Saturday, March 30, 2013

Süryani Dilini Yaşatmak İçin Bir İmzada Sen Ver!!!

 


Bu ülkede 6000 yıllık bir geçmişe sahip olan Süryani halkı; sanatıyla, kültürüyle, kilise müziğiyle, edebiyatı ile günümüze değin damgasını vuran, 1915'e kadar da sayısal varlığını sürdüren, başta Süryani halkının ve bütün ezilen/yasaklanan/görmemezlikten gelinen dillerin kaderini gelin hep birlikte değiştirelim.

Kaybolmakta olan diller gurubuna giren Süryaniceyi ve tehlike altındaki tüm kadim dilleri yaşatmak için, biz aşağıda imzası olan diyoruz ki;

Lozan anlaşmasıyla "Azınlık" statüsüne alınan gayrimüslimlere  "eğitim hakkı" verilmiş olmasına rağmen Süryaniler bu haktan hiç bir zaman yararlandırılmamıştır.

·         Süryanilere yeniden azınlık hakkı verilmesi için:

·         Ana dilde eğitim hakkı için,

·         Eşit yurttaşlık hakkı için,

·         Unesco'nun 2007'de tehlike altındaki diller atlasında yer alan şu an 15 dil tehlike altındadır. Tehlike çanları çalan bu dillerden Süryanicenin, yanı sıra Abaza'ca, Hemşince, Lazca, Pontus Yunancası ve Batı Ermeniceyi de yaşatmak için

·         35 ülkede çok uluslu, çok cumhuriyetli, çok eyalet'li, çok otonomlu, çok başkentli, çok bayraklı, çok dilli, çok lehçeli ve çok alfabeli halklar bir arada ve kardeşçesine, nasıl yaşayabiliyorlarsa, çok dilliği bu ülkede de yaşatmak için,

İsa'nın konuştuğu dil olan Süryanice, doğduğu topraklarda kaybolursa, bundan hepimiz sorumluyuz. Bu kadim dilin ve kültürün ölümüne ortak olmamak için, bizim tarihe, insanlığa ve bu ülkenin kadim halklarına karşı,  vicdan sorumluluğumuzdur.

İzmir Süryani dostluk platformunun çağrıcı olduğu bu imza kampanyasında, TBMM'den, yeni oluşturulacak anayasada taleplerimizin yer alması için bir imzada sen ver.

Kaynak: http://www.suryaniler.com/default.asp

Thursday, March 28, 2013

İyi bir şey olsaydı ölüm / Önce Tanrılar ölmezdi


Metin Kaçan

 Çocukluğumdan beri, ne zaman şiddetli bir rüzgâr esse, kalbim deli gibi çarpar, bir köşede gözlerimi kapatır geçmesini beklerim.

Çok uzun zaman önce olmalı… Çıplak ayaklarımla yürüdüğüm karanlık yolda, daha önce hiç bilmediğim bir yere gidiyordum. Derin bir nefesle denizin, yağmurun, etrafta uçuşan kumaşların, sanırım rüzgârın getirdiği her şeyin kokusunu ayrı ayrı aldım. Etrafta kendimi görebileceğim hiçbir şey yoktu. Bu yüzden uzun süre varlığımdan emin olamadan yürüdüm. Ara sıra ellerime ve çıplak ayaklarıma takıldı gözlerim. Yol boyunca ezdiğim taşların gürültüsünden başka tek bir ses duymadım.
 Bu yürüyüş ne kadar sürdü hatırlayamıyorum ama nefes nefeseydim. Dar bir koridordan geçiyordum. Artık bir şeylere yaklaştığımı biliyordum. Karanlıkta saçları altın gibi parlayan bir kadın bana yaklaşmaya başladı. Korktuğumu anımsıyorum. Duraksadım. Yavaş hareketlerle nazikçe ellerimi tuttu. Ona güvenebileceğimi hissettim, birlikte yürüyorduk artık. Bir ara bana dönüp “İnanıyor musun?” diye sordu. “Kaybolduğumu, neye inanmam gerektiğini artık bilmediğimi,” söyledim. Gülümsedi. “Tanrılar,” dedi “Eğer inanmazsak ölürler. Ölüm kötü bir şey…”.
 Neden bilmiyorum, onları tanıdığını düşündüm. Bazen efsaneler zaman içinde o kadar geniş topluluklara ulaşırlar, o kadar uzak coğrafyalara sürüklenirler ki sonunda dağılıp kaybolurlar. Bir daha asla tam anlamıyla bir araya gelemezler. Benim, inanmak istediklerimin başına gelenler gibi tıpkı. Efsanelerim öyle uzaklara gitmiş, o kadar çok unutulmuştu ki sonunda ben bile onlara inancımı kaybetmiştim. Belki haklıdır diye düşündüm. Artık inanmadığım, artık inanmadıkları için yok oldu efsanelerim.
 Belki de tanrılar gibi öldüler. Ve sanırım bize sadece unutmayı öğretiyorlar uzunca zamandır. Evet evet, bu olmalı beni düşündüren şey. Saatlerdir nerede yürüdüğümü, nereye gittiğimi bile bilmememin nedeni bu. Niçin yağmur altında, bu sütunlu uzun yollarda yürüdüğümü hatırlamamı istemiyorlar. Hatırlamalıyım…
 Tüm bu düşünceler zihnimi terk ederken, “İşte geldik,” dedi. “Alkyone seni bekliyor,”. Merdivenlerden tek başıma çıkmaya başladım. Korkunç, tarifsiz rüzgârlar esmeye başladı. Neredeyse ayakta zor duruyordum, zirveye doğru dizlerimin üzerinde taşlara tutunarak çıktım. Orada beyaz bir elbise içindeydi. Benim aksime o rüzgârla dans ediyordu. İnanılmazdı. Etrafra rüzgâr sesinden başka ses yoktu ama Alkyone havada savrulurken harika melodiler duyduğuma yemin edebilirim. “Kimsin?” diyebildim sadece.
 “Ben Rüzgâr Tanrıçasıyım” dedi. Birden anladım neden orda olduğumu. En çok korktuğum şeylerden biri rüzgârdır.
 Çocukluğumdan beri, ne zaman şiddetli bir rüzgâr esse, kalbim deli gibi çarpar, bir köşede gözlerimi kapatır geçmesini beklerim. Hatırladım. Ama neden bana bu korkumu hatırlatmak istemişti. “Hatırlamanı istedim çünkü benden tekrar korkmalıydın. Eğer korkmazsan ben sonsuza kadar yok olurum, bana inanmazsan rüzgârlarım beni öyle uzaklara savurur ki bir daha yolumu bulamam.” Dedi ve kayboldu… Açıkçası onun için üzülmüştüm. O unutulup ölmekten korkuyordu, bense hatırlayıp korkmaktan…
 Merdivenlerden indiğimde tek başımaydım yine. Kılavuzum beni korkumun sahibesinin yanına, rüzgârların tam ortasına getirip bırakmıştı. Ne tuhaf, korkumun bana ihtiyacı olduğunu öğrendim. Kendini bana yine hatırlattı. Fırtınalarda kaçacak delik arıyorum eskiden olduğu gibi. Ama bu defa farklı. Bu yolculuk bana bir şey öğretti. “Contraria contraiis curantur! – Zıtlar zıtlara iyi gelir.”
 Metin Kaçan
İzdiham

*Ölümünden evvel en son yazdığı yazı

Wednesday, March 27, 2013

“Kırtıpil” adı da nereden geliyor?


