GÖK
Her tarihsel dönemin kendi değerlerini ifade eden, somut dertlerine kafa yoran, kişisel ve toplumsal sorunlarını dillendiren bir edebiyat akımı vardır. Edebi türler, konu aldıkları gelişmeler, kurguladığı karakterlerle dahil oldukları tarihsel dilime ışık tutarlar, sözkonusu akımları üreten yazarlar da okurlar nezdinde kendi kuşaklarının duygusal olarak örtüştükleri ‘sözcülük’ misyonunu yüklenirler. Her kuşak kendi yazarlarını vareder veya tersinden okursak her yazar kendi kuşağıyla bir aidiyet ilişkisi kurar.
Büyük ideallerin, Aydınlanma düşlerinin, kitlesel ütopyaların tedavülden kalktığı bir dönemin sinik X Kuşağı da, bu bağlamda kendi duyarlılıklarını görünür kılan temsilcilerini yazarlar dünyasında bulacaktı tabii ki. Bıkkın, amaçsız, popüler kültür ürünlerine yönelik saplantılı bir ilgiyle kendi ironisini oluşturan ‘inançsız’ X Kuşağını roman dünyasında en iyi kim temsil edebilir diye bir soru sorduğumuzda sayabileceğimiz isimler arasında en fazla öne çıkanı kesinlikle Chuck Palahniuk’tur. X Kuşağının kendisini şekillendiren toplumsal güçlere karşı tepkisini ifade etmekte, modern yaşamın uyumsuzluklarını radikal biçimde dillendirmekte en yetkin sesin sahibi de bizzat Chuck Palahniuk’un kendisidir. Palahniuk’un tüm romanlarında iyicil ütopyalarını yitirmiş, etik değerlerin muğlaklığının kural olduğu bir dünyada yaşayan yalnız karakterlerin özyıkımcı isyanı yetkin biçimde tasvir edilir. Postmodern anlatım teknikleri, X Kuşağı için kendi düşüncelerini anlamlandırmanın kaçınılmaz şeklidir, ve Palahniuk’un yıkıcı neşesi de kanonik roman tekniklerinin bilinçli olarak uzağında durarak sözünü parçalı ama yalın biçimde iletir.
Ukrayna kökenli bir Amerikalı olan Chuck Palahniuk, edebiyat dünyasına hayli geç adım atar aslında. Otuzlu yaşlarına kadar edebi metinler yazmaya soyunmayan Palahniuk, gazetecilik eğitiminden sonra 13 yıl boyunca Freightliner adlı şirkette montaj hattında çalışır. Öyle ki, bu yıllarda yazdığı en önemli metnin kamyonların onarımı üzerine olduğunu da önemli bir anektod olarak belirtmek yeterli mesajı verecektir. Palahniuk, Portland’ın -kenar semtlerinden bohem sanat çevrelerine kadar- her köşesine vakıf bir sevdalısıdır. ABD’nin ‘kültür-sanat merkezlerinin’ dışında, fazlasıyla içe kapalı bir kent konumunda olan Portland, bir yandan da alternatif kültürel akımlara da ev sahipliği yapar. Birbirinden ilginç projelere, müzelere, sosyal aktivizm biçimlerine mekan sağlayan Portland’ın imgesi Palahniuk’un yazma serüveninde önemli rol oynamıştır. Romanlarında yeralan, birçoğu Portland yerelinden etkileşimli karakterlerin haricinde tamamen Portland’dan esinlenerek yazdığı bir çeşit alternatif şehir rehberi işlevine sahip “Kaçaklar ve Mülteciler”(2003) adlı kitabı da bu hayranlık durumunun somut göstergelerinden biridir.
