Monday, June 20, 2016

Babasının Yuvarladığı Çığın Altında Kalan Kadın: Nilgün Marmara



Ozan Aziz Dilber 09 Mayıs 2016
  
“Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım.”
(Kan Atlası)

‘‘Nilgün Marmara’da kim?’’ sorusunu duyduğumuz bazı zamanlar oluyordu, büyük ihtimal hala oluyordur. İşte o zamanlar da, onu tanıyanlar olarak mırıldandığımız gibi yineliyorum: Marmara, canım Marmara, güzel Marmara…
Kendi deyişiyle “paniğini kukla yapmış hasta bir çocuk” idi Nilgün Marmara. Çoğumuz gibi birilerinin yuvarladığı çığın altında kalmış yerleşik bir yabancı. Sert bir dünyanın sert bir çağında yeşermiş olsa da yumuşacık oluşundan bir an için bile olsun vazgeçmemiş, yaşamının yirmi dokuz uzun yılına bu inat sayesinde tahammül etmiş.
Sylvia Plath’ı bir ayna gibi kabul edip ona bakarak kendini görmeyi denemiş ama bir türlü başaramamış. Sylvia Plath üzerine yaptığı çalışmalar ve ona sevgisi, evinin balkonundan 13 Ekim 1987’de atladığında, onun gibi intiharı tercih etmesi kafalarda soru işaretleri yarattıysa da onun özgün kalmasını engelleyememiştir.  ‘Şiir Atı’ dergisinde 1993’te yayımlanan eski bir yazısında Marmara, Plath için şöyle diyor: “O kendi varoluşunun ayrımının ne olduğunu bulmak ve onu dönüştürmek istiyordu.” Marmara ve Plath arasındaki fark da burada ortaya çıkıyor aslında. Nilgün Marmara hayat üzerine “düşünce boyutunda” derin ve tehlikeli bir felsefe geliştirmişken, Sylvia Plath, daha eyleme dönük yaşamış, açıkça ölümle oyun oynamıştır. Marmara için intihar, kutsal bir son hamledir. Plath için ise, sonu belli olmayan tehlikeli bir oyunun ara hamlelerinden biridir. Sylvia Plath kendi hayatını anlatır eserlerinde, Nilgün Marmara ise kendi hayatı hakkında düşünür sadece.
Cemal Süreya ölümünün ardından Nilgün Marmara için şöyle diyor: “Bu dünyayı başka bir dünyanın bekleme odası gibi görüyordu.” Süreya haksız değil. Nilgün Marmara dünyayla yaralı bir kız çocuğu.

Ölümü, ölü evini şöyle anlatıyor bu hüzün yüzlü kadın: “Geliyorlar, bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye, koşarak, düşe kalka yuvarlanarak, sürünerek. Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostların yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını – geliyorlar! Uyuyan arzunun düşün imgelemenin anlağın belleğin leş kokularını duymaya geliyorlar. Ölüm sessizliği, toz ve küf kokan evden ayrıldıklarında seviniyorlar canlıyız diye.”
Nilgün Marmara’yı bu denli büyük bir karanlığa iten şey babasını kendisine yara yapması mıdır yoksa sert dünyanın sert diyarlarında yetişmiş olması mıdır bilinmez ama öyle bir cümlesi var ki, bu, onu duyabileceğimiz en karanlık sözlerden birinin sahibi yapıyor. ‘Hepiniz mezarısınız kendinizin’ diyor Marmara. Tüm insanlığı içine çekmeye zorlayan bir kara delik gibi bu söz. Hatta şairin oldukça kendinden emin ve sitemkar bir biçimde insanlığa zaten o kara deliğin ufkunda oldukları iddiasını haykırma ve bunu onların yüzlerine vururcasına yapma çabası aşikar.
“Bak bu yara annemden, işte bu babamdan, buradaki ilkokul öğretmenimden, haaa şu en derin olan mı onu ben açtım bilmeden… En çok da o acıtıyor canımı, en çok o kanıyor.”
Nilgün Marmara hiçbir zaman çocuk sahibi olmak istemiyor. Çocukken annelerinin kendilerine verdiği sütü balkon deliğinden kedilere birlikte döktüğü ablası Aylin bir gün çocuklarına bağırırken Nilgün şöyle diyor: ”İşte bu yüzden anne olmuyorum, kendi çocuğumu incitirim diye.” Ve yine bir başka konuşmada da anne olmak istememesinin sebebini şöyle söylemiş: ”Mutsuzluk ordusuna yeni bir nefer katmamak için.”
Ve ne yazık ki bir gün geliyor, Nilgün Marmara’nın ölüme dönük olan ucu; hiçliği tercih ediyor. O da varoluşunu bu yolla daha anlamlı kılacağını düşünüyordur belki de. Ece Ayhan, Nilgün Marmara’nın intiharının nedeni olarak ‘dünyanın arka bahçesini görmüş olmasını’ gösterir. Çünkü, der ki, orayı görürseniz, renkler solar. Kendisine ‘siz gördünüz mü?’ diye sorulduğunda ise konuyu değiştirir, sonra siyah-beyaz şiirler yazar.
Yaşayacağı ve göreceği çok fazla bir şey kalmadığını en güzel şekilde yine kendi sözleriyle ifade eder Nilgün: “Ey iki adımlık yer küre, senin bütün arka bahçelerini gördüm ben.”

