Thursday, May 30, 2013

Canan Arın'a Dünyadan 85 Kadın Örgütü Destek Verdi

 
 Peygamber ve Cumhurbaşkanı Gül'e hakaret ettiği" iddiasıyla yargılanan Mor Çatı kurucusu avukat Canan Arın’a destek veren örgütler, “Bu dava erkek şiddeti ile mücadeleyi yargılıyor” dedi.
İstanbul - BİA Haber Merkezi
27 Mayıs 2013, Pazartesi
“Peygamber ve Cumhurbaşkanı Gül'e hakaret ettiği" iddiasıyla beş yıla kadar hapis istemiyle yargılanan avukat Canan Arın’a 31 ülkeden 85 kadın örgütünden destek geldi.
Mor Çatı kurucularından Arın’a destek veren örgütler, “Bu dava erkek şiddeti ile mücadeleyi yargılıyor” dedi.

Ne olmuştu?

Antalya Barosu’nun 3- 4 Aralık 2011’de düzenlediği ‘Kadına Yönelik Şiddet ve Kadın Hakları Hukuku’ konulu eğitim seminerinde meslektaşlarına yönelik bir konuşma yapan Arın, erken yaşta evliliklerin Türkiye’de tarih boyunca çok yaygın olduğunu anlatırken, Muhammed peygamber ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün evliliklerini örnek vermişti.
Toplantıda bulunmayan bir grup erkek avukat ise Arın hakkında “İslam peygamberine hakaret edildiği” iddiasıyla suç duyurusunda bulunmuş, “Müslüman” olmaları gerekçesiyle yaptıkları müdahillik talebi mahkeme tarafından kabul edilmişti.
Galatasaray Üniversitesi ve Yeditepe Üniversitesi`nden akademisyenler ile Prof. Dr Nur Centel’in ayrı ayrı hazırladıkları mütalaada suç unsurunun gerçekleşmediği ifade edildi.  

“Erken evlilikler konusunda ifade özgürlüğü, mücadelenin parçası”

Türkiye’deki kadın örgütlerinin yanı sıra Afganistan, Avustralya, Bangladeş, Hindistan, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Mozambik, Pakistan, Nijerya, Senegal, Amerika, İngiltere, Zimbabve gibi 31 ülkeden, 85 kadın örgütü, davayı uluslararası kamuoyunda gündeme getirirken, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e hitaben bir de mektup yazdı.
Mektupta erken yaşta evlilikler konusunda ifade özgürlüğünün mücadelenin bir parçası olduğu belirtildi:
“Erken yaşta evlilikler artık tüm dünyada şiddet olarak tanımlanmakta, erken yaşta gebelik kız çocuklarının ölümlerine neden olmaktadır. Bizler bir şiddet biçimi olan erken yaşta evliliklere karşı duyarlılık yaratmak için mücadele ediyoruz. Erken yaşta evlilikler konusundaki ifade özgürlüğünü ise bu mücadelenin ayrılmaz bir parçası olarak görüyoruz. Artık dünyadaki devlet liderleri erken yaşta evlilikler konusunda konuşuyor. Türkiye devletini bölgede erken yaşta evlilikler konusunda mücadele eden önemli bir devlet olarak kadın örgütleri ile birlikte çalışmaya, erken yaşta evlilikler ile ilgili ifade özgürlüğünü tanımaya ve bu konuda konuşulmasını sağlamaya çağırıyoruz.”
Davanın üçüncü celsesi 30 Mayıs 2013 günü Antalya 18. Asliye Ceza Mahkemesinde saat 10.30’da görülecek. (ÇT)

Friday, May 24, 2013

Pınar Selek'e Esmeray desteği

Pınar Selek'e Esmeray desteği
Tiyatro oyuncusu Esmeray, sosyolog Pınar Selek ’e yeni oyunu ‘Bizim Atölye’yle destek veriyor. ‘Cadının Bohçası’, ‘Yırtık Bohça’ oyunlarıyla tanınan oyuncu, bu kez izleyicileri Selek’in her biri farklı dışlama mekanizmasından etkilenen insanlarla ortaklaşa yürüttüğü ‘Sokak Sanatçıları Atölyesi’ zamanlarına götürüyor.
‘Bizim Atölye’ sokaktan toplanan çöplerin dönüştürülüp tekrar sokağa geri kazandırıldığı, diğer yandan da tiyatro gösterileri, dergi çalışmalarının yapıldığı ve katılanların dönüşümünün hikâyesi aynı zamanda. Oyunun galası ise yarın akşam saat 20.00’de Tütün Deposu’nda gerçekleştirilecek.

Tuesday, May 21, 2013

Oryantalizm karşısında çaresizlik


Oryantalizm karşısında çaresizlik
İkbal Zeynep Dursunoğlu

YDH- Avrupa’daki Müslüman bir öğrencinin, yaşadığı çifte yalnızlığa dair notlar.