İlk edebi deneyimini oluşturan “Görünmez Canavarlar”(1996) başvurduğu bütün yayıncılar tarafından içerdiği netameli konu ve karakterler nedeniyle geri çevrilir. Bu reddediliş Palahniuk’u daha da motive eder ve edebi ‘uygunsuzluğu’nu katmerlendirerek bir yeraltı klasiği mertebesine yükselecek olan “Dövüş Kulübü”nü (1996) roman dünyasında tabiri caizse bomba gibi patlatır. “Dövüş Kulübü”, X Kuşağının öznelerinin; izolasyona varan yalnızlıklarına, her kanaldan üzerlerine pompalanan tüketim toplumu normlarına, dayatılan zorunlu çalışma kültürünün rutinlerine karşı öfkeyle kutsanmış yanıtlarını sembolize eden bir yıkım çığlığı olarak da görülebilir. Sinema uyarlaması da karanlık bir başyapıt olarak hafızalardaki yerini alan “Dövüş Kulübü”, modern endüstriyel toplumun bağrında yaratılan anarşizan bir isyanın bireysel ve kolektif gelişimine odaklanmıştır. Bu isyan, alışılageldik ‘siyaseten doğrucu’ kalıpların dışında ve onları pek de umursamadan kendi akışını oluşturuyor, roman, muazzam mottolarıyla 2000′li yılların isyancısının dilini, düşüncesini, eylemini görünür kılıyordu. “Dövüş Kulübü” erkekti, şiddet taraftarıydı, hatta bireyin kendi varlığının bilincine varmasını tahribat ve özyıkımla sağlamayı öneriyordu.
“Biz tarihin ortanca çocuklarıyız. Bizi bir gün milyoner olacağımıza, film yıldızı, rock yıldızı olacağımıza inandıran TV programlarıyla büyüdük, ama bunların hiçbirini olamayacağız. Ve bu gerçek kafamıza dank ediyor. O yüzden bize karşı dikkatli ol!” “Dövüş Kulübü”nün gizemli, cool alteregosu Tyler Durden bu cümleleri hepimizin adına haykırıyordu dünyaya. Kusursuzluk ve tamamlanmışlık vaadeden sistemin yaşam stiline Kargaşa Projesi adında bir yıkım stratejisiyle cepheden yanıt veriyordu Tyler ve ekibi. Bu isyancı kuşağı, ‘Büyük Bunalım’larını kendi yaşamlarında görmek zorunda bıraktırılmışlardan mürekkepti ve kurulu düzen tarafından dışarıda bırakılmışlıklarına yanıtı bütünsel bir tahribat yoluyla veriyorlardı; bireysel güzellik imgesi olarak kendi vücutlarına deformasyon, ofis yaşamının ritüellerine iş sabotajı, apartman konforuna anti-konformist perişanlık, cinsel doygunluk yanılsamalarına duygusuz seks, finans kapitalin mabetlerine ise patlayıcılarla yanıt üretiyorlardı. Bu tip bir isyanın politik güzergahına ancak Zen Budizmden nihilizme, anarşizmden ilkel avcı-toplayıcı yaşamın yüceltimine zengin siyasal referansların harmanlanmasıyla inşa edilen eklektik, heterojen bir ideolojik arka plan uygun düşer. Nitekim, romanın siyasal analizine yönelik arkeolojik araştırma yaptığımızda da bu akımların izlerine rastlayabiliriz.
“Dövüş Kulübü” öyle bir romandı ki, zamanla kendi yaratıcısının bile tahayyül edemeyeceği bir ‘karşı-kutsal kitap’ payesi kazanarak kültleşti. Hatta sinemaya uyarlanmış hali, Hollywood’un dolaşımına aracılık ettiği en radikal çağrıya sahipti; filmin finalinde Tyler ve Marla’nın bir binanın geniş pencerelerinden el ele izlediği sigorta şirketlerine ait gökdelenlerin havaya uçtuğu sahne, ‘tüm zamanların en yıkıcı romantizmini’ barındırma unvanına da layık bir sahne olarak hala hafızalarımızdaki yerini koruyor. Ayrıca böylesi sayısız gönderme çerçevesinde derin okumalara alan açan bir felsefeyi didaktik kavramlar yerine edebi formda ifadelendirmek de Palahniuk’un ekstra başarısı olarak okunmalıdır. Palahniuk bir yandan hiç kimsenin özel bir ‘kar tanesi’ olmadığı, hepimizin ‘uzayda turlayan bok torbaları’ olduğumuzu kabul etmemizle başlayacak bir kurtuluş projesinin sınırlarını çizerken, bir yandan da bu derdini muhteşem akıcılıkta, derin imgelerle ve hayranlık uyandıran gözlem gücüyle edebiyat alanına içkin kılmayı ustaca becermişti.
