Sevişmenin bir
nevi ibadete dönüştüğü, insanın dünyanın özünü, hayatın titreşimini yakaladığı
ve kendinden bağımsız bir insanla bir olduğunu hissettiği zamanlar, çoğu zaman
günlük konuşmalardan çok daha fazla muhabbet içerir
Reşit
Haber: KARİN
KARAKAŞLI
15-16 denilen
yaşların en zorlu yanıdır reşit olamamak. Artık sığışılacak bir çocukluk yok,
hormonlar teyakkuzda. Sivilce, utangaçlık ve cüret karışımı bir bombasın.
Herkese de patlayabilirsin çünkü anlayan yok. Sakız gibi uzayan gecelerde sanki
başka bir gezegende gibisin, hani şu Küçük Prens’in kainatında. Bir başına.
Ayağının altında kraterler ve içinde tarifsiz bir keder. Sözlerin kayıp. O
yüzden içinde hapsolan coşkular, öfke nöbeti olarak en sevdiklerine patlıyor.
Oysa sen asıl demek istediklerini, esas ulaşmak istediklerine bir türlü
söyleyememiş oluyorsun.
Bu ergen
cehenneminde bir vahadır 18 yaş. Reşit olacaksın ya, yasa önünde insandan
sayılacağını sanırsın. Şu yetişkinlerin hayatına adım attığın gibi geride
kalacaktır yaşama ıstırabı. Oysa elbet en büyük yanılsamalardan biridir bu;
büyüdüğünde hiçbir şeye ‘yetişmiş’ olmazsın, tersine bir de eğer dikkat etmezsen o ergen coşkunu, çocuk
sevincini yitirirsin. Durgun bir su gibi kalakalırsın.
Devlet Baba
işbaşında
Önce birkaç görece
yenilikle oyalanırsın belki 18’inde. Ne de olsa oy kullanabiliyor, ayrı eve
çıkabiliyor, ehliyet alabiliyor, istediğinle evlenebiliyorsun hesapta. Ha
tercih edecek seçenek, geçinecek para, kullanacak araba, süregiden ilişki
yokmuş, o ayrı mesele! Ama o da ne? Meğer Devlet Baba sahneye çıkınca, o koca
koca yetişkinlerin hepsi rüştünü ispatlayamamış küçük birer çocuk muamelesi
görebiliyormuş. Vatandaştan daha bebesi yokmuş!
Malumunuz, sigara
paketlerinin üzerinde bir zamanlar tek cümlelik “Sigara sağlığa zararlıdır”
ibaresi yer alırdı. Tütün kullananlar bunun zararını bilirler ve sorumluluğunu
alırlardı. Sonra sigara paketlerinin tamamını kaplayan garip resim ve uyarılar
belirdi. Hani neredeyse hangi uyarıyı canınız çekiyorsa, ona uygun paketi satın
alma şansınız
var. Ben yatakta birbirilerine hafif yan dönmüş olarak mutsuz ifadeyle oturan
ve “Sigara kısırlığa neden olur” ibareli olanıyla çok eğleniyorum mesela. Ve bu
slogan ile resmin nasıl olup da ‘muzır’ bulunmadığını anlayamıyorum. Oysa kült edebiyat
kitaplarına porno ürünü, çevirmen ve yayıncılarına da sapık muamelesi yapılan
bir dönemden geçiyoruz.
Reşit olamayan
vatandaşını sigaradan korumaya kararlı erkin, en müthiş icraatlarından biri de
filmlerde oyuncuların ağızlarına yerleştirilen balon ve çiçekler. Sinema
sanatına hakaret, sizin izleyici haklarınıza tecavüz falan, tali ayrıntılar bu
bağlamda. Maksat, siz maymun gibi gördüğünüzü taklit etmeyin ve o sigarayı
içmeyin. Benzeri tedbirler buzlanan içki şişeleri ve tıpkı sigara paketleri gibi
özgün uyarılarla donatılması beklenen yeni şişe ambalajları için de geçerli.
Sevişmek güzeldir!