YDH-Avrupa’daki Müslüman bir öğrencinin, yaşadığı çifte yalnızlığa dair notlar.
Ben ülkemi seviyorum. toprağını, suyunu, göğünü, insanlarını, kokusunu, dillerini seviyorum; fakat ülkem de beni seviyor mu? Ben ülkemi her şeyiyle savunabiliyor muyum?
Geçen derste Avrupa, Amerika ve Afrika’da insan haklarını koruma sistemlerinden bahsedildikten sonra İslam’da insan hakları konusunda geldiğimizde Yunanlı bir çocuk çıkıp İslam’ın barışçıl bir din olmadığından; çünkü İslam’da cihad kavramı olduğundan ve Müslümanlara göre müslüman olmayan herkesin düşman sayıldığından dem vurdu.
Bunun böyle olmadığını açıklamaya çalıştım, araya beni destekleyen bir kız daha girince çocuk oldukça bariz bir örnek olarak gördüğünden şu soruyu sordu: “Avrupa topraklarında bir müslüman kadın istediği gibi gezip dolaşabilir, başörtüsünü çıkarması için kimse ona baskı kurmaz. -bu noktada kız onun lafını bölüp Fransa örneğini verince ‘Fransa hariç tüm Avrupa ülkelerinde’ diyerek düzeltmek zorunda kaldı, bu yasaktan haberi yokmuş; ama bunu duyduğuna memnun olduğunu da belirtmeden edemedi- ama mesela benim kız arkadaşım Ankara’ya gitse kendi kimliğiyle dolaşabilir mi, mini etek giyebilir mi?”
O topluluk içinde bulunan iki üç müslüman açısından, kız arkadaşının herhangi bir müslüman ülkede çarşaf giymeye zorlanacağını düşünen çocuğun muazzam cahilliği ortaya çıkmıştı; fakat dersin başında başörtümden dolayı ülkemde iş bulma kaygısını yoğun yaşadığımdan bahsetmiş olmama rağmen diğer on beş yirmi kişinin kafasında bu soru ciddiyetini gayet güçlü bir şekilde koruyordu.
Sorduğu örnekler olan Türkiye’de de, Mısır’da da, aslında hemen hemen bütün müslüman ülkelerde de kadınların istediği şeyi giymekte serbest olduğunu haykırdık. Tartışma bununla kalmadı, devam etti, çıkışta konuştuğum İtalyan kızın söylediklerine bakılırsa iyi de olmuştu, böyle tartışmalar sayesinde Avrupalılar önyargılarını kırmış oluyorlardı.
Tartışmanın heyecanı içinde sonucun gerçekten o tarafa meyledip etmediğinden emin değilim; fakat öyleyse bile benim açımdan acı bir tecrübe oldu.
Çocuğun ortaya attığı argümanlar son derece asılsız ve yer yer komikti, zaten böylesine özgüvenle tartışırken ne Kur’an’dan bir şey okumuş ne de herhangi bir Ortadoğu ülkesinde bulunmuş olmadığını itiraf etmesi gerekti. Tek kaynağı duyduğu ve çok güvendiği bazı “hikayelerdi”, fakat iki üç Türk öğrenciyle yaptığı konuşmalar dışında İslam’a dair hiçbir bilgisi olmayan hocamız da dahil orada bulunan herkes için bu argümanlar o kadar ciddiydi ki aksini kanıtlamak zorundaydık.
Bununla uğraşırken aslında Avrupa’nın da düşündükleri kadar özgürlükçü bir yer olmadığını, aslında Polonya’nın sokaklarında gönlümce rahat rahat yürüyemediğimi çünkü sokakta, tramvayda, otobüste, lokantalarda sürekli gözünü dikip suratıma bakan insanlar yüzünden kendimi garip hissettiğimi söylemek aklıma gelmedi.
Ya da Avrupa’da sürekli yaşayan müslüman toplulukların gittikçe yükselen islamofobi yüzünden çektikleri sıkıntılardan, Amerika’da müslüman toplulukların arasına onları izlemek için sokulan casuslardan, havaalanında beş dakika boyunca başörtümü didik didik arayan güvenlik görevlisinin potansiyel teröristmişim gibi davranmasından da bahsedemedim.
Ya da tartışma esnasında ben de dahil herkesçe yerden yere vurulan Suudi Arabistan ve onun gibi rant devleti olarak varlığını sürdüren monarşilerin, Ürdün, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Katar’ın varlıklarını ve baskıcı rejimlerini devam ettirebilmelerini Avrupa Birliği ve ABD’ye borçlu olduklarını, “Arap Baharı” denen süreçte Bahreynli protestocular Suudi Arabistan’ın gönderdiği orduyla ezilip giderken ne Türkiye’den ne Avrupa’dan bir ses çıkmadığını, o esnada bunların hepsinin her şeye rağmen değişmek zorunda olduğunun zaten farkında olan bir başka diktatörlüğü -yalnız Batılı blokun karşısında yer alan bir diktatörlüğü- devirip ülkede iç savaş çıkarmak için elbirliğiyle çırpınmakla meşgul olduklarından da bahsedemedim.
Çünkü kendi ülkemi veya diğer müslüman ülkeleri savunmak aslında oldukça zordu, çünkü mesele daima kadın üzerinden konuşuluyor ve daha bu dersin başında arkadaş Türkiye’de kadın haklarıyla ilgili bir sunum yaparak vaziyetin ne kadar rezil bir halde olduğunu ortaya sermişti.
Son on yılda kadın cinayetlerinin yüzde bin dört yüz arttığını, kadınların yüzde ellisinin aile içi şiddete maruz kaldığını ve yüzde yetmişlik çalışan erkek oranına karşı çalışan kadınların yüzde otuzda kaldığını ifade etmişti.
En azından on üç yaşında bir çocuğun yirmi altı kişiyle kendi isteğiyle cinsel ilişkiye girebileceğini düşünen bir yargı sistemimiz olduğundan haberleri olmadı. Ya da diğer bütün o korkunç davalardan. Ortadoğu’nun diğer ülkelerinden de çok daha iyi bir manzara çıkacağını sanmıyorum açıkçası. Avrupa ve kuzey Amerika’da vitrin süslüyken kadınların orada da gerçekten erkeklerle eşit olmaması, şiddet ve yaşamın her alanında adaletsizlikle birlikte hakim olan korkunç cinsel sömürü, bizdeki rezaleti örtmüyor ya da meşru kılmıyor.
Bir de yurda dönerken kapının önünde karşılaşıp tanıştığım Türk öğrenciye sıkıntıyla sınıftaki olaydan biraz bahsedince son derece sakin bir şekilde verdiği cevap beni iyice sersemletti.
Geçenlerde Yunanlı birisiyle tanışmış, Yunanlı olduğunu öğrenince dövmüş. “Neden?” dedim şaşkınlıkla. “Ben biraz milliyetçiyim de”, dedi.
Başka bir şey konuşmamışlar zaten, karşıdaki Yunanlıyım demiş, bu da siz fakirsiniz siz şöylesiniz, böylesiniz deyip dövmüş. O kadar sakin ve rahattı ki bir tepki veremeden içeri girdim.
Bizim ülkemiz biraz ataerkil olduğu kadar biraz da milliyetçidir çünkü. Gazeteciler, akademisyenler, siyasetçiler, öğrenciler etnik kimliklerinden ya da düşüncelerinden dolayı cezaevlerinde ömür çürütür, otuz dört kişi yanlışlıkla bombalanır, insanlar fikirlerinden dolayı durduk yere öldürülür. sonra yurtta İstanbul’daki bir arkadaşımla konuştum, bana okulda islamcı geçinen bazı grupların son zamanlarda dağıtmaya başladığı garip bildirilerden bahsetti. şu gibi bildiriler bunlar.
Kısacası boğuluyorum. Bu dünya beni boğuyor. İnsanların cehaleti beni boğuyor.
Bir zamanlar Madagaskar’da sömürge yönetiminde çalışan Fransız askerlerinin kurdukları çocuk esirgeme kurumunda beyaz insan çalıştıramadıkları için yerel halktan insanları çalıştırdıklarını öğrenince ilgisini en çok celbeden nokta “ama tabii ‘küresel güney’de insanların STK anlayışı da buradakinden farklı oluyor, acaba gelen yardımların yerel çalışanlar tarafından kısmen cebe indirilmesinin ya da rüşvetin önüne nasıl geçiyorlar?” olan hocanın yıllarca gidip milleti sömürmüş olan Fransız subaylarını altın kalpli görüp Afrikalıları kendi halkından yetim çocukların parasını tırtıklayacak tıynette bulan hayal gücü beni bunaltıyor.
Asya’yı, Afrika’yı, Ortadoğu’yu, Latin Amerika’yı topluca bünyesinde barındırıp bir kefeye koyan bu “küresel güney” lafı beni boğuyor. Dünyanın geri kalanını salak, geri kalmış, çıkarcı, dar kafalı gören Eurocentrism’in yanında daha anlayışlı olmakla birlikte kalkınamamamışlığın ve fakirliğin suçunu yine de pazarlarını Batı’ya yeterince açmadığı için üçüncü dünya ülkelerinde bulan kalkınmacı modernist zihniyet beni boğuyor.
Fakat bir yandan bu imajı haklı çıkarmak için elinden geleni yapan diğer halklar da beni boğuyor. küçük hesaplar peşine düşen ya da yeni bir sömürge imparatorluğu olarak yükselmeye hazırlanan, halkının ucuz işgücü olarak köle gibi çalıştırılmasına göz yuman, çevresinin çokuluslu şirketlerce kirletilmesine rıza gösteren, işbirlikçi, yalaka hükümetler ve hakkının peşine düşmeyen, ezilmeye razı, sorgulamayan, kendi arasında birbirine düşen, toplu bir hareket oluşturmaktan aciz, egosunu elinin altındaki kadını, çocuğu, güçsüzü ezerek tatmin eden halklar beni boğuyor.
Evet bunaldım.