Kırtıpil’in Şubat-Mart sayısı “Sayı: İki Buçuk” ismiyle raflarda.
Bir dergiye bu şekilde bir isim vermek de nereden çıktı diyebilirsiniz, Kırtıpil ekibi deneysel bir dergi tertibi uyguladıkları bu sayılarının aynı anda hem özel hem de biraz daha mütevazi sunulması gerektiğini düşünmüş olmalı belli ki.
“Sokak Edebiyatı” konusunu söz-sokak ilişkisi, kahvehane kültürü gibi konulara eğilerek işledikleri bir dosya ve konunun ilgilisi önemli birçok isimle yapılan röportajlarla fanzinler konusunu inceleyen araştırmayı da kapsayan bu sayının bütünü, aynı anda bir roman kurgusu gibi de okunabiliyor.
Bu sayıda yer alan bazı yazılar şunlar:
Kanakar Türküsü – Barış Yarsel
Karanlığın – Emirhan Burak Aydın
Perili Bir Ev – İrem Kulaber’in Virginia Woolf’tan çevirisiyle
Sürtünmenin İhmali – Tahsin Görmüş
Bakalım K karakterinin hikayesini beğenecek misiniz…
Kırtıpil’le yazılarınızı paylaşmak için yazi@kirtipil.com, dergiye sorularınızı ve/veya eleştirilerinizi iletmek için ise iletisim@kirtipil.com e-mail adresini kullanabilirsiniz. Ayrıntılı bilgi için: www.kirtipil.com.

Friday, March 22, 2013

KATLİAMLARIN TANIĞI 120 YILLIK ÇINAR


Kürtlerin 20. yüzyılda yaşadığı tüm trajedi ve direnişe tanıklık eden 120 yaşındaki Zeynep Doğan, ömrünün son günlerinde annelik yaptığı PKK'nin öncü kadrolarından Mazlum Doğan ve Delil Doğan'ın mezarını ziyarete gelenlere ev sahipliği yapıyor. Delil Doğan'ın vurulduğu gün ile Mazlum Doğan'ın bedenini ateşe verdiği günü dün gibi hatırlayan asırlık çınarın son isteği onların yanına gömülmek.

Elazığ'ın Karakoçan ile Dersim'in Mazgirt İlçesi sınırlarında bulunan Teman Köyü'nde yaşayan 120 yaşındaki Zeynep Doğan, 20. yüzyılda Kürtlerin yaşadığı bütün trajedilere tanıklık etti. Yaşlılık nedeniyle tekrardan iki dişi çıkan yaşlı çınar, Şêx Sait isyanından, Zilan katliamına, Seyit Rıza'nın başkaldırısından Dersim katliamına kadar acıyla örülü bir tarihi hafızasında daha dün gibi canlı tutuyor. Zeynep Doğan son isyana ise oğlu gibi sevdiği kendi tabiri ile "iki fidanı" yani PKK'nin öncü kadrolarından Mazlum Doğan ve ağabeyi Delil Doğan'ı verdi. Doğan kardeşlerin yengesi olan Zeynep nine, 1981 yılında hakkında arama kararı çıkan Delil Doğan'ın jandarma tarafından vurulmasından, Mazlum Doğan'ın 1982 yılında Diyarbakır Askeri Cezaevi'nde 21 Mart Newroz günü kendini yaktığı günü unutmuyor.

'Onlar gitti ben kaldım'

Mazlum Doğan ve Delil Doğan'ı büyüttüğü evde yaşayan yaşlı anne, şimdilerde Doğan kardeşlerin misafirlerini ağırlıyor. Zeynep Doğan, Mart ayının başından bu yana çevre il ve ilçelerden Teman Köyü'nde bulunan Doğan kardeşlerin mezarını ziyaret edenler arasında bulunan gençlere "Sizde Mazlum'un arkadaşlarımızsınız" diye soru sorarak merakını gideriyor. Doğan kardeşlerin büyük amcasıyla evli olan ve yaşlılık nedeniyle duyma sorunu yaşayan yaşlı çınar, "Mazlum ve Delil öldü. Ama ben ölmedim. 2 dişim tekrar çıkmış" şeklinde hayıflanıyor.

'Mazlum gözümde küçücüktü'

Evliliğinde hiç çocukları olmayan Zeynep Doğan, Mazlum ve Delil Doğan'a annelik yapmış. Doğan kardeşlerin doğup büyüdüğü evi halen terk etmeyen yaşlı nine, Delil Doğan için "Öğretmen oldu ancak çocuklarla uğraşmadı. Askerlerden kaçarken nişanlısı arkada kalmıştı geri dönünce askerler onu vurdu" dedi. Mazlum Doğan'ı anlatırken gözyaşlarına hakim olamayan yaşlı çınar, "Mazlum çok zekiydi. Mazlum'u büyüttüm ama o gözümde yinede küçücüktü. Ona işkence yaptıklarını söylüyorlardı. Dayanamadı kendini yaktı. Keşke onların yerine ben ölseydim" dedi.

'Önce Ermenileri, sonra Kürtleri ve Alevileri öldürdüler'

Kürt ve Alevi oldukları için hep ölüm korkusuyla yaşadıklarını ifade eden Doğan, Şêx Sait ayaklanmasından Dersim katliamına kadar neler yaşandığını halen hafızasında olduğunu anlatıyor. Doğan, "Başta Ermeni'leri öldürdüler. Sonra da Şêx Sait döneminde Kürtleri kırdılar. Daha sonra katliam yapıldığı duyumunu peş peşe aldık. En son Kürt Aleviler kırımdan geçirildi. Onun için hep şimdi hepimizi öldürecekler gibi korkuyorduk. Mazlum ve Delil'li de onlar öldürdü. Onun için köyden hiç ayrılmak istemiyorum. Mazlum'un ablası ve akrabaları bana bakıyorlar" şeklinde konuştu.

