arası bozuluyor
Ancak bu sıcak ilişki umulmadık biçimde sona erdi. Pierre Loti, 1-2 Kasım 1922’de Saltanat’ın kaldırılmasının ardından Mustafa Kemal’in kafasındaki modern Türkiye ile kendisinin hayranlık duyduğu eski düzenin hiç benzemediğini fark etmiş ve yeni Türkiye’ye bazı eleştiriler yöneltmişti. ‘Şark meftunu Frenk’in eleştirileri, 20 senelik Pierre Loti efsanesini sonlandırdı ve yazarın Türkiye’ye girişine yasak konuldu. Zaten Loti’nin de gelecek hali yoktu. Yazar 9 Haziran 1923’te, Osmanlı İmparatorluğu’nun resmen ve geri dönüşsüz olarak sonlandırılması demek olan Cumhuriyet’in ilanını görmeden öldü.
Loti’nin adının 1934 yılında Eyüp sırtlarında bir tepeye verilmesi (itiraf etmeliyim, bu iddiayı araştırma fırsatı bulamadım), bu kızgınlığın çok sürmediğini düşündürüyor. Ancak, Kemalist rejimin ünlü edebiyat ve fikir adamlarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1946’da yayımlanan Atatürk biyografisindeki Loti, Tevfik Fikret’in Loti’sinden de sevimsizdi. Karaosmanoğlu şöyle anlatıyordu ünlü ‘Türk Dostu’nu:
“Dişi tırnağı sökülmüş inhitat (çöküş) Türkiye’sini Pierre Loti cinsinden Frenk muharrirleri bir fes, peçe, sarık, kafes ve nargile dekoru içinde seyredip anlattılar. Yıkık duvarlarla çevrilmiş çökük mezarlıklar; çınar altı kahvelerinde uykuya dalmış afyonkeşler, mezbele sokakların uyuz köpek sürüleri; bekçilerin ‘yangın var’ naraları… İşte dostumuz Pierre Loti’nin müdafaa ettiği, ‘Dokunmayın!’ dediği Türk dünyası bu çapaçul, bu zavallı şeylerden ibaretti. Pierre Loti, Madagaskar zencilerinden, Seylan maymunlarından ve Havai adalarının kelebeklerinden de bu sevgi ve alaka ile bahsetmiştir. Çünkü onun bezgin ve endişeli ruhu, kendisini avutmak için yeryüzünde arkaik ve pitoresk manzaralar keşfine çıkmış bulunuyordu. Bundan dolayı ne Loti, ne de Loti gibi bizi acayip ve zavallı bularak seven Frenk muharrirleri, Mustafa Kemal’in itibarını asla kanamamışlardır. O [Mustafa Kemal], kendisini bir ‘Yeni Adam’ hissettiği ve Türk milletinden bir canlı ve ileri cemiyet çıkacağını bildiği için, memleketimizi bir müze halinde görmek isteyenlere karşı bize doğrudan doğruya düşmanlık edenlerden ziyade kızıyordu.”
Piyer Loti
“…
Hatta sen sen Piyer Lobi! Sarı muşamba derilerimizden birbirimize geçen tifüsün biti senden daha yakındır bize Fransız zabiti! Fransız zabiti sen o üzüm gözlü Azadeyi bir orospudan daha çabuk unuttun! Kalbimize diktiğin Azadenin taşını bir tahta hedef gibi topa tuttun! Bilmeyenler bilsin: sen bir şarlatandan başka bir şey değilsin! Şarlatan! Çürük Fransız kumaşlarını yüzde beş yüz ihtikârla şarka satan: Piyer Loti! Ne domuz bir burjuvaymışsın meğer!
…..” (Nazım Hikmet, 835 Satır, 1929)
|
İdris-i Bitlisi Kimdir?
