Elif Özer’in tezini
yansıttığı bu kitap belki de bir cumartesi sizi karamsarlığa
sürükleyebilecek bir kitap. Fakat aslında Elif hiçbir melodramaya
başvurmadan, çok profesyonel bir şekilde mülakatlarını yapmış (hepsi
derinlemesine görüşme ve kimi zaman da birden fazla aynı kişiyle
görüşmüş) ve bize başka hiçbir yerde elde edemeyeceğimiz bilgileri
sunmuş. Bu sırada da isim belirtmemeye, eski Sovyet ülkelerinden gelen
göçmenlerin kasabalarının adını vermemeye özen göstermiş. Eğer göç
üzerine çalışıyorsanız ve Türkiye’ye göçü inceliyorsanız bu kitap
kesinlikle okunması gerekenler arasında. Çünkü büyük bir emek ve
açıkkalplilikle yazılmış. Duyarlılıkla araştırma yapılmış.
İnsan ticaretinin tanımını yapmakta
öncelikle fayda var. Burda insan ticaretinin Palermo Protokolü’ndeki
tanımından çok Elif’in yaptığı özet tanımı bir alıntıyla kullanmak
istiyorum:
‘İnsan ticareti, günümüzde artan şekilde
tanınmaya başlamış, küreselleşme ve kapitalizmle yakından ilişkili bir
insan hakları ihlalidir. İnsanların alınıp satılması, bir yerden başka
bir yere götürülmesi, tehdit ve baskı ile istemedikleri işlerde
çalışmaya zorlanmaları ve ‘gitmeleri’ne engel olunması gibi unsurlarlar
tanımlanan insan ticareti suçu, günümüzde uluslararası örgütler ve
devletlerin dış politika alanlarında genellikle ‘düzensiz göç’ ve
‘güvenliğe tehdit’ perspektifleriyle ele alınmaktadır.’
Nataşalar diyerek kategorize edilmiş,
yaftalanmış ve aşağılanmış kadınların hikayesi bu. İlk defa Savaş ve
Barış’ı okuduğumda Nataşa’ nın ana karakterin adı olduğunu öğrendiğimde,
bir hayli şaşırmıştım. Bu kadar güzel ve sık rastlanan ve aynı zamanda
en ünlü klasiklerden birinin ana karakteri olan Nataşa’yı biz nasıl da
kötü anlamlar içeren bir kelime haline getirmişiz diye düşündüm.
Elif, kitabında mağduriyetin kökeninin
sadece bir sebebe indirgenemeyeceğini, ki bu sebep genelde fakirlik
olarak kestirilip atılır, göstermiş. Kültürel yapılarla (ataerkil
toplum), neo-liberal devlet politikaları ile kısıtlayıcı göç
politikalarının iç içe geçmişliğini bu yaptığı incelemeyle gözler önüne
sermiş. Özbekistan ve Türkmenistan gibi ülkelerin geçirdiği dönüşümler
sonucu göçün bir yaşam mücadelesi stratejisi olarak tercih edilişinden
bahsetmiş. Bunu yaparken de bu insan ticareti ağların nasıl işlediğine
dair hayal edemeyeceğiniz detayları vermiş.
İnsan ticareti mağdur kadınların
‘kaçamıyor’ (kaçabilemiyorum, demişti mağdurlardan biri) oldukları bu
ağların akrabalardan, pezevenkten, tacir ve otel görevlileri ile
müşterilerden oluştuğunu, bir kadının hayatında başkalarına duyabileceği
güven duygusundan eser bırakmayacağını apaçık görüyoruz kitabı
okuyunca. İyileri yok mu var, yardım edenler yok mu, var fakat ilk
etapta o kadar sıkı bir ağ ki kadına istemediği her şeyi kabul ettiren
ve ona zamanla boyun eğdiren bir yapısı var bu düzenin. Bu kadınlar
ailelerini arayıp da ne iş yaptıklarını anlatmaktan ve kasabalarında hor
görülmekten korkuyorlar, bu nedenle de güvenli bir geri dönüş onlar
için çok zor bir seçenek. Her ne kadar annesini arayıp (müşterilerin
telefonlarından) durumlarını bildirseler de kaçmaları çok zor. Çünkü
sıkı kontrol altındalar. Bir de sınırdışı edilme ihtimalleri var ki bu
da bir daha göç edememek demek, onun yerine daha prestijli bir işe
geçmeye çalışıyorlar ama genelde bu kanallar kapalı oluyor. Kendi
rızasıyla bu işe kısa sürede para kazanmak için girişen kadınlar zamanla
borç altında bırakılıp mağdur hale getiriliyorlar.