Sunday, May 19, 2013

Tutuklu eşinden hamile kaldı


Hapishaneden kaçırılan spermle hamile kalan ilk Gazzeli kadın oldu
Hapishaneden kaçırılan spermle hamile kalan ilk Gazzeli kadın oldu

19 Mayıs 2013 Pazar,

İsrail hapishanesinde tutuklu bulunan Tamir ez-Zaanin’in eşi Hena ez-Zaanin, hapishaneden kaçırılan spermle hamile kalan ilk Gazzeli kadın oldu.

Zaanin, eşinin evliliklerinden 3 ay sonra 2006 yılında İsrail askerleri tarafından gözaltına alındığını ve 12 yıl hapse mahkum edildiğini söyledi.

Esirlerden biri tarafından hapishaneden kaçırılan spermin döllenerek rahmine yerleştirildiğini ifade eden Hena, "Bu iş için şer’i izin aldık. Muhafazakar bir toplumda yaşasak da herkes tahlil sonuçları çıkmadan bizi tebrik etmeye başladı ve bunun hakkımız olduğunu söyledi" dedi.

Embriyonun rahme yerleştirilmesi işleminin başarılı olduğuna ilişkin müjdeli haberi önceki gün aldığını belirten Hena, sperm kaçırma eylemi hakkında "güvenlik gerekçesiyle" ayrıntılı bilgi vermezken, bunun "benzersiz bir direniş" olduğunu söyledi.

Esirler Araştırma Merkezi Müdürü Rafet Hamdune de Gazze’de bir ilk olan bu deneyimin gerçek bir direniş olduğunu kaydetti.

Kudüs Müftüsü İkrime Sabri ve Hamas liderlerinden Hamid el-Beytavi gibi Filistinli bazı din adamları, esir eşlerinin spermin dışarıda döllenerek rahme yerleştirilmesi yönteminin mubah olduğu yönünde fetva vermişti.

İlk defa Ağustos 2012’de hapishaneden kaçırılan spermle hamile kalan Filistinli Ammar ez-Zeyn’in eşi bu tür uygulamalara öncülük etmiş, sonrasında Batı Şeria’da bu yöntemle 4 Filistinlinin eşi hamile kalmıştı

Friday, May 17, 2013

Huzurevinden cezaevine: İşte Türkiye'deki hukuk sisteminin ne hale geldiğinin fotoğrafı...