Doğal yiyecekler tüketen Zeynep Doğan'ın son isteği öldüğünde çocukları yerine koyduğu Mazlum ve Delil Doğan'ın yanına gömülmek. / Diha

Wednesday, March 6, 2013

Bir Beyoğlu Rapsodisi: Madam Anahit


DSCN0161.JPG
2003 de kaybettiğimiz Beyoğlu’nun simgesi, Çiçek Pasajı’nın en güzel ‘çiçeği’ Madam Anahit’in sessiz vedasından kalan, kırık bir akordeon sesi şimdi...
Balıkpazarı, Çiçek Pasajı ve Nevizade Sokağı, Beyoğlu’nun parlak kırmızı rujlu akordeoncu kadını Madam Anahit’in ölümüne çok ağladı. Yalnız canı istediğinde söyleyen, canı istemediğinde yüklü para önerenlere bile eyvallah etmeyen kocaman gözlüklü,kırmızı dudaklı kadın kimdi?..
Çiçek Pasajı’nın “en ünlü” ve “en aşık” müzisyeniydi Madam Anahit. Bu yüzden de 40 yıl boyunca her gece Çiçek Pasajı’ndaki misafirlerine “Yıldızların Altında”yı söyledi. Son yıllarında ise Nevizade’yi mekan edinmişti. Ta ki 29 Ağustos’ta siroz ve kalp yetmezliği akordeonunu elinden alana dek.
Yazlarını Heybeliada’da geçiren soylu ve varlıklı bir ailenin kızı olan Madam Anahit,gençliğinde Büyükada’da Yorgo adında akordeon çalan bir gence aşık olmuş. Annesine yalvarmış ve bir akordeon aldırmış ve yine aşık olduğu bir adamın peşinden gelmiş Beyoğlu’na. Ölünceye kadar da çalmıııış,çalmış.
Şimdi dilerseniz sizler için derlediğim yazılardan Aret Vartanyan’ınkini sunuyorum;

Bir Beyoğlu Rapsodisi: Madam Anahit

Bir Rum gencine, Yorgo’ya aşık olduktan sonra akordeon çalmaya başlayan Anahit,42 yıl boyunca Çiçek Pasajı’ndaki misafirlerine “Yıldızların Altında” söyledi.
Çiçek Pasajı’nı mesken edinen İstanbul Beyefendileri’nin misafiri oldu. Ta ki, İstanbul çehresini değiştirene kadar. Kendine “Cebi Delik” ünlü diyecek kadar mütevazi, son günlerindeki zor koşulların içinde makyajını yapıp, hanımefendiliğinden hiçbirşey kaybetmeyecek kadar güçlüydü. Çiçek Pasajı’nın masalarını tutanlar değiştikçe Anahit, Çiçek Pasajının yaşlı akordeoncusu muamelesini görmeye başladı. Kalabalığın arasına sıkışmış beyefendiler ise masalarında Anahit’i ağırlamak için gider olmuşlardı Çiçek Pasajı’na. Çiçek Pasajı’nda İstanbul’u yaşatan son çiçek olmuştu.
Şanlıyım biliyor musun? Şanslıyım çünkü “Yıldızların Altında’yı hem çocukluğumda hem gençliğimde Anahit Kuyrig (abla)’in sesinden dinledim. İlk tanıştığımda yanımda hovarda dedemleydik. Sokağın başından dedemi tanımış, masamıza gelmiş, dedemin onu görür görmez doldurduğu kadehini tokuşturmuştu. O gün, şen şakraklığını aralara kata kata sohbet ederken, aşık olduğu Rum gencinin ismini fısıldadı masaya…Fısıldadı ve gözleri dolu dolu daha bir sarılarak dokundu akordeonuna… Sanki bir sır belledim o anı. Adı geçen, anılan dost sohbetlerinde bile kimselere söylemedim. Söylemeyeceğim de… O gün masada çiçekli bluzu, siyah eteği, gelen, elinde bir iki bilezik, kulaklarında küpeleriyle karşımda oturan Anahit ile bizim sırrımız. Kim bilir kaç kişi biliyordur ya bunu.. Ne önemi var ki? Çocukluğumdan bir derin anı… Ve o gece tuvalete giderken, ayağına bastığımda gülümseyip, başımı okşayan, güzel olan her şeye aşık olan kadındı…
Yirmili yaşlarımda Çiçek Pasajı’na giderken ise karşımda başka bir Anahit Kuyrig vardı. Yan masalarda sofra adabını bile birkaç sima araayıp bulamazken, muhabbet yerine gürültü içinde içerken Anahit, bir son umuda dönüşmüştü benim için… Ama o farklıydı artık. Gözleri bir hüzünlü bakar olmuştu. Yıllarca o sokakları izleyen gözler buğulu bakıyor, bıkkınlık, umutsuzluk yüzündeki derin çiziklere yansıyordu. Gülümseyişinde hala çocukluğumda tanık olduğum kadın yaşıyordu, bir anda da sönüp çok uzaklara gidiyordu. Son gününe kadar eksik etmediği ruju, makyajı ve gözlükleriyle… Çuvalla para verseler bile hoşlaşmadığında çalmayan kadın,ikinci eşinin ölümünden sonra geçinebilmek için düğünlerde bile üç beş kuruşa çalar olmuştu. İçki alemindeki tek kavgamdı, Çiçek Pasajı’nda Anahit ile dalga geçenlerin masasına koşmam… Bilmiyorlardı bu kadının nasıl soylu bir aileden geldiğini, bir zamanlar boğazda yalıları olduğunu…
Onu tanıyanlar azaldı…Sokaktaki çalgıcılarla, hatta dilencilerle karıştırılır, aynı muameleyi görür oldu. Binalar değişiyordu, kıyafetler değişiyordu, insanlar cep telefonlarından konuşuyordu, ama Beyoğlu ölüyordu. Anahit’in yaşamına tanıklık eden insanlar gibi, sokaklar da, binalar da yitiyordu. Mide kanserine yakalanan Anahit, hasta olduğu dönem de bile kaçtı gitti Çiçek Pasajı’na. Akordeonun nağmelerini armağan etti, her geçen gün uzaklaştığı yabancılara…
Çiçek Pasajı’nın kapı komşusu Üç Horan Kilisesi’nde sessilik hakimdi, dostlar ya gelmemişler ya da çoktan onun yeni yaşamında karşılamaya gitmişlerdi. Dostların nicesi çoktan göçüp gitmişti… Kilisenin sessizliğine rağmen akordeonundan dökülenler kulaklarını dolduruyordu üç beş kalanın…
Anahit Kuyrig, ne zaman gitsem Çiçek Pasajı’na, bırak pasajı Balıkpazarına, aklımda gelmediğin bir gün olmuyor. Son günlerinde “Burada ölüp gideceksin, yaşlandın” diye kovaladılar seni… Nafile…Öyle bir yerleşmiş ki makyajın, rujun, hanımefendi duruşun; öyle bir sinmiş ki parmaklarından dökülen notalar silinmiyorsun, kaybolmuyorsun. Varsın tanımasın seni yeni alemciler, varsın kadehler tokuşurken gözükme gözlerine sen ordasın…
Hem sadece ben hatırlamıyorum ki seni… Nice aşıklar sen Yıldızların Altında’yı söylerken sarılmadılar mı birbirlerine… Derdini dinlemedin mi yüzlerce müdavimin… Sen her birinin Beyoğlu hikayesinde yaşıyorsun… Bak o hınzır dediğin gülüşümle söylüyorum ki merak etme, seni anmadan anlatamazlar Pera’yı…
Sadece Çiçek Pasajı değil, Beyoğlu dolup taşıyor her bir sokağında… Masalarda yer kalmıyor, kadehler boş durmuyor. Muhabbet, muhabbet olmasa da muhabbete benziyor. Ben de arasına karışıyorum sokakların… Bir iki tek atıyorum. Biliyor musun artık Çiçek Pasajı’ndan çok doluyor Asmalı… Nevizade ise bildiğin Nevizade…Son günlerinde Çiçek Pasajı’ndan çok geldiğin Nevizade’de müdavimler masalaranı kaptırmıyor… Efe’ler, efeliklerini sürdürüyor
Birazdan çıkacağım… Senin gibi rakımı dolduracağım, senin gibi tadını çıkartarak içeceğim… Bugün canımı sıkan bri sürü şeye, senin duruşunla gülümseyeceğim. Yeni arkadaşlarını kıskanıyorum. Kimbilir onlara neler çalıyorsundur. Aramızda da hiç susmamalısın. Pera’yı Pera yapan daha yüzlerce değerin yaşamak zorunda… Aşıklar için, yazarlar için, besteciler için, İstanbul’u yaşayanlar için…Kulaklarımda Kazancidis’İn İparho’su… Tüylerim diken diken oluyor, siyah beyaz videosuyla dinleyince…Kızma…Yapamadım… Gözlerim dolmadan masamdan kalkamadım. Huzur içinde uyu ve gülümse….
Şimdi de bir röportajda oğlu Onnik Varan’ı dinleyelim, o öyküyü, herkesin merak ettiği kadını, Madam Anahit’i:
Seveni çoktu ama Üç Horan Ermeni Kilisesi’ndeki cenaze töreni tam anlamıyla “ıssızdı”. Neden?
Evet. Hayranları çoktu. Ama annem azınlık içinde azınlıktı sanki. Kendi cemaati onu yalnız bıraktı. Cenaze için saat vermediler. Biz de duyuramadık. Onun da etkisi oldu. Oysa çok seveni vardı. Zaten Nevizade’ye küs öldü. “Sen yaşlandın artık. Burada ölüp başımıza kalacaksın” deyip kovuyorlardı son zamanlarda. O da gitmek istemiyordu.
Tanınmış ve varlıklı bir ailenin kızıymış Madam Anahit. Ama gördüğümüz kadarıyla yoksul bir hayat sürmüş...
Annemin ağabeyi çok saygın bir din adamıymış. Soylu ve varlıklı bir aileden geliyoruz. Ama satıp satıp yemişler. Yazları Heybeliada’da geçirirlermiş. Boğaz’da yalıları varmış. Para tutmayan bir insandı. Bütün parasını tüm sanatçılar gibi elbiselerine, boyalarına harcar, dostlarına dağıtırdı. Patrik Mutafyan’ın (Türkiye Ermenileri Cemaati Lideri) annesine özenirdi. “Benim oğlum da böyle olsaydı. Beni bir köşeye oturtsaydı. Mutafyan gibi” derdi. Ben de üzülürdüm öyle söyleyince. Annemi daha iyi yaşatmak isterdim.

