Avrupa’da ateistler, dinsizler ya da toprağın altına gömülmek istemeyenler, vasiyetleri gereği krematoryumda yakılırlar. İngiltere’de, anarko-sendikalist Albert Meltzer, Haringey Solidarity Group’tan (HSG) Phill ve başka anarşistlerin keramatoryumdaki uğurlama törenlerine katılmıştım. Ayrıca Türkiyeli komünistlerden Nihat Akseymen’in naaşı da krematorumda yakıldı. Orada da bulunmuştum da bazı solcuların eleştirilerine maruz kalmıştım. Avrupa’da yakılmak ya da dini törensiz gömülmek son derece doğal kabul edilen bir haktır.
Aslında, eğer devrimciler bu konuda ilkeli bir tutum takınmış olsalardı bu, Türkiye’de de çoktan gerçekleşmiş bir hak olurdu. Bence bu gecikmeden dolayı İslami baskıyı suçlamadan önce kendimizi suçlasak daha iyi olur. Kimisinin ailesi, anası, babası, kimisinin karısı, kocası, kimisinin oğlu kızı, belki bazen ölenin sözlü ya da yazılı vasiyetini de kulak arkası ederek cenazenin dini ritüellere göre kaldırılmasına ön ayak olurlar. Ama çoğunlukla kişinin kendisi, daha sağlığında, “halka yabancı düşmemek” mesajı verir ve öyle de yapılır. İmamın öncülüğünde cenaze namazı kılınır, eller kulaklara götürülür, dualar okunur vb., böylece din, hayatı boyunca zaten yenilmiş olan devrimcinin üzerinde öldükten sonra bile, hem de o devrimcinin rızasıyla, mutlak zaferini ilan eder. İmamın duaları arasında acaba şöyle bir dua da var mıdır: “Bakmayın siz bunların gençliklerinde esip üfürmelerine, sonunda cenaze namazlarını kılacak olan, gördüğünüz gibi yine biziz.” Hatta bazıları bu konuda daha da ileri gider, hiç kimsenin hatırı kalmasın diye cenaze namazlarını hem camide hem de cemevinde kıldırırlar. Tabii, bu dinsel “geniş görüşlülüğün” havra, kilise ve Budist tapınaklarına kadar neden uzanmadığı ayrı bir merak konusudur. Yoksa bu, popülizmin vardığı zirve midir?
İşte Tayfun Gönül bütün bunlara son verdi. Bu topraklarda yeni bir uygulamayı bizzat, kendi bedeniyle başlattı. Evet, krematoryum yoktu ama dini tören gibi bir zorunluluk da yoktu. Dini tören istemeyen birilerine zorla dini tören uygulanamazdı. Daha önce, Aziz Nesin gibi, vasiyetleri gereği dini törensiz gömülenler olmuştur bu ülkede. Tayfun Gönül’ün yaptığı bu temelde atılmış daha da net bir adımdır. Tayfun Gönül, Aziz Nesin örneğini izleyerek, inanmadığı halde “halk ne der” kaygısıyla, yani siyasi kaygılarla yapılan ikiyüzlülüğe meydan vermediği gibi, bir adım daha atarak imamın duaları yerine gençlerden oluşan bir müzik grubunun klarnetlerini, kemanını vb. koymuştur. Bu doğrudan Tayfun’un vasiyeti miydi, yoksa düzenlemeyi yapan anarşist arkadaşların düşüncesi miydi bilmiyorum ama imam duası yerine müzikli tören yapılan 1 Ağustos 2012 bu açıdan bir milattır.
Ne kadar güzeldi Tayfun Gönül’ün kara bayrağa sarılmış tabunun önündeki o müzik grubunun, sevgili Kazım Koyuncu’dan çaldığı o “Gelevera Deresi” türküsü. Ne kadar uygundu Tayfun Gönül gibi, “dünyanın kapısından eğilmeden geçen” bir anarşistin uğurlanma törenine. Ve o ince hüzün ne kadar yakışmıştı, hayat arkadaşı Nazmiye Zencir, oğlu Toprak ve kızı Irmak’ın da içinde bulunduğu o topluluğa.