Bursa'da bir huzurevinde kalan 66 yaşındaki Selahattin B., oğlu mahkeme tarafından verilen para cezasını ödeyemediği için cezaevine gönderildi. Dükkan üzerine tescillendiği için tutuklanan Selahattin B., yürüme güçlüğü çektiği için polis sırtında önce adliyeye çıktı, sonra tutuklandı.
66 yaşında, yürüyemiyor ve huzurevinde kalıyor... Buna rağmen polis ekipleri oğlunun ödeyemediği para cezası dolayısıyla Selahattin B.'yi huzurevinden alarak cezaevine gönderdi.
T24'te yer alan habere göre, Bursa Emniyet Müdürlüğü Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekipleri, yaklaşık iki yıl önce, merkez Osmangazi ilçesinde bazı ilkokul ve ortaokulların çevresindeki bir işyerinde erotik içerikli CD ve DVD satıldığı bilgisine ulaştı.
Ekipler, Ortabağlar Mahallesi'ndeki bu iş yerine düzenledikleri operasyonda, 3 bin pornografik CD ve DVD ele geçirdi. Dükkanda bulunan Ömer B. ile iki arkadaşı gözaltına alındı.
Adliyeye sevk edilen ve tutuksuz yargılanmalarına karar verilen bu kişilere, mahkemece 7 bin 600 lira ceza verildi.
Aradan geçen yaklaşık iki yılda paranın ödenmemesi nedeniyle yapılan araştırmada, dükkanın, daha önce Ömer B. tarafından babası 66 yaşındaki Selahattin B. adına tescil ettirildiği belirlendi.
Bunun üzerine, Bursa 2'nci Asliye Ceza Mahkemesi, Selahattin B. hakkında yakalama kararı çıkardı.
Selahattin B'nin, huzurevinde barındığını öğrenen polis ekipleri, buraya gitti.
Rahatsızlığından dolayı yürüme güçlüğü çeken Selahattin B., bir polis memuru tarafından sırtlanarak araca bindirildi. Yaşlı adam daha sonra adliyeye götürüldü.
Mahkeme tarafından söz konusu para cezasına karşılık gelen 11 ay hapis cezası verilen Selahattin B, cezaevine gönderildi.

Wednesday, May 15, 2013

İntihar eden asker sayısı şehit sayısını geçti

  İntihar eden asker sayısı şehit sayısını geçti

Türkiye’de son 10 yılda intihar eden asker sayısının terörle mücadelede şehit olan asker sayısından daha fazla olduğu belirtilirken, bunun önlenebilmesi için TSK’de insan haklarına saygı temelli eğitim, harp okulu öğrencilerine insan hakları, sosyoloji, psikoloji ve hukuk dersleri verilmesi gerektiği belirtildi.
Türkiye Emekli Astsubaylar Derneği (TEMAD) Genel Başkanı günümüzde insanların bireysellikleri ile ön plana çıkmaya çalıştığını belirterek, “İnsanlar herhangi bir topluluğun veya grubun içindeki birey olmak istemiyorlar. Bu da beraberinde mobbingi getiriyor. Teröre verdiğimiz şehit sayısından çok fazla asker kışlalarda yaşamını yitiriyor. Buna çözüm için TSK’da verilen eğitimin insan odaklı olarak değiştirilmesi gerekiyor” dedi. Asker Hakları İnisiyatifi Sözcüsü ise yılın ilk çeyreğinde 10’dan fazla askerin ihtihar ettiğini yada şüpheli şekilde öldüğünü belirterek, “Yukarıdan aşağıya doğru bir mobbing zinciri var. Askerlik yapan hemen herkesin gözlemlediği bir konu bu. TSK’nın çağdaş ordularda olduğu gibi insan haklarına saygı temelli yaklaşımlara ihtiyacı var” diye konuştu.
TEMAD’ın verilerine göre son 10 yılda intihar eden bine yakın askerin ekonomik ve mobbing uygulamaları nedeniyle yaşamınıa son verirken, 2013’ün ilk üç ayında da yine 10’u aşkın asker intihar veya şüpheli olarak yaşamı yitirdi. Türkiye’deki şüpheli asker ölümlerine ilişkin gazetemize değerlendirme yapan TEMAD Genel Başkanı Ahmet Keser, “TSK içersinde son 10 yılda intihar vakalarının terörle mücadelede verilen şehit sayısından daha fazla olması çok dikkat çekici bir durum. Düşmanların öldürdüğünden daha fazla kışlalarda askerler öldürülüyor yada intihara sürükleniyor” dedi. Askerlikte özel hayatın dahi iki dudak arasında olduğunu ve bunun askerlerde psikolojik baskı yarattığını anlatan Keser, “Doğu bölgesinde görev yapan askerler aylarca ailelerini göremiyor. Yine ‘denetim’ adı altında üst amirler keyfe keder ‘mesaiye kalın’ diyor. Yine bir astsubay kapalı mekanda sigara içtiği için 2.5 ay oda hapsine çarptırılabiliyor. İşte mobbing budur ve askerin üzerindeki baskının oluşması bu şekilde oluyor” diye konuştu. Kışlalardaki intihar vakalarının önlenebilmesi için eğitimin insani odaklı olması gerektiğini vurgulayan Ahmet Keser şöyle devam etti:
“Kenan Evren 1982 yılından sonra cumhurbaşkanı olduğunda öğrencilerin mezuniyet töreni için GATA’da yaptığı konuşmada ‘Siz önce askersiniz sonra hekimsiniz’ demişti. Varsayalım ki bir çatışmada bir er ile binbaşı yaralandı. Erin acil müdahaleye ihtiyacı olsa bile bu bakış açısında sahip biri tabi ki binbaşına bakacak. Askeri hiyerarşi insan olmanın önüne geçmemeli. Eğitimin insan odaklı olarak değişmesi gerekiyor. Öğrencilere insan hakları, sosyoloji, psikoloji ve hukuk dersleri verilmesi gerekiyor”
Devrecilik ön sırada
Askerhaklari.com adlı internet sitesinin verilerine göre ise kötü muamele türleri olarak hakaret, dayak, aşırı fiziksel aktiviteye zorlama, yeterli sağlık hizmeti alamama, tehdit, orantısız cezalar, şahsi işine koşturma, uykusuz bırakma ve devrecilik olarak sıralanıyor. Siteye en fazla başvuru Ankara’dan yapılmış. Ankara’yı sırasıyla Kıbrıs, İzmir, İstanbul ve Çanakkale izlemekte. Ankara, İzmir ve İstanbul’da hakaret, Kıbrıs ve Çanakkale’de ise dayak en fazla şikayet edilen konular arasında yer alıyor.
Asker Hakları İnisiyatifi sözcüsü Tolga İslam ise asker intiharlarındaki artışa dikkat çekerek, “Hiyerarşik bir mobbing söz konusu. Üstünden mobbing gören astına da uyguluyor. Çözüm eğitimin niteliğinin değişmesinde. Ordunun çağdaş ordularda olduğu gibi insan haklarına saygı temelli yaklaşımlara ihtiyacı var” diye konuştu.
TEMAD ve Asker Hakları İnisitayitifi’nin çözüm önerileri ise şöyle:
-Vicdani red hakkının tanınması
-TSK Disiplin Kanunu’nda iyileştirmeye gitmek
-Harp okullarında verilen eğitimin insan odaklı olarak değiştirilmesi
-Nefret suçunun yargılanabilir bir suç olarak kabul edilmesi
-TSK’nın ekonomik iyileştirmelere gitmesi
-Hakkı ihlaline uğrayan askerlerin davalarının sivil savcılıklar tarafından soruşturulması ve yargılanması
Şüpheli şekilde ölen ya da intihar eden askerlerden bazıları şöyle:
- Yarbay Ali Tatar
- MİT mensubu Kaşif Kozinoğlu
-
- Emre Ersöz
- İbrahim Acar
- Yasin Şimşek
-
- Selim Kara
- Mithat Özer
- Hüseyin Kutluay
-
- Abdul Kerim Çetinkaya
- Ramazan Altay
- Abdurrahman Çiftçi
- Masum Atlığ
- Oğuzhan Şahiner
cumhuriyet.com.tr – 13.05.2013