Yakınır mıydı parasızlıktan?

Kendisine “cebi delik şöhret” derdi. Çok iş teklifini geri çevirirdi. Müşteri seçerdi. Hoşuna gitmedi mi, iyi para verseler de çalmazdı. Paraya düşkün değildi. Kaset çıkarma hayalleri yoktu ama tanınmak hoşuna giderdi. Herkes de tanırdı onu. Hollanda televizyonunda hayat hikayesini yayınlamışlardı. Aşkın Nur Yengi’nin ve Grup Gündoğarken’in kliplerinde ve pek çok filmde oynadı. Bu yaşında hâlâ kötü muamele gösterenler, rahatsız edenler oluyordu. Yine de bırakamadı müziği.

Nasıl başlamış akordeon çalmaya?

Annem Büyükada’da Yorgo adında akordeon çalan bir gence aşık olmuş. Annesine yalvarmış ve bir akordeon aldırmış. Ölünceye kadar da çaldı.

Tam dört kere evlenmiş. Çok mu aşık olurdu Madam Anahit?

Çok aşık olurdu. Güzel olan her şeye aşık olurdu. Sanatçı olduğu için duygusal biriydi. Platonik aşklar yaşardı. En son Çocuklar Duymasın’daki Tamer Karadağlı’ya aşıktı. Çekici buluyordu onu. Fizik olarak beğendiğini söylerdi. Tanışmak istiyordu. Selami’yi oynayan sanatçıyla tanıştı, ama Tamer Karadağlı’yla tanışamadı. 78 yaşında hâlâ aşktan vazgeçmemişti. Son güne kadar da makyajını eksik etmedi. Dört evlilik yaptı. İlk evliliğinden bir oğlu var. Ben ikinci evliliğindenim. Hep kızı olsun istemiş. Küçükken beni kızlar gibi giydirirmiş. Sonunda iki kız torun sahibi oldu. İstedi ama ailede müziğe ilgi duyan başka biri çıkmadı.... Oya İslimyeli

Tuesday, March 5, 2013

A transgender evening with Esmeray


Esmeray is a transsexual Kurdish artist, a former prostitute and feminist, she lives and works in Istanbul. Güldem Durmaz knows her well; the director has talked about this personality from Istanbul's night-life in her film Ben / O (me/he).

A transgender evening with Esmeray, Saturday 17 September at 9:00 p.m.

At the beginning, she was called Memet. Very soon, this little shepherd from a Kurdish village near Kars in eastern Anatolia, began to feel a difference, an uneasiness regarding his social role as a young male. One evening in front of the television, a realization: the singer Zeki Müren, the famous transvestite of the Turkish pop scene. There are others, elsewhere, who share this difference. Elsewhere was Istanbul and the search, in the disreputable quarters on the banks of the Bosporus, for others like oneself, like him, like her. Then began the long process for Memet of bringing Esmeray (literally the brown moon) to the world, the assumed, final incarnation of the woman inside him. There is only one profession open to a young transsexual in the metropolis: prostitution. But during her long stay in the Beyoğlu and Tarlabaşı quarters, Esmeray again felt imprisoned within a forced social role. To break out, she became a street vendor selling stuffed mussels… Then one day, she decided to tell her story in the form of an autobiographical performance titled The Witch's Basket which she presented in Berlin, Cologne, Brussels, and today, Paris.

She retraces her journey with a humor of rare bluntness, proffering a truly troubling object - a cross between confession and harangue - which blithely reveals her colorful personality while questioning others. "Starting with the story of my life as a transsexual, I throw some light on the back alleys of my sexual relations with people both political as well as apolitical," explains Esmeray. "I speak of the face that the men crossed in the alleys do not show to women, the measurements that the women do not see in the mirror… All that the one does not give to the other."

While gradually establishing herself as an artist – Esmeray appeared in several shows in Istanbul, especially in plays by Dario Fo – she began to fight, along with various associations, for transsexuals and all others neglected by a society marked by sexual domination. It is at that moment that we met and that I had the desire to expand on some of the questions explored by Esmeray. I first filmed her walking down these streets, her territory, the way she is today, then in the dress of the man she ceased to be some eighteen years ago, passing through the same locations, at the same hours, while capturing the similarities and the differences in her attitude and in others' eyes. In her shadow.

