Tuesday, May 26, 2015

Kimse Duymaz: Türkiye’de İnsan Ticareti Mağdurları Üzerine bir Araştırma, Elif Özer


 

By sahizer samuk, 24 Ocak 2015

Elif Özer’in tezini yansıttığı bu kitap belki de bir cumartesi sizi karamsarlığa sürükleyebilecek bir kitap. Fakat aslında Elif hiçbir melodramaya başvurmadan, çok profesyonel bir şekilde mülakatlarını yapmış (hepsi derinlemesine görüşme ve kimi zaman da birden fazla aynı kişiyle görüşmüş) ve bize başka hiçbir yerde elde edemeyeceğimiz bilgileri sunmuş. Bu sırada da isim belirtmemeye, eski Sovyet ülkelerinden gelen göçmenlerin kasabalarının adını vermemeye özen göstermiş. Eğer göç üzerine çalışıyorsanız ve Türkiye’ye göçü inceliyorsanız bu kitap kesinlikle okunması gerekenler arasında. Çünkü büyük bir emek ve açıkkalplilikle yazılmış. Duyarlılıkla araştırma yapılmış.
İnsan ticaretinin tanımını yapmakta öncelikle fayda var. Burda insan ticaretinin Palermo Protokolü’ndeki tanımından çok Elif’in yaptığı özet tanımı bir alıntıyla kullanmak istiyorum:
‘İnsan ticareti, günümüzde artan şekilde tanınmaya başlamış, küreselleşme ve kapitalizmle yakından ilişkili bir insan hakları ihlalidir. İnsanların alınıp satılması, bir yerden başka bir yere götürülmesi, tehdit ve baskı ile istemedikleri işlerde çalışmaya zorlanmaları ve ‘gitmeleri’ne engel olunması gibi unsurlarlar tanımlanan insan ticareti suçu, günümüzde uluslararası örgütler ve devletlerin dış politika alanlarında genellikle ‘düzensiz göç’ ve ‘güvenliğe tehdit’ perspektifleriyle ele alınmaktadır.’
Nataşalar diyerek kategorize edilmiş, yaftalanmış ve aşağılanmış kadınların hikayesi bu. İlk defa Savaş ve Barış’ı okuduğumda Nataşa’ nın ana karakterin adı olduğunu öğrendiğimde, bir hayli şaşırmıştım. Bu kadar güzel ve sık rastlanan ve aynı zamanda en ünlü klasiklerden birinin ana karakteri olan Nataşa’yı biz nasıl da kötü anlamlar içeren bir kelime haline getirmişiz diye düşündüm.
Elif, kitabında mağduriyetin kökeninin sadece bir sebebe indirgenemeyeceğini, ki bu sebep genelde fakirlik olarak kestirilip atılır, göstermiş. Kültürel yapılarla (ataerkil toplum), neo-liberal devlet politikaları ile kısıtlayıcı göç politikalarının iç içe geçmişliğini bu yaptığı incelemeyle gözler önüne sermiş. Özbekistan ve Türkmenistan gibi ülkelerin geçirdiği dönüşümler sonucu göçün bir yaşam mücadelesi stratejisi olarak tercih edilişinden bahsetmiş. Bunu yaparken de bu insan ticareti ağların nasıl işlediğine dair hayal edemeyeceğiniz detayları vermiş.
İnsan ticareti mağdur kadınların ‘kaçamıyor’ (kaçabilemiyorum, demişti mağdurlardan biri) oldukları bu ağların akrabalardan, pezevenkten, tacir ve otel görevlileri ile müşterilerden oluştuğunu, bir kadının hayatında başkalarına duyabileceği güven duygusundan eser bırakmayacağını apaçık görüyoruz kitabı okuyunca. İyileri yok mu var, yardım edenler yok mu, var fakat ilk etapta o kadar sıkı bir ağ ki kadına istemediği her şeyi kabul ettiren ve ona zamanla boyun eğdiren bir yapısı var bu düzenin. Bu kadınlar ailelerini arayıp da ne iş yaptıklarını anlatmaktan ve kasabalarında hor görülmekten korkuyorlar, bu nedenle de güvenli bir geri dönüş onlar için çok zor bir seçenek. Her ne kadar annesini arayıp (müşterilerin telefonlarından) durumlarını bildirseler de kaçmaları çok zor. Çünkü sıkı kontrol altındalar. Bir de sınırdışı edilme ihtimalleri var ki bu da bir daha göç edememek demek, onun yerine  daha prestijli bir işe geçmeye çalışıyorlar ama genelde bu kanallar kapalı oluyor. Kendi rızasıyla bu işe kısa sürede para kazanmak için girişen kadınlar zamanla borç altında bırakılıp mağdur hale getiriliyorlar.