Biraz metoddan bahsedecek olursak, 20-32
yaş aralığında olan 13 kadınla derinlemesine görüşmeler yapmış (her
birisiyle en az iki üç kez saatler süren görüşmeler). 2009 yılında
toplam 9 ay içinde gerçekleştirmiş hepsini. Mağdurların 7’si Özbek, 4’ü
Türkmenistanlı ve biri Kırgızistanlı biri de Moldovalı. Kimileri
Türkiye’ye annesiyle getiriliyor sonra anne geri gönderiliyor ve ‘bebek
bakıcılığı’ denilen işin aslında fuhuş olduğu ortaya çıkıyor. Kimileri
ise bilerek geliyorlar ama bazı ülkelerden çıkış zorluğu yaşandığından,
tacirlerden yardım alarak başka bir ülkeye götürülüp ordan uçağa
bindiriliyorlar ve tüm bunların onlara borç olarak geri döndüğü
söyleniyor kadınlara… Bu borcu öde, tamam özgürsün, deniyor. Ama ne borç
bitiyor ne de para birikiyor. Zamanla evine dönmeye, bir uçak parasına
razı gelen kadınlar kaçmaya kalkışıyorlar, kimi girişimler başarılı
olmuyor. Elif’in de dediği gibi fistanla evden çıkıp sonra kotla, kısa
ve boyanmış saçlarla eve dönmek demek yine kategorize edilmek, dışlanmak
ve suçlanmak demek.
Elif Özer, İnsan Kaynağını Geliştirme
Vakfı’nda çalıştığından 300 kadar mağdur ile karşılaştığını belirtiyor.
İKGV ve IOM (Uluslararası Göç Örgütü) mağdrularla yardım edebilecek
uzman personele ve bilgi birikimine sahip. Kolluk kuvvetlerine verilen
eğitimler de cabası. IOM’de çalıştığım sırada feminist perspektife sahip
olan Elif gibi bir sürü güçlü, yardımsever, emektar ve aynı zamanda
bilgili sosyal hizmet uzmanıyla tanıştım. Bu yüzden de deneyimimin çok
kıymetli olduğunu bu kitabı okuyunca bir daha anladım.
Kitabın basıldığı zaman 2012’de,
mağdurların yasal olarak 6 aylık korunma hakkı ve vize hakkı
bulunmaktaydı ve bu onlara herhangi bir yerde çalışma hakkı
tanımamaktaydı. Şu sırada Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu
(Türkiye’nin bir göç ülkesi olduğunu gözler önüne seren ve 2013’te kabul
edilen kanun) ile koruma süresi uzatıldı mı bilmiyorum. Fakat bu
yasadan sonra hakların daha iyi kullanıldığını umut ediyorum.
‘Bütün erkeklerimiz Rusya’da, bütün
kadınlarımız Dubai’de, Türkiye’de’ (mağdurlardan birisinin ifadesi).
Paramparça olan bir ekonomik yapıda kültürel değerler daha baskıcı hale
gelebiliyor, insanların işte o zaman göç etmekten başka çaresi olmuyor.
Genç ve dinamik olanlar, çalışmak ve çocuklarına para göndermek için
yola çıkıyorlar. Hayalleri kendi memleketlerinde bir ev almak ve sonra
kendi ayakları üzerinde durarak çocuklarına iyi bir gelecek sağlamak.