Tuesday, May 14, 2013

Reşit



Sevişmenin bir nevi ibadete dönüştüğü, insanın dünyanın özünü, hayatın titreşimini yakaladığı ve kendinden bağımsız bir insanla bir olduğunu hissettiği zamanlar, çoğu zaman günlük konuşmalardan çok daha fazla muhabbet içerir
Reşit

Haber: KARİN KARAKAŞLI
15-16 denilen yaşların en zorlu yanıdır reşit olamamak. Artık sığışılacak bir çocukluk yok, hormonlar teyakkuzda. Sivilce, utangaçlık ve cüret karışımı bir bombasın. Herkese de patlayabilirsin çünkü anlayan yok. Sakız gibi uzayan gecelerde sanki başka bir gezegende gibisin, hani şu Küçük Prens’in kainatında. Bir başına. Ayağının altında kraterler ve içinde tarifsiz bir keder. Sözlerin kayıp. O yüzden içinde hapsolan coşkular, öfke nöbeti olarak en sevdiklerine patlıyor. Oysa sen asıl demek istediklerini, esas ulaşmak istediklerine bir türlü söyleyememiş oluyorsun.
Bu ergen cehenneminde bir vahadır 18 yaş. Reşit olacaksın ya, yasa önünde insandan sayılacağını sanırsın. Şu yetişkinlerin hayatına adım attığın gibi geride kalacaktır yaşama ıstırabı. Oysa elbet en büyük yanılsamalardan biridir bu; büyüdüğünde hiçbir şeye ‘yetişmiş’ olmazsın, tersine bir de eğer dikkat etmezsen o ergen coşkunu, çocuk sevincini yitirirsin. Durgun bir su gibi kalakalırsın.

Devlet Baba işbaşında

Önce birkaç görece yenilikle oyalanırsın belki 18’inde. Ne de olsa oy kullanabiliyor, ayrı eve çıkabiliyor, ehliyet alabiliyor, istediğinle evlenebiliyorsun hesapta. Ha tercih edecek seçenek, geçinecek para, kullanacak araba, süregiden ilişki yokmuş, o ayrı mesele! Ama o da ne? Meğer Devlet Baba sahneye çıkınca, o koca koca yetişkinlerin hepsi rüştünü ispatlayamamış küçük birer çocuk muamelesi görebiliyormuş. Vatandaştan daha bebesi yokmuş!
Malumunuz, sigara paketlerinin üzerinde bir zamanlar tek cümlelik “Sigara sağlığa zararlıdır” ibaresi yer alırdı. Tütün kullananlar bunun zararını bilirler ve sorumluluğunu alırlardı. Sonra sigara paketlerinin tamamını kaplayan garip resim ve uyarılar belirdi. Hani neredeyse hangi uyarıyı canınız çekiyorsa, ona uygun paketi satın alma şansınız var. Ben yatakta birbirilerine hafif yan dönmüş olarak mutsuz ifadeyle oturan ve “Sigara kısırlığa neden olur” ibareli olanıyla çok eğleniyorum mesela. Ve bu slogan ile resmin nasıl olup da ‘muzır’ bulunmadığını anlayamıyorum. Oysa kült edebiyat kitaplarına porno ürünü, çevirmen ve yayıncılarına da sapık muamelesi yapılan bir dönemden geçiyoruz.
Reşit olamayan vatandaşını sigaradan korumaya kararlı erkin, en müthiş icraatlarından biri de filmlerde oyuncuların ağızlarına yerleştirilen balon ve çiçekler. Sinema sanatına hakaret, sizin izleyici haklarınıza tecavüz falan, tali ayrıntılar bu bağlamda. Maksat, siz maymun gibi gördüğünüzü taklit etmeyin ve o sigarayı içmeyin. Benzeri tedbirler buzlanan içki şişeleri ve tıpkı sigara paketleri gibi özgün uyarılarla donatılması beklenen yeni şişe ambalajları için de geçerli.

