Tuesday, May 21, 2013

Oryantalizm karşısında çaresizlik


Oryantalizm karşısında çaresizlik
İkbal Zeynep Dursunoğlu

YDH- Avrupa’daki Müslüman bir öğrencinin, yaşadığı çifte yalnızlığa dair notlar.


YDH-Avrupa’daki Müslüman bir öğrencinin, yaşadığı çifte yalnızlığa dair notlar.
Ben ülkemi seviyorum. toprağını, suyunu, göğünü, insanlarını, kokusunu, dillerini seviyorum; fakat ülkem de beni seviyor mu? Ben ülkemi her şeyiyle savunabiliyor muyum?
Geçen derste Avrupa, Amerika ve Afrika’da insan haklarını koruma sistemlerinden bahsedildikten sonra İslam’da insan hakları konusunda geldiğimizde Yunanlı bir çocuk çıkıp İslam’ın barışçıl bir din olmadığından; çünkü İslam’da cihad kavramı olduğundan ve Müslümanlara göre müslüman olmayan herkesin düşman sayıldığından dem vurdu.
Bunun böyle olmadığını açıklamaya çalıştım, araya beni destekleyen bir kız daha girince çocuk oldukça bariz bir örnek olarak gördüğünden şu soruyu sordu: “Avrupa topraklarında bir müslüman kadın istediği gibi gezip dolaşabilir, başörtüsünü çıkarması için kimse ona baskı kurmaz. -bu noktada kız onun lafını bölüp Fransa örneğini verince ‘Fransa hariç tüm Avrupa ülkelerinde’ diyerek düzeltmek zorunda kaldı, bu yasaktan haberi yokmuş; ama bunu duyduğuna memnun olduğunu da belirtmeden edemedi- ama mesela benim kız arkadaşım Ankara’ya gitse kendi kimliğiyle dolaşabilir mi, mini etek giyebilir mi?”
O topluluk içinde bulunan iki üç müslüman açısından, kız arkadaşının herhangi bir müslüman ülkede çarşaf giymeye zorlanacağını düşünen çocuğun muazzam cahilliği ortaya çıkmıştı; fakat dersin başında başörtümden dolayı ülkemde iş bulma kaygısını yoğun yaşadığımdan bahsetmiş olmama rağmen diğer on beş yirmi kişinin kafasında bu soru ciddiyetini gayet güçlü bir şekilde koruyordu.
Sorduğu örnekler olan Türkiye’de de, Mısır’da da, aslında hemen hemen bütün müslüman ülkelerde de kadınların istediği şeyi giymekte serbest olduğunu haykırdık. Tartışma bununla kalmadı, devam etti, çıkışta konuştuğum İtalyan kızın söylediklerine bakılırsa iyi de olmuştu, böyle tartışmalar sayesinde Avrupalılar önyargılarını kırmış oluyorlardı.
Tartışmanın heyecanı içinde sonucun gerçekten o tarafa meyledip etmediğinden emin değilim; fakat öyleyse bile benim açımdan acı bir tecrübe oldu.
Çocuğun ortaya attığı argümanlar son derece asılsız ve yer yer komikti, zaten böylesine özgüvenle tartışırken ne Kur’an’dan bir şey okumuş ne de herhangi bir Ortadoğu ülkesinde bulunmuş olmadığını itiraf etmesi gerekti. Tek kaynağı duyduğu ve çok güvendiği bazı “hikayelerdi”, fakat iki üç Türk öğrenciyle yaptığı konuşmalar dışında İslam’a dair hiçbir bilgisi olmayan hocamız da dahil orada bulunan herkes için bu argümanlar o kadar ciddiydi ki aksini kanıtlamak zorundaydık.
Bununla uğraşırken aslında Avrupa’nın da düşündükleri kadar özgürlükçü bir yer olmadığını, aslında Polonya’nın sokaklarında gönlümce rahat rahat yürüyemediğimi çünkü sokakta, tramvayda, otobüste, lokantalarda sürekli gözünü dikip suratıma bakan insanlar yüzünden kendimi garip hissettiğimi söylemek aklıma gelmedi.
Ya da Avrupa’da sürekli yaşayan müslüman toplulukların gittikçe yükselen islamofobi yüzünden çektikleri sıkıntılardan, Amerika’da müslüman toplulukların arasına onları izlemek için sokulan casuslardan, havaalanında beş dakika boyunca başörtümü didik didik arayan güvenlik görevlisinin potansiyel teröristmişim gibi davranmasından da bahsedemedim.
Ya da tartışma esnasında ben de dahil herkesçe yerden yere vurulan Suudi Arabistan ve onun gibi rant devleti olarak varlığını sürdüren monarşilerin, Ürdün, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’ın varlıklarını ve baskıcı rejimlerini devam ettirebilmelerini Avrupa Birliği ve ABD’ye borçlu olduklarını, “Arap Baharı” denen süreçte Bahreynli protestocular Suudi Arabistan’ın gönderdiği orduyla ezilip giderken ne Türkiye’den ne Avrupa’dan bir ses çıkmadığını, o esnada bunların hepsinin her şeye rağmen değişmek zorunda olduğunun zaten farkında olan bir başka diktatörlüğü -yalnız Batılı blokun karşısında yer alan bir diktatörlüğü- devirip ülkede iç savaş çıkarmak için elbirliğiyle çırpınmakla meşgul olduklarından da bahsedemedim.