Sunday, March 3, 2013

‘Tacize karşı yardım istediğim polislerden çıkma teklif edenler oldu’



Today’s Zaman’da yazdıkları Washington Post’ta yayımlanınca Türkiye’deki bazı siteler tarafından ‘utanç yazısı’ olarak nitelenen gazeteci Neel, İstanbul sokaklarında yaşadıklarını anlatıyor

Hazal Özvarış



“Makul bir şekilde ağır başlı giyinmenizi tavsiye ediyoruz; çok fazla çıplak bacak veya çatalınızı göstermek dikkat çekmenize ve ara sıra yerel erkeklerin ahlaksız davranışlarına neden olabilir.
Kadınlar gece yalnız yürürken dikkatli olmalı, özellikle Aksaray / Laleli, Eminönü ve Karaköy’de. Taksilerde şoförün yanındansa arka koltuğa oturmak iyi bir fikir. Eğer, Türk bir erkek sizi üzecek şekilde yaklaşırsa, Ayıp! (ah-yuhp) demeye çalışın.’’
Ünlü gezi rehberi Lonely Planet’ın kadın yolculara verdiği İstanbul tavsiyelerini okudunuz. Lonely Planet, İstanbul’a Türkiye dışından gelen kadınları “yerel erkeklere” karşı uyarma konusunda yalnız değil. Alanında en iyilerden biri olarak bilinen bir diğer rehber The Rough Guide’ın İstanbul önerileri de şöyle:
“Kot, pantolon veya makul etekler giyin, erkeklerle göz teması kurmaktan kaçının ve olabildiğince güvenli ve kararlı görünmeye çalışın, öyle görünün. (…) Eğer tacize uğrarsanız, acısını tek başınıza çekmeyin - izleyenlerin desteğini sağlamak için olayı kamusallaştırın. Mesajınızın karşı tarafa erişmesi için Türkçeyi kullanın; ‘Ayıp’ veya ‘Beni rahatsız ediyorsun’ ya da daha güçlü olan ‘Defol’ veya “Bırak beni’ teoride yardımcı olabilir, ama sadece telaffuzu becerebilirseniz.”
Liste uzatılabilir.
Ancak soru şu; rehberlerde İstanbul’a Türkiye dışından gelecek kadınlara bu uyarılar neden yapılıyor?
Yanıt, geçen hafta Washington Post’ta yayımlanan bir makalede bir kez daha verildi. “İstanbul’da tacizsiz gün geçmiyor” diye yazan gazeteci Alyson Neel, Türkiye’de yapılan araştırmaları da ekleyerek yaşadığı bazı deneyimleri paylaştı ve ekledi:
“Cinsiyet eşitsizliği konusunda bildiklerimin çoğunu, son iki yıl yaşadığım İstanbul sokaklarında öğrendim.”
Neel’in yazısı, çok geçmeden, bazı internet sitelerinde “Dünyaya rezil olduk”, “Utanç yazısı” başlıklarıyla alıntılandı. Hâlbuki ne Türkiye’yi rezil eden bu yazılar, ne de Neel bu yazıları ilk kez yazıyor.
ABD, Louisiana’da ‘’siyasal iletişim’’ okuyan Alyson Neel, staj için Türkiye’ye geldikten bir süre sonra, Türkiye’de İngilizce yayımlanan günlük gazete Today’s Zaman’da çalışmaya başladı. Neel, yaklaşık 1,5 yıldır çalıştığı Today’s Zaman’da taciz ve cinsiyet eşitsizliği hakkında sık sık benzer tonlarda yazılar kaleme aldı.
Alyson Neel’in iki sene boyunca İstanbul’da neler yaşadığını, nasıl değiştiğini öğrenmek için T24 adına kapısını çaldık. Amerikalı genç bir gazetecinin erkek Türkiye ve dünya izlenimleri için, buyrun.
  

‘Öyle bir ‘maşallah’ dedi ki ‘seks ister misin’ kadar kötü geldi’

 ·         Önce sizin hikâyelerinizi dinlesek; size Washington Post’ta “İstanbul’da tacizsiz bir gün geçmiyor” yazdıracak ölçüde neler yaşadınız?

O kadar çok taciz hikâyem oldu ki! Daha buraya gelirken bile tacize uğradım. Ve böyle giyiniyorum. (Neel, beyaz bir mont, siyah bir pantolon ve hafif bol mavi gömlekten oluşan kıyafetlerini gösteriyor). Üsküdar’da, Ümraniye’de, Beşiktaş’ta, Nişantaşı’nda, her yerde tacize uğradım.
·         Buraya gelirken ne oldu? 

Türkiye’ye ilk geldiğimde çok sevdiğim, Türk bir aileyle altı ay kaldım. Kültüre dair öğrenebileceğim her şeyi öğrenmeye çalışıyordum. Bana Türkçe öğretirken “maşallah”, “inşallah” dediklerinde bayılmıştım. Sırf “maşallah” diyebilmek için bebek görmek istiyordum. Sonra yaşlıca ürpertici, pis bir adam beni süzüp ve vurgulu bir şekilde “maşallah” deyince iğrendim kelimeden. Sorun kelimede değildi, ama söyleniş tarzı başka bir tacizde söylenen “Benimle seks yapmak ister misin” cümlesi kadar kötü hissettirdi. Bir sefer sabah sekizde işe giderken bir adam beni takip etmeye başladı. Bir süre sonra kolumu kavrayıp “Seks yapmak ister misin” dedi. “Ciddi olamazsın” deyip kaşlarımı çattığımda “Oo İstanbul good, İstanbul good” dedi. Başka bir zaman da üstüme tükürüldü. Kedi çağırır gibi “Pis pis pis” dedi adam. Bir gün de baharat dükkânındayken biri köpek gibi ulumuştu.

 ‘Erkek arkadaşımlayken tükürüldü, o gün sekiz kez tacize uğradım’

·         İnsan yolda neden bir kadına tükürür? Anlatır mısınız, bu nasıl oldu?

O zamanki erkek arkadaşımla Sultan Ahmet’te yürüyorduk, sanırım Kapalı Çarşı’dan çıkmıştık ki birden bir adamın garip sesler çıkardığını duydum. Dönünce öylece üstüme tükürdü! Erkek arkadaşıma yaşadığım tacizi görmek çok zor geldi. O vakte kadar yaşadıklarımı saklıyordum, sonra “Bundan sonra her tacize uğradığımda sana söyleyeceğim” dedim. Ama ne kadar hassas olursa olsunlar yaşananları tam olarak anlamıyorlar. “Biraz önce tacize uğradım” deyince şaşırıyordu. Sanırım o gün sekiz defa tacize uğradım.
·         “Bir günde sekiz  kez taciz edildiğinizi” söylüyorsunuz. Bir sefer bile yeterince rahatsız ediciyken bu hayli yüksek bir rakam. Dolayısıyla şu sorular akıllara takılacaktır; size göre taciz ne demek? Nerede başlıyor, nerede bitiyor? Ne zaman “Bu bir taciz” diyorsunuz?