Biraz metoddan bahsedecek olursak, 20-32 yaş aralığında olan 13 kadınla derinlemesine görüşmeler yapmış (her birisiyle en az iki üç kez saatler süren görüşmeler). 2009 yılında toplam 9 ay içinde gerçekleştirmiş hepsini. Mağdurların 7’si Özbek, 4’ü Türkmenistanlı ve biri Kırgızistanlı biri de Moldovalı. Kimileri Türkiye’ye annesiyle getiriliyor sonra anne geri gönderiliyor ve ‘bebek bakıcılığı’ denilen işin aslında fuhuş olduğu ortaya çıkıyor. Kimileri ise bilerek geliyorlar ama bazı ülkelerden çıkış zorluğu yaşandığından, tacirlerden yardım alarak başka bir ülkeye götürülüp ordan uçağa bindiriliyorlar ve tüm bunların onlara borç olarak geri döndüğü söyleniyor kadınlara… Bu borcu öde, tamam özgürsün, deniyor. Ama ne borç bitiyor ne de para birikiyor. Zamanla evine dönmeye, bir uçak parasına razı gelen kadınlar  kaçmaya kalkışıyorlar, kimi girişimler başarılı olmuyor. Elif’in de dediği gibi fistanla evden çıkıp sonra kotla, kısa ve boyanmış saçlarla eve dönmek demek yine kategorize edilmek, dışlanmak ve suçlanmak demek.
Elif Özer, İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı’nda çalıştığından 300 kadar mağdur ile karşılaştığını belirtiyor. İKGV ve IOM (Uluslararası Göç Örgütü) mağdrularla yardım edebilecek uzman personele ve bilgi birikimine sahip. Kolluk kuvvetlerine verilen eğitimler de cabası. IOM’de çalıştığım sırada feminist perspektife sahip olan Elif gibi bir sürü güçlü, yardımsever, emektar ve aynı zamanda bilgili sosyal hizmet uzmanıyla tanıştım. Bu yüzden de deneyimimin çok kıymetli olduğunu bu kitabı okuyunca bir daha anladım.
Kitabın basıldığı zaman 2012’de, mağdurların yasal olarak 6 aylık korunma hakkı ve vize hakkı bulunmaktaydı ve bu onlara herhangi bir yerde çalışma hakkı tanımamaktaydı. Şu sırada Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (Türkiye’nin bir göç ülkesi olduğunu gözler önüne seren ve 2013’te kabul edilen kanun) ile koruma süresi uzatıldı mı bilmiyorum. Fakat bu yasadan sonra hakların daha iyi kullanıldığını umut ediyorum.
‘Bütün erkeklerimiz Rusya’da, bütün kadınlarımız Dubai’de, Türkiye’de’ (mağdurlardan birisinin ifadesi). Paramparça olan bir ekonomik yapıda kültürel değerler daha baskıcı hale gelebiliyor, insanların işte o zaman göç etmekten başka çaresi olmuyor. Genç ve dinamik olanlar, çalışmak ve çocuklarına para göndermek için yola çıkıyorlar. Hayalleri kendi memleketlerinde bir ev almak ve sonra kendi ayakları üzerinde durarak çocuklarına iyi bir gelecek sağlamak.


