Avustralyalı Dead Can Dance'in yeri o kadar eşsiz ki 30 yıl sonra bile aynı müziği yapsalar gözleri yaşla doldurmaya yeter. Herkesten önce gotik ve 'dünyalı' ekip, bugün de hâlâ kimsenin olamadığı kadar mistik
Geçen hafta yerkürenin önemli bir kısmı hayatlarında en özel yere sahip topluluklardan birinin beklenmedik geri dönüşünü kutlarken kulak misafiri olduğum yabancı bir radyo programı çok şaşırmama neden oldu. Üç önemli müzik yazarı bir araya gelmiş, hiçbir müzikal kusur bulamadıkları bu albümün puanını zorla kırmaya çalışıyordu. Pek çok kişi tarafından paylaşılan eleştiri sebebiyse hâlâ müthiş olsalar da 16 yılın ardından aynı tınlamalarıydı. Ne de olsa arkaya bakmanın günah sayıldığı bir çağdayız.
Gözden kaçırdıkları şuydu ki albümün, ardındaki müzik kadar görkemli ismi ‘Anastasis’ yeniden doğuş anlamına geliyor, dönüşüm değil. Ve Avustralya çıkışlı ikilinin dinleyicilerin kulağında edindiği yer o kadar eşsiz ki 30 yıl sonra bile aynı müziği yapsalar gözleri yaşla doldurmaya yeter. Dead Can Dance’i herkesten ayıran ve başkalarının yaptığı bir şeyi tekrarlama olasılıklarını tamamen ortadan kaldıran bir şey var ki o da ister bir ses, ister bir enstrüman birlikteliği, ister vokal kullanımı, isterse atmosfer olsun, müziklerinde duyduğunuz her ayrıntının tamamen kendi icatları olması. Yani bunu Tanrısal olarak da tanımlasanız, doğadan bir metaforla da, arkalarından gelenleri doğuran, hayat veren kendileri. Pop müzik bugünkü gibi ödünç maskelerine sarınmadan çok önce onlar gotiktiler. Dünya müziği ucuz bir oryantalizme dönüşmeden evvel evrenin işitsel mirasına büyük bir merakla sahip çıkmışlardı.
Bugün de hepsini barındırıyorlar ve hâlâ tüm görsel çabalarına rağmen kimsenin olamadığı kadar mistikler. Ve hâlâ Ortadoğu ’dan Afrika ’ya, ortaçağdan bugüne kendi coğrafyaları ve zamanları dışındaki tüm seslerden kendilerine has bir müzik çıkarmaya muktedirler. Hemen her zaman olduğu gibi albümün yarısındaki vokaller Brendan Perry’ye, diğer yarısı son dönemlerde film müziklerine yaptığı katkı bir şekilde albüme sinen Lisa Gerrard’a ait. ‘Return of the She-King’deki gibi dünyalar çarpışıp bilgelik ve soyut anlatılar bir araya geldiğindeyse zaman duruyor ve yerden yükseliyoruz adeta. Aradığınız mutlaka bir farklılık ya da ilerlemeyse o da prodüksiyon tekniklerinde ve geçen yıl içerisinde iyice genişleyen ilham kaynaklarında mevcut. ‘Children of The Sun’ın huzur verici görkeminden ‘Amnesia’nın melankolisine, ‘Kiko’nun doğulu yaylılarından ‘Opium’un kum fırtınasına büyü albüm boyunca bir an olsun eksilmiyor. Dead Can Dance’in 16 yıldan sonra, hele ki sır saklamanın bu kadar zor olduğu zamanlarda gizemini koruyabilmesi başlı başına tüyler ürpertici bir yenilik değil de nedir?
Eylül’de İstanbul ’da
Uzunca bir ara sonrası yeni albümleriyle geri dönen Dead Can Dance, bu sene 15 yılın ardından İstanbul ’a da geliyor. İkili, dünya turneleri kapsamında 19 Eylül’de Harbiye Açıkhava Sahnesi’nde.