Sevişmek güzeldir!

Ha bir de şu kadın ile erkeğin sevişmesi meselesi var. Sevişmenin bir nevi ibadete dönüştüğü, insanın dünyanın özünü, hayatın titreşimini yakaladığı ve kendinden bağımsız bir insanla bir olduğunu hissettiği zamanlar, çoğu zaman günlük konuşmalardan çok daha fazla muhabbet içerir. Orda ruhlar çözülür, hakikat dile gelir. Ama işte sadece beden, sadece uzuv görenler için o et parçalarının da elbet buzlanması gerekir. Sonuçta elimizde kopuk birkaç parça görüntü kalır, ki bu kopukluk bize dayatılan hayatın da özeti gibidir.
Cısss yasaklar, zapturapt uygulamaları kervanına hosteslere getirilen (ve geçen perşembe kaldırıldığı açıklanan) ‘kırmızı ruj’ yasağı da eklendi. Elbette kurumsal kimlik olarak THY ’nin kendi şirket kurallarını belirleme hakkı var ancak düzenleme için yapılan “kırmızı ruj ve ojenin görsel bütünlüğü bozduğu” açıklaması da haliyle bir miktar havada kalıyordu.

Kırmızı kadına yakışır

Üzerine bir de Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Binali Yıldırım’ın konuya ilişkin “Kırmızı güzel bir renk. Ay yıldızlı bayrağımızın rengi” şeklindeki beyanı eklenince, durum daha da vahim bir hal alıyor. Kırmızı elbette çok güzel bir renk. Ama akla ilk gelen imge neden bayraktır acaba?
Kırmızı denince ben kadını görürüm. Şu Flamenko yapan, dansı boyunca kendiyle başlayan kendiyle sonlanan kadını. II. Dünya Savaşı döneminin soluk yüzlü, endişeli ama vakur kadınlarını sonra... Kendini kötü, hasta, çirkin hisseden kadın çareyi renkte bulur. Şöyle canlı tonlarda bir şal atar üzerine, azıcık rimel ve inadına koyu bir ruj sürer. Rujun, kıyafetin ve benzerinin basit mi asil mi algılanacağı ise tamamen beden dilinin hadisesidir.
Hayatın içinde her şey var. Hata yapmanın öğreticiliği ise bin tane didaktik uyarıya bedel. O hatayı sen işlemişsin bir kere, için acımış. Dersini çıkarmış, içindeki aciz ve güçlü yanlarla, tutkuların ve zaaflarınla karşılamışsın. Bundan öte ders, bundan kıymetli müfredat var mı?
Onca garip düzgünleştirme harekatının içinde inat diye İngiliz alternatif müzisyenlerinden PJ Harvey’e sığındım bu yüzden. 1995 tarihli ‘Down by the Water’ şarkısının klibinde, genç kadını kıpkırmızı saten bir elbise ve yine kıpkırmızı rujla boyalı koca dudaklarıyla şarkısını söylerken izleriz. Uzun tırnakları da kırmızı ojelidir ve ayağında lame topuklu ayakkabılar vardır. PJ Harvey, kâh döner platformda ritmin ta kendisi halinde dans eder, kâh kendisini sulara bırakır. Ne de olsa şarkı da kızını nehirde boğan ve bir daha hiç göremeyecek bir anne hakkındadır! Ve belki o kadın kendi içindeki kızı öldürmüştür aslında. Nakaratlarda da küçük ve büyük balıklardan kızını geri ister. Tam şok tedavi! Mis gibi bir cadılık hikâyesi.

Davet hepimize

Kadının cadı yanını yok etmeye kalkmamalı. Pagan dönemden miras büyük bir servettir o. Dahası tıpkı kadının içindeki eril yan gibi, erkeğin içindeki dişi olarak da belirleyicidir. Pek lazımdır hepimize. Reşit olanlarımızı kendini akışa bırakmaya, iç güdülerine güvenmeye davet eder. Coşmaya, dans etmeye, zevk almaya, hayatı teninde, ruhunda hissetmeye. Şarkı söylemeye, aynı anda ağlamaya ve gülmeye. Ve bilir misiniz, bu ‘isteri’ daveti hepimize. Reşit değil birey olabilelim diye.

Sunday, May 12, 2013

Feminist Politika 18. sayısı çıktı!