Vahit Kiler’in memleketlisi olduğu için önerdiği anlaşılan, Dersimlilerin ise Kızılbaş Kürtlerin katili olduğu için itiraz ettikleri İdris-i Bitlisi’ye gelince, bu zatın ne zaman doğduğu, nereli olduğu, ailesi, eğitimi ne yazık ki iyi bilinmiyor. İdris-i Bitlisi’nin eserlerinde geçen bazı ifadeler, bazı Kürt büyükleriyle özellikle de Diyarbakır yöresinden bazı Kürt beyleriyle ırsi bağları olduğunu düşündürüyor ama kesinlikle Kürt olduğuna dair bir kaynak yok. Adını tamamlayan Bitlisi (buna Osmanlıcada ‘nisbe’ deniyor) ifadesi ise, muhtemelen ailesinin Bitlisli olmasıyla ilgili. Çünkü güvenilir bir arşiv belgesine göre İdris-i Bitlisi, İran’ın Rey şehrine yakın Sülukan nahiyesinde doğmuş. Doğum tarihi de kesin değil ama bazı anlatımlarından 1452 ile 1457 tarihleri arasında doğduğu anlaşılıyor. İdris-i Bitlisi’nin Şafii olduğunu söyleyen kaynaklar da var, Hanefi olduğunu söyleyenler de.
İdris-i Bitlisi, İran’da hüküm süren Akkoyunlu sultanlarından Uzun Hasan, Sultan Yakup, Sultan Rüstem ve Elvend Bey dönemlerinde (1478-1490) sarayda nişancı ve divan katipliği yapmış, 1501’de Sünni Akkoyunluların Şii Safevilere yenilmesinden sonra, Hac bahanesiyle İran’dan ayrılıp, II. Bayezıd’in sarayına gelmişti. İdris-i Bitlisi, burada padişahın emriyle ünlü manzum eseri Heşt Biheşt’i kaleme aldı. Eserin adı Farsçada ‘Sekiz Cennet’ anlamına geliyordu ama bu başlık, Osman’dan II. Bayezıd’a kadarki sekiz Osmanlı padişahının hayatını anlatıyordu. Ancak nedense, İdris-i Bitlisi, bu eseri için kendisine vaat edilen parayı alamadığı için biraz kırgın biçimde Hac’ca gitmeye karar verdi.
Kürtleri ikna siyaseti
Hac sırasında II. Bayezıd ölmüş, tahta Yavuz Sultan Selim geçmişti. Yavuz, İdris-i Bitlisi’ye bir miktar para göndererek gönlünü aldı ve saraya geri dönmesini sağladı. Amacının ne olduğu daha sonra anlaşılacaktı. İdris-i Bitlisi, Yavuz’un Tebriz Seferi öncesinde, Tebriz’e gönderdiği öncü heyetin içindeydi. Heyetin yaptığı çalışmalar sayesinde Yavuz Akkoyunluların ve Safevilerin başkenti Tebriz’e kolayca girecekti. Dönüş yolunda İdris-i Bitlisi, Safevilerle Osmanlı arasında seçim yapmakta zorlanan Kürt beylerini ikna etmekle görevlendirildi. 1514 yılında Amasya’da yapılan görüşmeler sonunda, 28 Kürt aşiretinin reisi, değişik imtiyazlar karşılığında Osmanlı Devleti’ne bağlı kalmaya söz verdiler. Karşılığında kendilerine (330 yıl sürecek) özerklik statüsü tanındı. Bu ilişkiler sayesinde 1514’te Safevilere karşı Çaldıran Zaferi kazanıldı (kaynaklara göre 16 Kürt aşireti Yavuz’un yanında savaşmıştı) ve Doğu Anadolu’da Osmanlı egemenliği kuruldu. Bu hizmetlerinin karşılığında İdris-i Bitlisi’ye Arap ve Acem Kazaskerliği rütbesi verildiyse de bu makamın ömrü kısa sürdü. Yavuz’un 1516’da başlayan Mısır Seferi’ne de katılan İdris-i Bitlisi, Bitlis’in ve Diyarbakır bölgesinin Osmanlı kontrolüne girmesinde önemli rol oynadı.
Yavuz’un sefer boyunca söz verdiği gibi, fethettiği bölgelerde adil davranmadığını gören İdris-i Bitlisi, duygularını bir kaside ile padişaha aktarmış, padişah kendisine kızmak yerine kendisini iltifatlara boğmuştu. Yavuz’dan iki hafta önce, 18 Kasım 1520’de İstanbul’da ölen İdris-i Bitlisi, eşi Zeynep Hanım’ın Eyüp sırtlarında yaptırdığı bir mescidin yanına gömüldü. İşte Vahit Kiler de bu mezar yerinden kalkarak Piyer Loti Tepesi’nin adının İdris-i Bitlisi yapılması gerektiğini söylüyor.
