Ozan Aziz Dilber 09
Mayıs 2016
“Ben babamın
yuvarladığı çığın altında kaldım.”
(Kan Atlası)
(
‘‘Nilgün Marmara’da
kim?’’ sorusunu duyduğumuz bazı zamanlar oluyordu, büyük ihtimal hala
oluyordur. İşte o zamanlar da, onu tanıyanlar olarak mırıldandığımız gibi
yineliyorum: Marmara, canım Marmara, güzel Marmara…
Kendi
deyişiyle “paniğini kukla yapmış hasta bir çocuk” idi Nilgün Marmara. Çoğumuz
gibi birilerinin yuvarladığı çığın altında kalmış yerleşik bir yabancı. Sert
bir dünyanın sert bir çağında yeşermiş olsa da yumuşacık oluşundan bir an için
bile olsun vazgeçmemiş, yaşamının yirmi dokuz uzun yılına bu inat sayesinde
tahammül etmiş.
Sylvia Plath’ı
bir ayna gibi kabul
edip ona bakarak kendini görmeyi denemiş ama bir türlü başaramamış. Sylvia
Plath üzerine yaptığı çalışmalar ve ona sevgisi, evinin balkonundan 13 Ekim
1987’de atladığında, onun gibi intiharı tercih etmesi kafalarda soru işaretleri
yarattıysa da onun özgün kalmasını engelleyememiştir. ‘Şiir Atı’
dergisinde 1993’te yayımlanan eski bir yazısında Marmara, Plath için şöyle
diyor: “O kendi varoluşunun ayrımının ne olduğunu bulmak ve onu
dönüştürmek istiyordu.” Marmara ve Plath arasındaki fark da burada ortaya
çıkıyor aslında. Nilgün Marmara hayat üzerine “düşünce boyutunda” derin ve
tehlikeli bir felsefe geliştirmişken, Sylvia Plath, daha eyleme dönük yaşamış,
açıkça ölümle oyun oynamıştır. Marmara için intihar, kutsal bir son hamledir.
Plath için ise, sonu belli olmayan tehlikeli bir oyunun ara hamlelerinden
biridir. Sylvia Plath kendi hayatını anlatır eserlerinde, Nilgün Marmara ise
kendi hayatı hakkında düşünür sadece.
Cemal
Süreya ölümünün ardından Nilgün Marmara için şöyle diyor: “Bu dünyayı
başka bir dünyanın bekleme odası gibi görüyordu.” Süreya haksız değil.
Nilgün Marmara dünyayla yaralı bir kız çocuğu.
Ölümü, ölü
evini şöyle anlatıyor bu hüzün yüzlü kadın: “Geliyorlar, bu evde doğan yeni bir
ölümü görmeye, koşarak, düşe kalka yuvarlanarak, sürünerek. Nasıl olursa olsun;
görmek için bu eski dostların yeni cesetlerini ve göstermek için kendi
dirimlerinin kıvılcımlarını – geliyorlar! Uyuyan arzunun düşün imgelemenin
anlağın belleğin leş kokularını duymaya geliyorlar. Ölüm sessizliği, toz ve küf
kokan evden ayrıldıklarında seviniyorlar canlıyız diye.”
Nilgün
Marmara’yı bu denli büyük bir karanlığa iten şey babasını kendisine yara
yapması mıdır yoksa sert dünyanın sert diyarlarında yetişmiş olması mıdır
bilinmez ama öyle bir cümlesi var ki, bu, onu duyabileceğimiz en karanlık
sözlerden birinin sahibi yapıyor. ‘Hepiniz mezarısınız kendinizin’ diyor
Marmara. Tüm insanlığı içine çekmeye zorlayan bir kara delik gibi bu söz. Hatta
şairin oldukça kendinden emin ve sitemkar bir biçimde insanlığa zaten o kara
deliğin ufkunda oldukları iddiasını haykırma ve bunu onların yüzlerine
vururcasına yapma çabası aşikar.
“Bak bu yara
annemden, işte bu babamdan, buradaki ilkokul öğretmenimden, haaa şu en derin
olan mı onu ben açtım bilmeden… En çok da o acıtıyor canımı, en çok o kanıyor.”
Nilgün Marmara
hiçbir zaman çocuk sahibi olmak istemiyor. Çocukken annelerinin kendilerine
verdiği sütü balkon deliğinden kedilere birlikte döktüğü ablası Aylin bir gün
çocuklarına bağırırken Nilgün şöyle diyor: ”İşte bu yüzden anne olmuyorum,
kendi çocuğumu incitirim diye.” Ve yine bir başka konuşmada da anne olmak
istememesinin sebebini şöyle söylemiş: ”Mutsuzluk ordusuna yeni bir nefer
katmamak için.”
Ve ne yazık ki
bir gün geliyor, Nilgün Marmara’nın ölüme dönük olan ucu; hiçliği tercih
ediyor. O da varoluşunu bu yolla daha anlamlı kılacağını düşünüyordur belki de.
Ece Ayhan, Nilgün Marmara’nın intiharının nedeni olarak ‘dünyanın arka
bahçesini görmüş olmasını’ gösterir. Çünkü, der ki, orayı görürseniz, renkler
solar. Kendisine ‘siz gördünüz mü?’ diye sorulduğunda ise konuyu değiştirir,
sonra siyah-beyaz şiirler yazar.
Yaşayacağı ve
göreceği çok fazla bir şey kalmadığını en güzel şekilde yine kendi sözleriyle
ifade eder Nilgün: “Ey iki adımlık yer küre, senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben.”
Tanıkların
söylediğine göre yere düşerken hiç çığlık atmayan ama şiirlerinde çığlıklar
atarak dünyaya veda eden o güzel kadına selam olsun: “Erken vazgeçişlerim
vardı benim seninse erken tükenişlerin ve gece uygun
değildi beklemeye yine de bekledim… avcumda unutulmuş
binlerce gölge yeraltında öldürülmeyi bekledim günışığı vururken
gözüme ölmeyecektim katilim yoktu, katilim çok…”