Öncelikle söylemek istiyorum, (Washington Post’taki) makalede İstanbul’daki her kadının benim yaşadıklarımı yaşadığını söylemedim. Bunlar benim deneyimlerim. Bazıları “Ben bunu yaşamadım” diyor; olabilir. Ben de New York’ta yaşamadım, ama bu orada taciz yok demek değil. Aslında uluslararası anti-sokak tacizi hareketi Hollaback!, New York’ta başladı. Çünkü insanlar orada bir problem olduğunu fark etti. Ama ben İstanbul’da yalnız olmadığımı biliyorum. Hollaback’in kurucuları hukuki danışman Nihan Güneli, yönetici Ezgi Cincin Türk ve “Sürekli tacize uğruyoruz” diyorlar. Türk kadın arkadaşlarıma “Bunlar sizin başınıza geliyor mu” diye sorduğumda, “Hep” yanıtını veriyorlar. Hollaback’in yaptığı ankette katılımcı kadınların yüzde 70’i her ay bir kere tacize uğradıklarını söyledi. Ayrıca Bianet’in araştırmasının sonuçları ortada.

 ‘Taciz, seni rahatsız eden her şeydir’

Eğer bana ABD’deyken “Taciz ne” diye sorsaydınız “bir adamın bana yolda bağırması”, “birinin bana dokunması” derdim. Ama buraya geldikten sonra diğer ülkelerden aktivistlerle de görüştüğümde gördüm ki kişiler tacizi farklı tanımlayabiliyorlar. Ama tanımlar bir noktada buluşuyor: “Taciz, seni rahatsız eden her şeydir.” Yani, bana göre, her şey taciz olabilir, rahatsız oluyorsam bir bakış bile tacizdir. Ki “Dur” demene rağmen gözlerini dikerek bakmaya devam eden insanlarla karşılaştım.
·         “O kadar rahatsız olmuş ki antenleri aşırı duyarlı hale gelmiş” diyenlere yanıtınız ne olur?

Bu konuya dair algım kuvvetli olduğu için daha fazla fark ediyor olabilirim. Tek istediğim şu sokakta rahatça yürümek. Markete giderken yolda ne olacak diye düşünmek, her zaman bu kadar bilinçli olmak istemiyorum.
  

‘Sokaktaki tavrım değişti; gülümsemiyorum, göz teması kurmuyorum’


·         İstanbul’da geçirdiğiniz iki senede bu tacizlere karşı nasıl savunma mekanizmaları geliştirdiniz, sizde nasıl bir değişim oldu mu?

Sokaktaki davranışlarım tamamen değişti.
·         Nasıl?

Örneğin, giyimim. İstanbul’a ilk geldiğim aylarda tacize uğradığımda kendi hatam olduğunu düşündüm, çoğu taciz kurbanı gibi. “Kültüre yeterince hassas değilim, doğru giyinmiyorum” dedim. Ve altı ay boyunca kocaman kıyafetler, uzun etekler giydim. En kötü deneyimim Üsküdar’da uğradığım tacizdi ve üstümde kocaman bir palto, sıfır makyaj vardı. Sonra diğer kadınlarla da konuştuğumda, “Hayır, hepimize oluyor” dediler. Ne giydiğin hiç önemli değil. Sokak tacizlerinin seksle, flörtle alakası yok. Yaşlısı da, genci de, tayt giyeni de, kaban giyeni de tacize uğruyor.
Eski kıyafetlerime geri döndüm, ama hâlâ yolda gülümsemiyorum, göz teması kurmuyorum. İlk başlarda otobüse bindiğimde açık alanda duruyordum, tacize uğrayınca değiştirdim. Hakkımda söylenenleri duymamak için kulaklık takıyorum. Türkçe bilmediğimi düşünüp mesela “Ne kadar” diye soruyorlar.

 ‘Makale için teşekkür eden de, ‘Ülkene geri dön’ diyen de oldu’

·         Washigton Post’taki makalenizin ardından gelen tepkiler nasıl oldu?

“Gündeme getirdiğiniz için teşekkürler, bu çok ciddi bir sorun” diyen erkekler de oldu, “Ülkene geri dön”, “Hâlâ neden burada yaşıyorsun?”, “Oryantalistsin” gibi savunmacı yaklaşanlar da. Sonuncusu beni çok rahatsız etti. Makalemde hem “doğu” kelimesini hiç kullanmadım, hem de tacizin dünyanın, New York dâhil, başka şehirlerinde de olduğunu vurguladım. Ama “Sansasyon yaratmak istiyorsun”, “Hindistan’daki tecavüzden İstanbul’daki sokak tacizlerine nasıl gidiyorsun” dediler. Göstermeye çalıştığım şey de buydu aslında: Tecavüz de, taciz de aynı kökenden geliyor. Tecavüze giden yolda olanları göz ardı etmeyelim, konuşalım demek istedim.


‘Taciz de, tecavüz de cinsiyet eşitsizliğinden kaynaklanıyor’ 


·         Sizce, tecavüz ve taciz hangi aynı kökenden geliyor?

Cinsiyetler arası ayrımcılıktan. İkisinde de erkekler, kadınlara bunları yapabileceklerini düşünüyorlar ve yapıyorlar. Çünkü karşısındaki insanı eşiti olarak görmüyorlar. Kendimi bir erkeği taciz ederken hayal ediyorum; benzer şeyleri yapıyorum, poposunu sıkıyorum, rahatsız olacağı şeyler söylüyorum. Ama kafamda bile devam edemiyorum, çünkü o bir insan. Sorun da burada, onlar beni aynı şekilde görmüyor.
Böyle bir şey yaşadıktan sonra anlattığımda da “Ne giyiyordun” diye soruyorlar. Ne önemi var ki! Açık giyinsem ne olacak? Bu kimseye bana dokunma veya taciz etme hakkı vermiyor. Gülsem ne olacak? Bu tecavüz etme hakkı mı veriyor? Hayır. Bu sorudan nefret ediyorum. Hiç taciz edenlere “Ne giyiyordun” diye sorulduğunu gördünüz mü? Beni asıl rahatsız edense taciz sonrasında arkadaşlardan, gazetecilerden duyduğum “Büyütülecek bir şey yok” sözleri.


‘Taciz edilen kadınların çoğu destek görmeme korkusuyla susuyor’


·         Bir parantez açsak; taciz ve tecavüzün çıkış noktası aynıysa ve sizce tacizin bu kadar sık yaşandığı İstanbul’da tecavüze uğramamak bir tesadüf mü?

İlginç bir soru. İkisinin de aynı kökenden gelmesi taciz ve tecavüz vakalarının aynı olduğu anlamına gelmiyor. Tecavüz hakkında bilmiyorum ama İstanbul’da yaşamış biri hiç tacize uğramadığını söylediğinde “Ne kadar şanlısın” diyorum.
·         Sizce kadınlar kendileri veya tanıdıkları tacize uğradıklarında bu olayları “büyütmeye” ne kadar istekli?