Yaş ortalaması oldukça yüksekti. Tayfun Gönül’ün okuldan vefalı arkadaşları ve anarşist yoldaşlarıydı çoğunluğu oluşturanlar. İstanbul Özgür Üniversite çalışanları da oradaydı. Gençler bir hayli azdı. Çünkü örgütler katılmamışlardı. Demek oraya gelenlere güç gösterisi yaparak taraftar toplayamayacaklarını anlamışlar.
Sonuna kadar dürüst bir topluluktu. Hiç kimse üzüntülü yüz ifadesi takınma zorunluluğunu duymamıştı, hiç kimse kara gözlüklerle ağlamayan gözlerini gizleme gereği de duymamıştı. İnsanın en güzel hasletlerinden gülmek otosansüre tabi değildi. Ama ağlayanlar da vardı. Gözüme çarpanlar, Zelha Çangı, Defne Sandalcı... İçten bir gözyaşı kadar insanı arıtan bir şey var mıdır?
Haber ajansları, uğurlamaya katılanların adını sayarken ünlü veya ünsüz gazetecilerin ve vicdani retçilerin adlarını saymakla yetinmişler. Oysa Tayfun Gönül, vicdani retçiden önce anarşistti. Onun adının hemen yanı başına, “sokak dergisinden arkadaşı Nadire Mater’den” önce, çok daha yakın anarşist dava arkadaşları Ahmet Kurt, Ufuk Ahıska, Gazi Bertal, Defne Sandalcı, Zelha Çangı, Aytek Özel, Gün Zileli, Yavuz Atan, Kürşat Kızıltuğ’un vb. adları yazılmalıydı ama ben zaten gazete muhabirlerinden bu kadar yüksek bir performans beklemediğim için (CNN Türk’ün haberini tenzih ederim) hayal kırıklığına uğramış sayılmam.
Oral Çalışlar, dünkü Radikal’de güzel bir anma yazısı yazmış ve uğurlamaya da gelmişti. İzmir’den, Ayvalık’tan, Çanakkale’den ve Ankara’dan gelen arkadaşlar da vardı. Şu anda adlarını hatırladıklarım, Ahmet Erkan, Aytek Özel, Niyazi, Abdullah Öztürk, Gülderen Yıldız, İlke, Erkan, Engin, Marko, Muharrem, Tayfun’a son günlerinde yoldaşlık yapan Serkan, Kemal... Adlarını anamadıklarım kusuruma bakmasınlar.
Benim bildiğim, ölü evine taziyeye gelindiğinde cenaze sahibine bir “başın sağ olsun” denir. Diyelim ki, arada bir kırgınlık varsa o anda o kırgınlık unutulur ya da geri plana atılır. Oral Çalışlar’la aramızda yirmi yılı aşkın bir zaman öncesinden gelen bir kırgınlık ve soğukluk olduğunu inkâr etmem saçma olur. Buna rağmen, rastlaştığımız yerde bir “merhaba”yı esirgemeyiz birbirimizden. Geçen yıl Kınalıada’da yaptıkları bir anayasa toplantısına Ceren’le birlikte özel olarak gitmiş ve “hoş geldin” demiştik. Bu sene Büyükada’da, Lefter’in cenazesinde karşılaştığımızda ayaküstü birkaç laf etmiştik. Dünkü uğurlamada başını çevirip bir “başın sağ olsun” bile demeyi çok gördü. Oysa ben ölü evinin mensuplarından biri sayılırdım. Geleneklere pek düşkün biri sayılmam ama Tayfun Gönül için o güzel yazıyı yazandan, onun anarşist arkadaşlarından birinden de bir baş sağlığını esirgememesi beklenirdi. Ne yapalım, o da öyle olsun.
***
Sonradan akla gelen bir not: Oral Çalışlar’ın annesi vefat etti geçenlerde. Aslında benim de ona bir başsağlığı borcum vardı. Üstelik annesini tanırdım. Belki de Oral’ın tutumu buradan kaynaklanmış olabilir. Şimdi hatırladım. Gecikmiş de olsa buradan kendisine baş sağlığı dileyeyim. ayrıca eğer davranışı benim bu hatamdan kaynaklanmışsa kendisinden özür dilerim yukarıda yazdıklarımdan dolayı.