Kitap göçmenlerin hangi şartlarda
Türkiye’ye geldiklerini veya getirildiklerini çok iyi açıklamış. Kimi
‘kısır’lıktan dolayı boşandırılmış, kiminin kocası vefat etmiş, kiminin
kaynanası onu iş bulmaya zorlamış, kiminin eşi Moskova’da çalışıp
sakatlanınca çalışamaz olmuş. Kimisi ise göç edip kasabaya para getiren,
ev alan iyi örneklere bakarak ben de yapabilir miyim, diye düşünmüş. Bu
kadınlar öyle ya da böyle çalışmak zorundalar, kendi ayakları üzerinde
durmak zorundalar.
Her ne kadar göç deneyimi bir fırsat
olsa da insanı köleleştirebiliyor da. Yine de kadınların daha iyi
şartları arayışı veya içinde bulunduğu kötü şartlardan kaçış için
çabalaması bitmiyor. Dolayısıyla bu şekilde kendi hayatlarının öznesi
sayılmaktalar başlarına ne gelirse gelsin. Elif feminist perspektifin
içinde fuhuşa değişik yaklaşımları; İsveç’teki gibi fuhuşun talep
edilmesinin suç olması mı yoksa yasallaşması (yabancı kadınlar için)
daha mı iyi (çünkü böylece yeraltına itilmemiş oluyor, kadınların bazı
haklara sahip olması kolaylaşıyor) buna dair değişik görüşler var.
Kendisi burda net bir sonuca ulaşarak, bu daha iyidir, dememiş,
kadınların hikayelerinden yola çıkarak ikisine de uyabilecek öğeler
gördüğünü belirtmiş.
Onun kitabı sayesinde kimsenin
duymadıklarını duymuş ve görmüş olduk. Elbette kitapta gül bahçeleri
yok, acılar var, çaresizlikler var ama kadınların Türkçeyi kısa sürede
öğrenişi ve gözlemleri, hayatlarını anlatışları o kadar ilginç ki
acılardan çok onların özne olmaya devam ettiğini hissediyorsunuz.
Elbette Türkiye’ye batıdan gelen kadınla
doğudan gelen kadına aynı gözle bakılmıyor, burda yine gelişmiş
ülkelerden gelmenin nasıl bir statü farkı yarattığını ve bir yabancının
yabancılık raddesini belirlediğini görüyorsunuz. Elif bunu çok güzel bir
şekilde analiz etmiş.
Dostum Elif’in bu çalışması belki bizi
biraz karamsarlığa sürükleyebilir ama 170 sayfada nasıl bu kadar bilgiyi
bir arada analitik bir biçimde bulmak inanılmaz bir nimet, özellikle de
akademisyenler ve göç çalışanlar için. Ayrıca bu kitap kolluk
kuvvetlerinin okuması gereken bir kitap. Önemli olan gerçeklere biraz
daha yaklaşmak, bilgilenmek ve başkalarının acılarına bakarken insanları
‘Nataşa’ diye yargılarken bu oluşumların arkasında nasıl bir tarih,
nasıl bir kültürel yapı yattığını görmek. Bilmek yanmakmış, Cahit Sıtkı
Tarancı’nın söylediği gibi, ama bizi hafif ateşte kızartan bu kitap bir
anda yakmayacak tam tersine daha da olgunlaştıracak diye düşünüyorum.
Elif’in elini taşın altına elini sokup
bu araştırmayı yapması ve sonra tezini yayınlaması çok çok emek isteyen
bir şey, kendisi de bu gücü babasından aldığını söylüyor: ‘Bu kitabı
yazma gücü ise babamdan geldi. Yaşadığı sürece yerdeki çiçekten gökteki
kuşa ve insanlara iyiliği dokunmuş Zeki Özer’in kızı olmak dünyanın en
büyük gururu. Hayatım boyunca tarifsiz en büyük desteğim ve destekçim
olan biricik babamın sonsuz özlemiyle bu kitabı O’na ithaf ediyorum.’
(p. 12)
Ayizi Yayınları’nın bastığı bu kitabı herkese ama herkese tavsiye ediyorum.