Palahniuk’un kendi kişisel deneyimleri de yapıtları içinde kullandığı bazı örnekleri içerir. Palahniuk da “Kargaşa Projesi” kadar radikal olmasa da çeşitli şakalar, eylemler örgütleyen “Portland Kakafoni Topluluğu”nun bir üyesidir; kanser, verem hastalarının dayanışma gruplarında bilfiil çalışmıştır; ailesinin üyeleri sansasyonel cinayet davalarının özneleri olmuşlardır vs vs. Yani Palahniuk yaratıcı bir enerjiyle tüm bu deneyimlerden özgün, etkili bir anlatım dili oluşturmak için zekice faydalanmayı bilmiştir.
“Dövüş Kulübü” ile bir anda ulaştığı ünle daha rahat yazma olanaklarına kavuşur, artık onun kitaplarını basmayı reddedecek yayınevi bulmak olanaksızdır kısacası. 1999′da “Gösteri Peygamberi” ile bu sefer hedef tahtasına pop kültürünü, şöhret kavramını ve medyayı yerleştirir. “Gösteri Peygamberi”nde Palahniuk, münzevi bir mezhebin toplu intiharından ‘kurtulan’ karakterimizin modern yaşamın kenarında, hizmetli olarak süren hikayesinin medya sayesinde yarı-tanrısal üne doğru pompalanmasını çarpıcı bir kara ironiyle anlatır. Egemen sosyal yükselme, sınıf atlama kalıplarını mesafeli ve sinik karakterlerin gözünden hegemonik gücünden soyundurur, pırıltılı dünyaların arkasındaki iğrenç, vasat gerçekleri sakınımsız biçimde gün yüzüne çıkarır. Bu görünür kılma sürecinde hiçbir ayrıntı atlanmaz, aksine Palahniuk’un alameti farikası durumunda olan en ince ayrıntılara özel bir değer biçme tarzı, okuyucuyu muazzam bir tatmine ulaştırır.
Bu noktada ayrıntılara önem verme meselesine özel bir parantez açmak gerekiyor. Palahniuk, her romanında akıp giden kurgu ve karakterlerin dönüşümüne paralel olarak karakterlerin meşgul oldukları işleri bir ‘el kitabı’ ciddiyetinde ayrıntılarla bezemeyi özel bir üslup haline getirmiş bir yazardır aynı zamanda. ‘Ne var ki bunda’ diye merak eden henüz Palahniuk romanları okumamış okurlar için kuyumcu titizliğinde ayrıntısı aktarılan bazı konuları sıralıyorum: Sıradan bir evde mevcut olan her çeşit malzemeden patlayıcı imal etme teknikleri, sabun yapmak için kullanılan kimyasal maddeler (Dövüş Kulübü), her çeşit zemin tipi için uygun temizleme teknikleri, çeşitli nesnelerden farklı farklı lekeleri çıkarmak için pratik yöntemler, hızlı vücut geliştirme için alınması gerekli doping maddeleri ve bu maddelerin kolay tedarik etme yolları (Gösteri Peygamberi), ünlü plastik sanatçıların yaratma sancılarına dair anekdotlar (Günce), top modellerin formlarını koruma tarzları ve kozmetik, cerrahi güzellik araçları (Görünmez Canavarlar), mastürbasyon ve cinsel fantezi dünyası (Tıkanma). Daha birçok örnekle çoğaltabileceğimiz engin bir ayrıntı deryasıdır Palahniuk romanları, tabii ‘sorumlu yazarlık ilkesi’ uyarınca bu örneklerin altını çizerken “Lütfen evinizde denemeyin” diye de ekliyoruz.