Çoğu kadın susuyor, çünkü destek alamayacaklarını düşünüyorlar. Ki çok da haksız değiller. Bir seferinde otobüsün arkasında uyuklarken bir kadının “Bana dokunma” bağırışıyla uyandım. Orta yaşlı, Türk bir kadındı. Genç bir erkeği işaret ediyordu ve “Bana dokunmadığını yüzüme söyle” diyordu. Kimse umursamıyordu, sonunda yaşlıca bir adam konuştu ve “Tamam, tamam, kapat konuyu” dedi. Ortada bir taciz var, kimse adamı otobüsten atmıyor veya yaptığının yanlış olduğunu söylemiyor, ama kadına “uzatma” diyorlar! Bir erkek, gündüz, sokak ortasında bir kadını nasıl dövebiliyor? Çünkü ona bir yaptırımı olmayacağını biliyor. İnsanlar bu konuyu ciddiye alsaydı, adam bunu yapamayacağını bilirdi. Bu, tabii ki,  sadece tacizle veya Türkiye ile alakalı değil; bu yüzden cinsiyet temelli birçok şiddet vakası bildirilmiyor. Kurbanlar, destek görmemekten korkuyorlar.
  
‘Herkes diğerini hayvan gibi görüyor’

·         Tacizi mazur görmede feminist eylemlerde sıklıkla dile getirilen “erkek dayanışmasının rolü”  fikrine katılır mısınız?

Gittikçe “biz”e karşı “onlar” fikri oluşmaya başlıyor. Feminist bir arkadaşım çok güzel anlatmıştı; “Herkes diğerini hayvan gibi görüyor.” Bu çok doğru. Genç çocuklar tarafından saldırıya uğradığımda onları insan olarak görmüyordum. Ben yerde ağlarken onlar gülüyordu. Eğer erkekler, diğer erkekleri sorumlu tutsalardı bunların hiçbiri yaşanmazdı. Toplum tacizi onaylarken adamların değişmesini beklemek ne kadar gerçekçi? Bu sadece Türkiye için değil, Amerika için de geçerli. Ama yakın zamanda erkeklerin de “Bu doğru değil” diyerek ses yükselttiklerini duymaya başladık. Bu çok önemli.
·         Today’s Zaman’da da taciz ve ayrımcılık konusunda benzer tonlarda yazılar yazmanıza rağmen, makaleniz Washington Post’ta çıktığında konuşuldu. Sizce sebep neydi?

Sanırım Today’s Zaman’da yazdıklarımı görmediler; görselerdi üzülebilirlerdi. Makaleyi Pınar İlkkaracan’a (Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler’in kurucusu) gösterdim ve ne düşündüğünü sordum. “Harika” dedi ve şunu söyledi: “Luxor’a gittiğimde yabancı bir kadın olarak orada yaşayan kadınlardan daha fazla tacize uğradığımı düşünüyordum. Bunu yazmak istedim, ama burada yaşayan kadın ve erkeklerden eleştiriler alacağımı düşündüm.”
Ben de sonuçta bir yabancıyım ve Washington Post’ta “İstanbul sokaklarındaki taciz”den bahsediyorum. Bazılarının da aklına “Bunu söylemeye hakkın yok” gibi düşünceler üşüşüyor. Ama ben bildiğimi yazıyorum; İstanbul’da değil, Londra’da olsaydım oradaki tacizlerden bahsederdim.

 ‘Bazı gazeteciler, ‘İstanbul’a kötü şöhret veriyorsun’ dedi’

·         Gelen tepkilerin nedenlerinden biri Türkiye’de bazı kesimlerin Batı’daki imajlarına dair takıntısı da olabilir mi?

Çeşitli gazeteci ve editörlerin bana söylediği de bu oldu. Yazı yayımlandıktan sonra “Alyson, İstanbul’a kötü bir şöhret veriyorsun” dediler. Ama ben gazeteciyim, İstanbul’un veya Türkiye’nin PR’cısı değilim. Burayı seviyorum, ama bu konuları yazacağım.
·         Bahsettiğiniz gazeteciler Today’s Zaman’dan isimler miydi?

Farklı gazetelerden veya bağımsız isimlerdi. Pek çoğu bunu söyledi.  “İsveç’teki sokak tacizlerini yaz” diyenler bile çıktı.
·         Bir Today’s Zaman parantezi açsak; oradaki ilişkileriniz, yazılarınıza gelen tepkiler nasıl?

Today’s Zaman’da tacizlere, kadın haklarına, ayrımcılığa dair hayli ilerici hikâyeler yayımladık. Editörlerim çok destekleyici oldular; mesela, Vajina Monologları hakkında yazmam için bana izin verdiler. Ayrıca, hükümet ve politikaları hakkında makalelerimde çoğu kez eleştirel duruyorum. 
·         Türkiye’de yabancı bir kadın olmak tacizi kolaylaştırıyor mu? Siz, Pınar İlkkaracan’ın deneyimini paylaşıyor musunuz?

Emin değilim. Tacize uğramış birçok Türk kadınla da konuştum; yabancı kadınların onlardan daha çok tacize uğrayıp uğramadığını bilmiyorum.
·         Kastımız daha çok şuydu; Türk erkeklerinin yabancı bir kadınla karşılaştıklarında daha “cüretkâr” olduklarını düşünüyor musunuz?

Evet. Pek çok yabancı kadından “Çok güçsüz hissediyorum”, “Tacizler olduğunda hiçbir kontrolüm olmadığını hissediyorum” benzeri cümleler dinledim. Bazıları Türkçe bilmiyor ve ne yapmaları, ne demeleri gerektiğini bilmiyorlar. Kendi ülkenizde bile tacize karşı ne yapmanız gerektiğini bilmek zorken, evet, başka bir ülkede, yabancı olmak çok daha zor. Burada neler yapmam gerektiğimi öğrenmek zorunda kaldım. Artık neler söylenmesi gerektiğini biliyorum.
  

‘İstanbul’a gelen yabancı kadınlar ‘ayıp’ demeyi öğrenmeli’


·         Nedir söylenmesi gereken? Sizin İstanbul rehberinizde Türkiye’ye gelen kadınlara önerileriniz neler olurdu?

Kesinlikle “Çok ayıp” demeyi öğrenmeleri gerektiğini söylerdim. Çünkü söylemesi kolay. Türkçe karşılık vermeye dair komik bir hikâyem var. İngiltere Konsolosluğu’nun hemen arkasında oturuyorum ve yaklaşık üç ay boyunca her sabah Today’s Zaman’a gitmek için yola çıkıyordum. Dolayısıyla, işe göre giyiniyordum. Yol üzerinde bir kahve var ve her sabah oradaki erkekler baştan aşağı beni yavaşça süzüyorlar ve “maşallah, maşallah” diyorlardı.   
O kadar bunaldım ki dindar bir kadın arkadaşıma “Durmalarını sağlayacak ne söyleyebilirim” diye sordum. O da bana bir cümle söyledi. Öğrenip söylemeye cesaret etmem bir ayımı aldı. Bir ayın sonunda önlerinden geçerken yine “maşallah” dediler. Ben de adama dönüp “Bu kelimenin içinde Allah var. Neden kötü şekilde kullanıyorsun” dedim. Adam dondu, çevresindekiler de şaşırdı. Ertesi gün tek kelime etmediler. Çünkü adamı utandırdım, kontrolü elime aldım, Türkçe konuştum, dinî argüman kullandım. Birkaç kez de taciz edenlere vurdum.
·         Nasıl?