Ha bir de şu kadın
ile erkeğin sevişmesi meselesi var. Sevişmenin bir nevi ibadete dönüştüğü,
insanın dünyanın özünü, hayatın titreşimini yakaladığı ve kendinden bağımsız
bir insanla bir olduğunu hissettiği zamanlar, çoğu zaman günlük konuşmalardan
çok daha fazla muhabbet içerir. Orda ruhlar çözülür, hakikat dile gelir. Ama
işte sadece beden, sadece uzuv görenler için o et parçalarının da elbet
buzlanması gerekir. Sonuçta elimizde kopuk birkaç parça görüntü kalır, ki bu
kopukluk bize dayatılan hayatın da özeti gibidir.
Cısss yasaklar,
zapturapt uygulamaları kervanına hosteslere getirilen (ve geçen perşembe
kaldırıldığı açıklanan) ‘kırmızı ruj’ yasağı da eklendi. Elbette kurumsal
kimlik olarak THY ’nin kendi şirket kurallarını belirleme hakkı var ancak
düzenleme için yapılan “kırmızı ruj ve ojenin görsel bütünlüğü bozduğu”
açıklaması da haliyle bir miktar havada kalıyordu.
Kırmızı kadına
yakışır
Üzerine bir de Ulaştırma
Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım’ın konuya ilişkin “Kırmızı
güzel bir renk. Ay yıldızlı bayrağımızın rengi” şeklindeki beyanı eklenince,
durum daha da vahim bir hal alıyor. Kırmızı elbette çok güzel bir renk. Ama
akla ilk gelen imge neden bayraktır acaba?
Kırmızı denince
ben kadını görürüm. Şu Flamenko yapan, dansı boyunca kendiyle başlayan kendiyle
sonlanan kadını. II. Dünya Savaşı döneminin soluk yüzlü, endişeli ama vakur
kadınlarını sonra... Kendini kötü, hasta, çirkin hisseden kadın çareyi renkte
bulur. Şöyle canlı tonlarda bir şal atar üzerine, azıcık rimel ve inadına koyu
bir ruj sürer. Rujun, kıyafetin ve benzerinin basit mi asil mi algılanacağı ise
tamamen beden dilinin hadisesidir.
Hayatın içinde her
şey var. Hata yapmanın öğreticiliği ise bin tane didaktik uyarıya bedel. O
hatayı sen işlemişsin bir kere, için acımış. Dersini çıkarmış, içindeki aciz ve
güçlü yanlarla, tutkuların ve zaaflarınla karşılamışsın. Bundan öte ders,
bundan kıymetli müfredat var mı?
Onca garip düzgünleştirme
harekatının içinde inat diye İngiliz alternatif müzisyenlerinden PJ Harvey’e
sığındım bu yüzden. 1995 tarihli ‘Down by the Water’ şarkısının klibinde, genç
kadını kıpkırmızı saten bir elbise ve yine kıpkırmızı rujla boyalı koca
dudaklarıyla şarkısını söylerken izleriz. Uzun tırnakları da kırmızı ojelidir
ve ayağında lame topuklu ayakkabılar vardır. PJ Harvey, kâh döner platformda
ritmin ta kendisi halinde dans eder, kâh kendisini sulara bırakır. Ne de olsa
şarkı da kızını nehirde boğan ve bir daha hiç göremeyecek bir anne hakkındadır!
Ve belki o kadın kendi içindeki kızı öldürmüştür aslında. Nakaratlarda da küçük
ve büyük balıklardan kızını geri ister. Tam şok tedavi! Mis gibi bir cadılık
hikâyesi.
Davet hepimize
Kadının cadı
yanını yok etmeye kalkmamalı. Pagan dönemden miras büyük bir servettir o.
Dahası tıpkı kadının içindeki eril yan gibi, erkeğin içindeki dişi olarak da
belirleyicidir. Pek lazımdır hepimize. Reşit olanlarımızı kendini akışa
bırakmaya, iç güdülerine güvenmeye davet eder. Coşmaya, dans etmeye, zevk
almaya, hayatı teninde, ruhunda hissetmeye. Şarkı söylemeye, aynı anda ağlamaya
ve gülmeye. Ve bilir misiniz, bu ‘isteri’ daveti hepimize. Reşit değil birey
olabilelim diye.