Çünkü kendi ülkemi veya diğer müslüman ülkeleri savunmak aslında oldukça zordu, çünkü mesele daima kadın üzerinden konuşuluyor ve daha bu dersin başında arkadaş Türkiye’de kadın haklarıyla ilgili bir sunum yaparak vaziyetin ne kadar rezil bir halde olduğunu ortaya sermişti.
Son on yılda kadın cinayetlerinin yüzde bin dört yüz arttığını, kadınların yüzde ellisinin aile içi şiddete maruz kaldığını ve yüzde yetmişlik çalışan erkek oranına karşı çalışan kadınların yüzde otuzda kaldığını ifade etmişti.
En azından on üç yaşında bir çocuğun yirmi altı kişiyle kendi isteğiyle cinsel ilişkiye girebileceğini düşünen bir yargı sistemimiz olduğundan haberleri olmadı. Ya da diğer bütün o korkunç davalardan. Ortadoğu’nun diğer ülkelerinden de çok daha iyi bir manzara çıkacağını sanmıyorum açıkçası. Avrupa ve kuzey Amerika’da vitrin süslüyken kadınların orada da gerçekten erkeklerle eşit olmaması, şiddet ve yaşamın her alanında adaletsizlikle birlikte hakim olan korkunç cinsel sömürü, bizdeki rezaleti örtmüyor ya da meşru kılmıyor.
Bir de yurda dönerken kapının önünde karşılaşıp tanıştığım Türk öğrenciye sıkıntıyla sınıftaki olaydan biraz bahsedince son derece sakin bir şekilde verdiği cevap beni iyice sersemletti.
Geçenlerde Yunanlı birisiyle tanışmış, Yunanlı olduğunu öğrenince dövmüş. “Neden?” dedim şaşkınlıkla. “Ben biraz milliyetçiyim de”, dedi.
Başka bir şey konuşmamışlar zaten, karşıdaki Yunanlıyım demiş, bu da siz fakirsiniz siz şöylesiniz, böylesiniz deyip dövmüş. O kadar sakin ve rahattı ki bir tepki veremeden içeri girdim.
Bizim ülkemiz biraz ataerkil olduğu kadar biraz da milliyetçidir çünkü. Gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler, öğrenciler etnik kimliklerinden ya da düşüncelerinden dolayı cezaevlerinde ömür çürütür, otuz dört kişi yanlışlıkla bombalanır, insanlar fikirlerinden dolayı durduk yere öldürülür. sonra yurtta İstanbul’daki bir arkadaşımla konuştum, bana okulda islamcı geçinen bazı grupların son zamanlarda dağıtmaya başladığı garip bildirilerden bahsetti. şu gibi bildiriler bunlar.
Kısacası boğuluyorum. Bu dünya beni boğuyor. İnsanların cehaleti beni boğuyor.
Bir zamanlar Madagaskar’da sömürge yönetiminde çalışan Fransız askerlerinin kurdukları çocuk esirgeme kurumunda beyaz insan çalıştıramadıkları için yerel halktan insanları çalıştırdıklarını öğrenince ilgisini en çok celbeden nokta “ama tabii ‘küresel güney’de insanların STK anlayışı da buradakinden farklı oluyor, acaba gelen yardımların yerel çalışanlar tarafından kısmen cebe indirilmesinin ya da rüşvetin önüne nasıl geçiyorlar?” olan hocanın yıllarca gidip milleti sömürmüş olan Fransız subaylarını altın kalpli görüp Afrikalıları kendi halkından yetim çocukların parasını tırtıklayacak tıynette bulan hayal gücü beni bunaltıyor.
Asya’yı, Afrika’yı, Ortadoğu’yu, Latin Amerika’yı topluca bünyesinde barındırıp bir kefeye koyan bu “küresel güney” lafı beni boğuyor. Dünyanın geri kalanını salak, geri kalmış, çıkarcı, dar kafalı gören Eurocentrism’in yanında daha anlayışlı olmakla birlikte kalkınamamamışlığın ve fakirliğin suçunu yine de pazarlarını Batı’ya yeterince açmadığı için üçüncü dünya ülkelerinde bulan kalkınmacı modernist zihniyet beni boğuyor.
Fakat bir yandan bu imajı haklı çıkarmak için elinden geleni yapan diğer halklar da beni boğuyor. küçük hesaplar peşine düşen ya da yeni bir sömürge imparatorluğu olarak yükselmeye hazırlanan, halkının ucuz işgücü olarak köle gibi çalıştırılmasına göz yuman, çevresinin çokuluslu şirketlerce kirletilmesine rıza gösteren, işbirlikçi, yalaka hükümetler ve hakkının peşine düşmeyen, ezilmeye razı, sorgulamayan, kendi arasında birbirine düşen, toplu bir hareket oluşturmaktan aciz, egosunu elinin altındaki kadını, çocuğu, güçsüzü ezerek tatmin eden halklar beni boğuyor.
Evet bunaldım.