İstiklal Caddesi’nde bir adam popoma dokundu. Ben de arkasından koşup ensesine vurdum. Kocaman bir adamdı, arkasına dönüp beni görünce çok şaşırdı. Bir erkek bekliyordu herhalde. Karaköy’de de bir adama bu yüzden tokat attım.
·         Karşılık olarak size vurulmasından, zarar verilmesinden endişe etmediniz mi?

Çok şaşırdıkları için şoke oluyorlar. Ama taciz konusunda Türkiye’den sosyologlar ve psikiyatrlarla konuştum. En iyi yanıtın, “Sen bunu yaptın ve beni rahatsız ettin” demek olduğunu söylediler.

 ‘Polise taciz şikâyetiyle gittiğimde biber gazlarını verdiler’

·         Sizce bu, günlük tacizler için ne kadar geçerli bir çözüm? Siz ağlarken sizi taciz eden bir grup erkeğin güldüğünü söylediniz.

O olay bir felaketti, nasıl açıklanır bilmiyorum ama grup psikolojisi vardı. Ağlarken onların güldüğünü gördüğümde artık üzgün değildim, çıldırmıştım. Ve kalkıp o çocukları kovaladım. Uzağımdalardı, bağırmaya başladım. Çoğunluğu erkek esnaf toplandı. “Abla, ne oluyor” diye sorup sürekli dokunuyorlardı. Ben de “Bana dokunmayın” diyordum. “Abla tamam, geçti” derken “Bu taciz yüzünden ağlamıyorum, bu sürekli oluyor” deyince içlerinden biri, çocuklardan birini tutup köprüden atar gibi yaptı. Çocuk “Abla, ben sana saldırmadım. Beni hatırlamıyor musun” diye bağırmaya başladı. Kimsenin canının yandığını görmek istemiyordum, çözüm bu olamazdı. Bir süre sonra polisi aradım. “Tacizciler orda mı” diye sordular,  “Hayır, peşlerinden kovaladım, sonra kaçtılar” deyince “O zaman bir şey yapamayız” dediler. Tacizci orada değilse, kimseyi yollayamaz veya rapor dolduramazlarmış. Ben de kalkıp emniyete gittim. “Ne yapmamızı istiyorsunuz” deyince “Şu noktalarda polisler görevlendirmeniz gerekiyor” dedim.
·         Polis sizi dinledi mi, o noktalarda polis gönderildi mi?

İlk başta “Taksim’de yaşamamalısınız” dediler, “Bu bir tek Taksim’de olmuyor” deyip ısrar ettim. “Biber gazı alın” dediler, sonra kendi gazlarını verdiler. “Peki, ben gazı alacağım, ama siz ne yapacaksınız, orada olmanız lazım” dedim. Şimdi orada polisler var. Birkaç kez beni arayıp “Her şey yolunda mı” diye sordular da.

 ‘Polis tarafından da tacize uğradım’

·         Washington Post’taki makalenizde başka bir deneyimizi anlatırken polisin “özel mesele” deyip şiddete müdahale etmediğini yazdınız. Polislerle taciz meselelerinde kaç kez karşı karşıya geldiniz, neler oldu?

İlk karşılaşmam yazdığım Ümraniye’deki olayda olmuştu, çok tüketiciydi. Daha sonra farklı polislerle de tanıştım. Ayrıca, iyileşmeler olduğunu biliyoruz. (Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı) Fatma Şahin, polislerin eğitiminden bahsediyor. Etkisi görülmeye başladı mı bilmiyorum, ama bu çok önemli bir adım. Eğer polise gidemeyeceğimizi düşünürsek, kime gideriz? Biber gazı satıcısına veya en yakındaki teyzeye.
Yardımcı olmaya çalışan, tacizi dert edinen ve bu sorunun çözülmesini isteyen polislerle de tanıştım. Ama polis tarafından da tacize uğradım.
·         Ne oldu?

Bazen sadece bakışlar, ama telefon numaralarını veren polisler de oldu. Taciz olduğunda yardımlarını istediğim bazı polisler “Gece çıkalım mı” diye sordu. Ben de “Hayır, işini yapmana ihtiyacım var” dedim.
·         Taciz eden bu polisleri üstlerine şikâyet ettiniz mi?

Hayır, söyleyeceklerimi söyleyip çıktım.

‘Erdoğan’ın üç çocuk istemesi ayrımcılık’

·         Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın vajina kelimesinden utanması, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir eylemciyi hedef alarak sarf ettiği “Kız mı, kadın mı belli değil” sözleri akıllarda. Siyasilerin tavrıyla sokaktaki tacizler arasında bağlantı kuruyor musunuz?

Kesinlikle bağlantılı. Çünkü cinsiyet eşitliği olmadıkça bu, sokakta da, Meclis’te de, işyerinde de çıkacak. ABD’de de “Tecavüze uğrayan kadınlar hamile kalamaz” diyenler, “vajina” deyince bozulan veya doğum kontrol hapı kullanan kadınları “fahişe” ilan eden siyasetçiler var. Erdoğan, “Her kadının üç çocuk doğurması gerektiğini” söylüyor. Bu ayrımcılık. Ayrıca, hükümet bir yandan kadın istihdamının artmasını isterken, diğer taraftan üç çocuk istiyor. Bunun nasıl olmasını bekliyorlar?
Türkiye ile ABD’nin farkı, burada çoğunlukla kadının birey olarak algılanmaması. Kadınlar ya anne, ya kız çocuğu, ya kardeş olarak görülüyor. Erkeklerle aynı haklara sahip olması gerektiği düşünülmüyor. Başbakan, “Kadınlar ve erkekler eşit değil” diyor. Hâlbuki onlar karar verici! Bedenleri aynı olmadığı için eşit olamayacaklarını düşünüyorlarsa, tamam. O zaman eşit haklardan bahsedelim.

 ‘İslam da, Hıristiyanlık da mazeret olarak kullanılıyor’

·         Cinsiyet ayrımcılığına ilişkin tablo, sizce dini inanca göre farklılaşıyor mu?

İslam konusunda uzman değilim, Katolik yetiştirildim. Orada da “Kadınlar da papaz olmalı” deyince insanlar rahatsız oluyor. Bence sırf gelenekler böyle oldu diye, bunları sürdürmenin bir anlamı yok. Türkiye’de kayda değer sayıda Müslüman feminist var; Hidayet Şefkatli Tuksal, Yıldız Ramazanoğlu gibi çok güçlü kadın hakları savunucuları var. Benim kadar onlar da eşitliğe inanıyor ve onlar Müslüman. Müslümansın diye ‘’kadın ve erkekler eşit haklara sahip olmamalı’’ diyemezsin, buna inanamam. İnsanlar İslam’ı mazeret olarak kullanıyor. Aynı şeyi Hıristiyanlıkta da yapıyorlar. Bu dinle alakalı değil, toplumsal yapıyla ilişkili.