Kitap göçmenlerin hangi şartlarda Türkiye’ye geldiklerini veya getirildiklerini çok iyi açıklamış. Kimi ‘kısır’lıktan dolayı boşandırılmış, kiminin kocası vefat etmiş, kiminin kaynanası onu iş bulmaya zorlamış, kiminin eşi Moskova’da çalışıp sakatlanınca çalışamaz olmuş. Kimisi ise göç edip kasabaya para getiren, ev alan iyi örneklere bakarak ben de yapabilir miyim, diye düşünmüş. Bu kadınlar öyle ya da böyle çalışmak zorundalar, kendi ayakları üzerinde durmak zorundalar.
Her ne kadar göç deneyimi bir fırsat olsa da insanı köleleştirebiliyor da. Yine de kadınların daha iyi şartları arayışı veya içinde bulunduğu kötü şartlardan kaçış için çabalaması bitmiyor. Dolayısıyla bu şekilde kendi hayatlarının öznesi sayılmaktalar başlarına ne gelirse gelsin. Elif feminist perspektifin içinde fuhuşa değişik yaklaşımları; İsveç’teki gibi fuhuşun talep edilmesinin suç olması mı yoksa yasallaşması (yabancı kadınlar için) daha mı iyi (çünkü böylece yeraltına itilmemiş oluyor, kadınların bazı haklara sahip olması kolaylaşıyor) buna dair değişik görüşler var. Kendisi burda net bir sonuca ulaşarak, bu daha iyidir, dememiş, kadınların hikayelerinden yola çıkarak ikisine de uyabilecek öğeler gördüğünü belirtmiş.
Onun kitabı sayesinde kimsenin duymadıklarını duymuş ve görmüş olduk. Elbette kitapta gül bahçeleri yok, acılar var, çaresizlikler var ama kadınların Türkçeyi kısa sürede öğrenişi ve gözlemleri, hayatlarını anlatışları o kadar ilginç ki acılardan çok onların özne olmaya devam ettiğini hissediyorsunuz.
Elbette Türkiye’ye batıdan gelen kadınla doğudan gelen kadına aynı gözle bakılmıyor, burda yine gelişmiş ülkelerden gelmenin nasıl bir statü farkı yarattığını ve bir yabancının yabancılık raddesini belirlediğini görüyorsunuz. Elif bunu çok güzel bir şekilde analiz etmiş.
Dostum Elif’in bu çalışması belki bizi biraz karamsarlığa sürükleyebilir ama 170 sayfada nasıl bu kadar bilgiyi bir arada analitik bir biçimde bulmak inanılmaz bir nimet, özellikle de akademisyenler ve göç çalışanlar için. Ayrıca bu kitap kolluk kuvvetlerinin okuması gereken bir kitap. Önemli olan gerçeklere biraz daha yaklaşmak, bilgilenmek ve başkalarının acılarına bakarken insanları ‘Nataşa’ diye yargılarken bu oluşumların arkasında nasıl bir tarih, nasıl bir kültürel yapı yattığını görmek. Bilmek yanmakmış, Cahit Sıtkı Tarancı’nın söylediği gibi, ama bizi hafif ateşte kızartan bu kitap bir anda yakmayacak tam tersine daha da olgunlaştıracak diye düşünüyorum.
Elif’in elini taşın altına elini sokup bu araştırmayı yapması ve sonra tezini yayınlaması çok çok emek isteyen bir şey, kendisi de bu gücü babasından aldığını söylüyor: ‘Bu kitabı yazma gücü ise babamdan geldi. Yaşadığı sürece yerdeki çiçekten gökteki kuşa ve insanlara iyiliği dokunmuş Zeki Özer’in kızı olmak dünyanın en büyük gururu. Hayatım boyunca tarifsiz en büyük desteğim ve destekçim olan biricik babamın sonsuz özlemiyle bu kitabı O’na ithaf ediyorum.’ (p. 12)
Ayizi Yayınları’nın bastığı bu kitabı herkese ama herkese tavsiye ediyorum.