Feminist Politika 18. sayısı çıktı. Bu sayının dosya konusu: Patriyarka–kapitalizm ilişkisi
Feminist Politika dergisinin 18. sayısı çıktı. Yeni sayıda dosya konusu olarak “Patriyarka–kapitalizm ilişkisi” işlendi. Patriyarka-kapitalizm ilişkisinin seçilme nedeni Feminist Politika okurları için şöyle anlatılıyor:
Bu sayımızın dosya konusunu patriyarka – kapitalizm ilişkisi olarak belirlerken çeşitli tereddütler yaşadık: Feminist Politika’nın bütün sayılarında dolaylı ya da dolaysız, örtük ya da belirtik olarak zaten bu kadar yer almış bir meseleyi bu kez de dosya konusu yapmak ne kadar anlamlıydı? Ayrıca, ne kadar güncelliği vardı bu konunun? Bir yandan bu tür tereddütler yaşarken, bir yandan da Sosyalist Feminist Kolektif’in içinden ya da çevresinden ve Feminist Politika okurlarından bu yönde talepler geliyordu: Özellikle de, SFK’nın çoğunluğunun benimsediği “patriyarkal kapitalizm” tahlilinin, güncel gelişmeleri anlamlandırmak ve güncel feminist politikanın önünü açmak açısından ne kadar işlevsel olabildiğini tartışma ihtiyacı öne çıkıyordu. Bu gereksinimleri göz önüne alarak, derin bir nefes aldık ve kararımızı verdik. Dosyamızdaki yazılarda da genellikle bu hedefi gözetmeye çalıştık. Bu amaçla, Türkiye dışından üç feministin de yardımına başvurduk: Görüş farklarını ortaya çıkarabilmek için aynı soruları üçüne de yönelttik. Daha geniş bir yelpaze oluşturmaya çalışmıştık ama taleplerimize ancak bu kadar yanıt alabildik. Dosyamız bir teori taramasıyla başlıyor. Ardından bu taramayı tamamlayacak biçimde, konuklarımızın farklı görüşleri geliyor. Bundan sonra, SFK’da yaygınca benimsenen görüşe görece yakın bir tahlil yer alıyor. Dördüncü yazı, patriyarkal kapitalizm tahliliyle SFK’nın feminist mücadele ekseni arasındaki bağlantıları ele alıyor. Bunu izleyen söyleşi ise, devlet politikalarının toplumsal cinsiyet ilişkilerindeki yansımaları üzerine. Nihayet dosyamızın son yazısı, bugüne kadar bu konuda geliştirilmiş teorilerle eleştirel bir diyaloğa giriyor ve mevcut çerçevelere çeşitli sorular yöneltiyor.”
Bu sayıda Nazan Üstündağ ile “Barış, tarihi silen bir şey olmamalı” söyleşisinin yanı sıra Yurdusev Özsökmenler’in kaleme aldığı,”Çözüm sürecinde kadınlar” yazısı bulunuyor. Dosyada incelenen başlıklar ise şöyle:
 DOSYA: Patriyarka – kapitalizm ilişkisi
Patriyarka – kapitalizm ilişkisi yazınından örnekler / Kamile Dinçsoy
Dosyanın konukları: Diane Elson, Maria Mies ve Claudia von Werlhof
“Kapitalizm her zaman cinsiyetli bir sistem olmuştur” / Diane Elson
“Bilişim teknolojisi… kadınlara karşı yürütülen bir sanal savaş” / Maria Mies
“Kapitalist sömürü: patriyarkal sömürünün en yeni biçimi”/ Claudia von Werlhof
Bir kez daha patriyarka – kapitalizm ilişkisi üzerine… / Gülnur Acar Savran
SFK’nın teorik / politik zeminine kısa bir bakış / Ayşe Toksöz – Özlem Barın
Bir imkânsız model: “aile ütopyası” / Alev Özkazanç
Kapitalizm ile ilişkisi içinde patriyarka / Ece Kocabıçak
Sendika.Org

Friday, May 10, 2013

Kırıklar F Tipi'nde dayak ve 'süngerli oda' iddiası

ÇHD İzmir Şubesi, Kırıklar 2 No'lu F Tipi Cezaevi'nde yaşanan hak ihlallerini raporlaştırdı. Raporda yer verilen iddialara göre 8 Mayıs ve 18 Nisan'da tutuklular gardiyanlar tarafından dövüldü, "süngerli oda" adı verilen odaya konuldu.
Kırıklar F Tipi'nde dayak ve 'süngerli oda' iddiası
İSTANBUL - ÇHD İzmir Şubesi, Kırıklar 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nde 18 Nisan ve 8 Mayıs’ta yaşanan hak ihlallerini raporlaştırdı. Raporda yer verilen iddialara göre 8 Mayıs ve 18 Nisan’da tutuklular gardiyanlar tarafından dövüldü, “süngerli oda” adı verilen odaya konuldu. Rapordaki iddialar şöyle:
* 11 tutuklu, disiplin soruşturmaları ile üç ay gibi kısa bir sürede toplamda üç yılı bulan aile görüş, telefon ve iletişimden men cezaları almaları üzerine, bu durumu protesto için her disiplin cezası tebliğinden sonra saat başı kapı dövme protestosu kararı aldı.
* 18 Nisan’da kendilerine disiplin cezası tebliğ edilen Yusuf Dut, Gökhan Çoban, Ahmet Alpözel, Emir Öztürk ve Fikret Kara gardiyanlar tarafından dövüldü. Daha sonra üç saat süngerli odada bekletildiler. Gökhan Çoban ise kamerasız bir koridorda tutuldu.
* Mahkumların hepsi süngerli odaya ve koridora götürülünceye kadar darp edildi, boğazları sıkıldı ve tekmelendi. Yerlerde yatırılarak üzerlerine basıldı. Slogan atılmasını önlemek için tutuklular bayılıncaya kadar boğazları sıkıldı.
* Mahpuslar kendilerine bizzat Dursun Ali Gür isimli bir başgardiyan tarafından işkence yapıldığını, Gül'ün diğer görevlileri de yönlendirdiğini savundu.
* Suç duyurusunda bulunan mahpuslar, fiziksel izler geçtikten sonra sağlık kontrolünden geçirildi.
* 8 Mayıs’ta başka bir hücre yaklaşık 20 gardiyan tarafından basıldı. Tutuklulardan Mert Toka, Gökhan Çoban ve Binali Çelik hücre havalandırmasında yere yatırıldı; kaba dayağa maruz bırakıldı ve tekmelendi. Slogan atmamaları için bayılıncaya kadar boğazları sıkıldı. Yerde postallarla başlarına ve sırtlarına basıldı. Özellikle kol ve bacakların eklem yerleri sıkılarak tutuklulara acı verilmeye çalışıldı.
* Tutuklu Binali Çelik, kalbinde ritm bozukluğu olduğunu, Gökhan Çoban da astım hastası olduğunu söylediği halde her ikisi de boğazlarından sıkılarak nefessiz bırakılmaya devam edildi.
* Misbah Aktaş isimli tutuklu 18 aydır tek başına tutuluyor. ‘Hapishanedeki baskıyı ve üzerindeki ağırlaştırılmış tecridi’ protesto etmek için 15 Nisan’dan beri açlık grevi yapıyor. İdare tarafından kendisine B1 vitamini dahi verilmiyor. Vitamini diğer tutukluların yardımı ile alıyor. Misbah Aktaş’ın 25 günde yaklaşık 14 kilo kaybı var.
* Aynı hapishanede kalan Zübeyir Babat da 19 Nisan’da kalp krizi geçirdi ve zamanında müdahale edilmediği için hayatını kaybetti.