2001′de yayımladığı “Tıkanma”nın giriş cümleleri bile Palahniuk’un artık yerleşik hale gelen üslubunun, toplumsal yergisinin ipuçlarını göstermektedir: “Eğer bu kitabı okumaya niyetliyseniz vazgeçin. Kendinizi kurtarın. Televizyonda mutlaka daha iyi şeyler vardır. Burada anlattığım şeyler sizi kızdıracak. Sonra her şey daha da kötü olacak.” Lokantalarda boğulma numarası yaparak geçimini sağlayan baş karakterimiz Victor Mancini’nin kahraman, hatta Mesih olma yanılsamasını öykülerken gözden kaçırılmaması gereken en önemli şiara işaret eden müthiş bir giriştir bu. Victor’un seks bağımlılığından, radikal eylemci annesiyle ilişkisine, oradan ‘herkesin istediği heyecanlara’ uzanan “Tıkanma”, anlatım, atmosfer ve kurgu açısından bir doruk noktasıdır. Gereksiz süslemelerden, abartılardan azade ekonomik bir dil kullanımıyla nasıl derin, gelişkin hikayeler üretilebilir dersi almak isteyen herkes “Tıkanma”yı en az iki kez okumalıdır.”Tıkanma”yı elinize aldığınızda öyle etkili cümlelerle karşılaşacaksınız ki bir duygunun veya düşüncenin nasıl hem böylesine sade ve doğrudan, hem de varolanı ifadelendirmek için en yetkin biçimde kurulabileceğini hayranlıkla şahit olacaksınız. Ve has yazarlığın şahane dinamizmi karşısında şapka çıkartarak bitireceksiniz “Tıkanma”yı. (Not: “Tıkanma”nın da sinemaya uyarlandığını ve önümüzdeki aylarda gösterime gireceğini buradan müjdeleyelim.)
2002′de Palahniuk “Ninni” ile seslenir okuyucularına. Ölüm şarkısından New Age inanışlara, hayaletli evlerden materyalizmin doğasına uzanan fantastik içeriği yetkin bir yalınlıkla betimlese de “Ninni”, Palahniuk kıstasları açısından biraz zayıf kalan bir halkadır maalesef. Belli temaların ve anlatım biçimlerinin önceki romanlarından itibaren sık sık tekrarlanması sonucu artık ‘profesyonel Palahniuk okuyucusu’ “Ninni” nin gidişatını okurken tahmin edebilir duruma gelmiştir. Heyecan dozajı düşmüş, karakterlerin duygusal ritmleri diğer romanlarının fazlasıyla gölgesinde kalmış ve sonuç olarak Palahniuk açıkça tekrara düşmüştür.
Hemen “Ninni”nin akabinde 2003 yılında “Günce”yi yazar Palahniuk. Eski formuna kavuşmuş, tekrar derin sulara açılmıştır. İnsanın ezeli ölümsüzlük takıntısının ifadesi olarak sanata ürkütücü bir açıdan yaklaşan “Günce”, gerçeklikle ilgili algılarımızı altüst eder, sanatçının üretim sürecinin acıyla olan doğrudan ilişkisini çıplak biçimde anlaşılır kılar. Sanata ve sanatçılara dair hedonist fantezilerin ne kadar sığ olduğunu, bir yapıtı yaratmanın yolunun yalnızlık ve acıdan geçtiğini metaforların arkasına saklanmadan ortaya seren yetkin bir romandır “Günce”.
Chuck Palahniuk, çağımızın yaşayan, üreten yazarları içinde köktenci felsefi akımlara uygun bir edebi anlatıya sahip sayılı isimlerdendir. Varolanın karşısına güzellik ve sevgiden güç alan ütopik bir iyimserlikle dikilmeyen, değerini içinde yaşadığımız sürece dünyanın pisliklerine bulaşmış olduğumuz gerçeğinin bilincine varmaktan kaynaklanan bir ‘uyanış’tan alan metinlerdir Palahniuk’un üretimleri; karanlık, yeraltından yükselen isyanın dışavurumlarıdır Bu anlamda Deleuze’ün rizomatik direniş taktiğiyle de felsefi paralellikler kurabiliriz. Her ne kadar kendisi şu anda ABD’de bir çeşit rock starı mertebesine ulaşmış olsa da, Palahniuk ‘çokluk’un görünmez kılınanlarının eline faydalı ve zevkli bir alet çantası sunmuştur/sunmaktadır. Modernizmin klasik ikili karşıtlıklarına yaslanan arkaik anlatı geleneğine anarşinin adını koymadan en popüler anarşist darbeleri indirmektedir Palahniuk. Bu ustalıklı darbelerle interaktif bir ilişkiye geçmenin her okuyucu için gayet faydalı olacağına inanıyoruz. Özellikle “Dövüş Kulübü”, “Gösteri Peygamberi” ve “Tıkanma” kesinlikle atlanmamalı.