Dersimlilerin İdris-i Bitlisi’yi kan dökücü biri gibi tanımlanması ise abartılı görünüyor. Yavuz zamanında Anadolu’daki Kızılbaşların büyük katliamlara uğratıldığı biliniyor ama bunlarda İdris-i Bitlisi’nin rolü olduğuna dair bilimsel bir bilgi yok. Öte yandan İdris-i Bitlisi ahlak, felsefe, tıp, matematik, coğrafya, tarih, edebiyat gibi değişik alanlarda eserler vermiş çok yönlü biri. Muhtemelen, sarayda yaşama tutkusu yüzünden Yavuz Sultan Selim’in Kürt politikalarında arabulucuk yapmayı akıllıca bulmuş ve Şafii Kürtler nezdinde kendisinden beklenenleri hakkıyla yerine getirmiş. Yavuz döneminde Kızılbaşlara yönelik katliamlarda payı olduğuna dair bir bilgi, belge ise yok.
Şimdi bu tarihçelere bakınca, her iki şahsiyetin de tepeye adının verilmesinin de verilmemesinin de gerekçesi bulunabilir. Ancak, 1934’ten beri kullanılan Piyer Loti Tepesi adının değiştirilmesini gerektirecek bir durum var mı derseniz, buna evet demek zor. Bakalım, resmi tarihçiler ne diyecek ve tepenin adı ne olacak?
Özet Kaynakça: Taner Timur, “Bir Zamanlar Pierre Loti”, Toplumsal Tarih, Şubat 2007, S. 158, s. 18-27; Orhan Koloğlu, “Loti, Pierre”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.5, s. 228-229, Kültür Bakanlığı ile Tarih Vakfı’nın ortak yayını; Mehmed Bayraktar, İdris-i Bitlisi, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1991; V.L. Menage, “Bidlisi, İdris”, The Encyclopaedia of Islam, London, 1960; s. 1207-1208; Nazım Hikmet, Şiirler I, 835 Satır, Yapı Kredi Yayınları, 2002, s. 18-21; Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, İletişim Yayınları, 2005; Pierre Loti, Fantôme d’Orient, Paris, 2006. (Kitap Paris’teki Romantik Hayat Müzesi’nin kataloğu olup, Piyer Loti fotoğrafları bu kitaptan alınmıştır.)
Monday, October 1, 2012
Yakın tarihin kalemi kırıldı: Hobsbawm'dan veda
Özellikle 19 ve 20. yüzyıllara ilişkin çalışmalarıyla tanınan Marksist tarihçi Eric Hobsbawm bugün tedavi gördüğü hastanede öldü.
30'dan fazla kitabı bulunan ve kitapları 40 dile çevrilen Hobsbawm, 1917 yılında Mısır 'da doğdu. 14 yaşında İngiliz Komünist Partisi’ne üye olan Hobsbawm, Cambridge Üniversitesi'nde doktorasını yaptıktan sonra ve 1947’de Londra'da Birbeck Üniversitesi'nde ders vermeye başladı. 1946-1956 arasında Komünist Tarihçiler Grubu'nda yer alan yazar, 1956'da partiden ayrılan diğer üyelerden farklı olarak 1991’e kadar üyeliğini devam ettirdi.
Ünlü tarihçinin, 1960'lı yıllarda Marksizm ile ilgili kaleme aldığı makalelere yer verdiği son kitabı, 'How to Change the World' 2011 yılında yayımlanmıştı. 95 yaşında ölen yazarın Türkçe’de yayınlanan kitaplarından bazıları şöyle:“Sosyal İsyancılar”, “Devrim Çağı”, “Sermaye Çağı”, “İmparatorluk Çağı”, “Sanayi ve İmparatorluk”, “Sıradışı İnsan: Direniş, İsyan ve Caz ”, “Aşırılıklar Çağı: Kısa 20. Yüzyıl” (ajanslar)
Subscribe to:
Posts (Atom)