Wednesday, May 8, 2013

Beş Milyon Kişinin Evi Yıkılacak


 
Çevre ve Şehirclik Bakanlığı'nın beş yıllık stratejik planına göre, 51 bin hektar alan dönüşecek, 5 milyon 650 bin kişi kentsel dönüşüme tabi tutulacak.

Wednesday, May 1, 2013

Türkiye’de Roman Olmak


 Turan Eser

AKP’nin “Roman Açılımı” Romanların hüsranı oldu. Romanlar mahallesizleşti. Hüsranlarını duvarlara “Hırsız AKP” yazarak ifade ettiler. Çünkü mahalleleri rantsal alana dönüştürülmüştü.
Tarlabaşı, Sulukule ve Sarıgöl’de “Roman açılımı” yoktu. “Kentsel dönüşüm” uğramış mahalleler ve buldozerler parçalanmış yaşam alanlarını vardı. Rantsal alan projeleriyle, yaşamları üzerinde inşaatlar yükseliyordu. Romanları birbirinden uzaklaştırdı, yerlerinden, hikâyelerinden, kültürlerinden ve evlerinden kopardılar.

AYRIMCILIKLA YAŞAM

Nüfusları kimine göre yarım milyon, kimi verilere göre 5 milyon! Sayıları ne olursa olsun, Romanlar, Türkiye’de, ötekileştirmeye, ayrımcılığa maruz kalıyor. Suçla ilişkilendirilmenin ve sosyal dışlanmanın en acı ve soğuk yüzünü yaşıyorlar.

Romanlar, sistematik ayrımcılığın ve sosyal dışlanmanın sonucu, kendi içinde kapalı ve yoksulluk içinde yaşamaya sürüklenmiştir. İş güvencesiz, sosyal güvencesiz işlerde çalışmaya, ayakkabı boyamaya ve merdiven silmeye devam ediyorlar. Sosyal devlet yerine, sadaka devleti anlayışıyla, aş evlerine olan muhtaçlık halleri bitirilmedi. Okullarda ayrımcılık ve dışlama devam ediyor. Yaşam alanları, asgari geçim düzeylerinin çok altında yerlerde yaşamaya terk edilmiştir. Sağlıksız çevre koşullarında yaşamak zorundalar.

ROMANLARA HÜSRAN, CEMAATLERE RANTSAL AÇILIM


Roman açılımın sonucu fiyasko! Romanlar lehine tek bir iyileşme yok! Aksine kötüleşme var. Romanların Sulukule’den ve Sarıgöl’den sürgün etmek zorunda kalıyor! Kentsel dönüşümün mağduru olup ve zorunlu göçe zorlanıyor. AKP hükümeti, samimiyetten uzak sahte “Roman açılımı” ile Romanların hayalleri, umutları ve beklentileriyle, rantsal açılım yaparak alay etti.

Dün AKP açılımıyla Sulukule’deki evleri yıkıldı, Sarıgöl’e sürgün edildiler. Şimdi Sarıgöl’ü yıkıyorlar! Yıkılan her ev için, Roman ailelere 20 bin TL veriyorlarmış. Şimdi yeni sürgüler Romanları bekliyor. AKP’li belediyeler Sulukule ve Sarıgöl örneğinde olduğu gibi Romanlara sürgün yaşatırken, Romanların yaşam alanlarından yaratılan rantsal alan, AKP’li belediyelerce rant zengini İslamcı şirketlere peş keş çekilmektedir.

Yıkılan roman evlerinin üzerine, 775 konut yapıyorlar. Her birini 180 bin TL ile 220 bin TL arasında satacaklar! Üstelik fahiş fiyatlarla, Romanların burada oturması imkânsız kılınmış! Yani, minareyi çalan kılıfını da hazırlamış. Yıkılan sadece Romanların Mahallesi ve evleri değil, aynı zamanda umutları. Mahallenin kuruluşundan beri, yıllardır oturanlara “işgalci” muamelesi yapılırken, kentsel dönüşüm adı altında rant dönüştürme operasyonun başındaki AKP’li yerel yönetimler “işgalci” konumlarına hukuksal kılıf buluyorlar.

Özetle; AKP’nin Roman açılımından, sürgün ve sosyal dışlama çıktı. “Roman açılımı” propagandaydı, “rantsal dönüşüm” ise hakikat. Romanlar Sarıgöl’de evlerinin önüne Roman açılımının sonuçlarını “Hırsız AKP” ve “Zengin dostu AKP” yazarak anlatıyor. “Hırsız değil insanız” diyerek taleplerini sıralıyorlar.

ROMAN OLMAK GERÇEKTEN ZOR

Mülkiyet güvencesinden mahrumlar,
     Mahalleleri AKP’li Belediyeler tarafından rantsal alana dönüştürülüyor.
    
Eğitim kurumlarında yaşadıkları ayrımcılık, eğitimde dışlanmalarına neden oluyor.
Düzenli bir iş hayatına veya sosyal sigorta güvencesine sahip değiller.
Kamu kurumlarında ve sosyal hayatta dışlanmanın mağduriyetlerini yaşıyorlar.
Çalışma hayatında Romanlara klişeleşmiş önyargı ve ayrımcılık sürüyor.
Sağlık hizmetlerine erişim Romanlar için, kimlik kartlarının olmaması nedeni ile sınırlı ve sorunludur.
AKP hükümetinin, Romanların sorunlarına ve taleplerine ilişkin politik ve sosyal tutum belgesi yoktur. Ayrımcılığa ve sosyal dışlanmaya karşı eşit haklar düzeyinde Romanların sosyal bütünleşmesini sağlamak mümkündür. Bunun içinde ayrımcılıktan arınmış, sosyal bir politikaya gerek vardır.