Tanıkların söylediğine göre yere düşerken hiç çığlık atmayan ama şiirlerinde çığlıklar atarak dünyaya veda eden o güzel kadına selam olsun: “Erken vazgeçişlerim vardı benim  seninse  erken tükenişlerin  ve gece  uygun değildi  beklemeye yine de bekledim…  avcumda unutulmuş binlerce gölge  yeraltında  öldürülmeyi bekledim  günışığı vururken gözüme  ölmeyecektim  katilim yoktu,  katilim çok…”


Tuesday, June 7, 2016

Kanım bozuk çıktı… Kurtarın beni!


06/06/2016 18:07
HAYKO BAĞDAT


Son yazımda Kürt illerine yaptığım geziyle ilgili notlarımı paylaşacağımı söylemiştim. Sözüm baki kalsın. Çünkü hayati bir mesele araya girmiş bulunuyor.
Evet, konu yine pek kıymetli dünya liderimiz, Reisimiz Erdoğan’ın söylemleriyle ilgili.
Yarım kadın-tam kadın meselesi değil ama… “Kızdırmayın beni kovarım ulan Ermenileri yine buralardan” minvalindeki veciz cümlesine de takılmadım. “Delikanlı ol ciğerimi ye” meselesine, “He, asıl sen delikanlı ol da çıkar diplomanı ortaya” da demeyeceğim…
Konu çok daha ciddi ve bilimsel arkadaşlar. Galiba ben hastalıklı bir vatandaşım ve yüce cumhurbaşkanımız erken teşhis konusunda benim ufkumu açtı. Allah bin kere razı olsun kendilerinden.
Malumunuz Avrupa’da bir ülke yine Ermeni soykırımı mevzusunda kanaat bildirdi. Üzerinden 101 yıl geçmiş bir olay hakkında, uluslararası dengelerin ancak izin verdiği bir dönemde “He ya Ermenilere çok yazık olmuş” diyerek Avrupa medeniyetinin vicdanlı ve halden anlar tavrını ispatlamış oldu yeniden.
Böylece 4’üncü kuşak Ermeniler “Bizim de şüphelerimiz vardı ama Almanya artık kafa karışıklığımızı giderdi. Evet, fena şekilde öldürülmüşüz” noktasına gelebildiler. 101 yıl sonra bir neslimizin yok edildiğini ispat edebildik hamdolsun.
Şimdi sıra Kürtlerde… Onlar da yaşadıklarını ispat edebilirlerse tüm sorunlarımız hallolacak inşallah.
Fakat Almanların ölüm ve cinayet karşısındaki hızlı ve güçlü tepkisi Erdoğan’ı çok fena kızdırdı. Ona gore böylesi olaylarda 200 yılı devirmeden konuşmak olsa olsa patavatsızlık olmalıydı.
Üstelik Türkiye ziyaretinde en varaklı sandalyemize oturtarak adam yerine koyduğumuz Merkel bile bu tuzağa düşerek delikanlılık raconunun içine etti.
Tercumanlar, “Ey Merkel, delikanlı ol ciğerimi ye” cümlesini şansölyeye çeviredursun asıl felaket beklenmedik yerden geldi.
Alman parlamentosunun ‘Türk’ milletvekili Cem Özdemir tasarıyı en ateşli şekilde savunanlar arasındaymış.
Düşünebiliyor musunuz? Bir Türk, 101 yıl once yaşanan bir olay karşısında hükümetimizin düşündüğünden farklı davranabilecek kadar alçalmış yani… Milli, yerli, kutsal dava sahibi, kinder neslin evladı, potansiyel üç çocuk babası, Necip Fazıl’ın hayranı olması için kendini yırtan bir liderin tebası olan bir Türk kalkmış ne haltlar karıştırmış.
Buna eyvallah diyemeyiz dostlar… Böylesi bir eylemi normal sayamayız gençler… Cem Özdemir’in hiçbir Türk’ün yapmayacağı bu hareketini acilen irdelememiz gerekiyor.
Sorunun kaynağını bulmak için çalışmalara nereden başlayalım diye kafa patlatmanıza hiç gerek yok.
Şanlı başkanımız adresi gösterdi bile.
Şöyle ki: “Şimdi oradan çıkıyor bir ukala, bir şey hazırlıyor, Alman parlamentosuna sunuyor. Neymiş? Birileri de diyor ki, güya Türk… Ne Türk’ü be? Bunların kanlarının laboratuvar testinden geçmesi lazım. Onun kanının öyle olması, böyle olması bizi ilgilendirmiyor.”
Gördünüz?
Meğer herifin kanı bozukmuş. Türk hekimleri acilen bunun kanını laboratuvarda incelemeye almalıymış.
Oradan çıkacak sonuçlara göre kanı bozuk olan bu tiplere uygulanacak muameleyi bulmalıyız sanırım.
Hemen korkmayın ama size kötü bir haberim var: Ya Cem Özdemir’in kanındaki mikrop bizlere de bulaştıysa? Ya kanı bozukluk salgın olarak Misak-ı Milli sınırlarına da girdiyse?
Demeci okur okumaz bir hastahaneye koştum ben.
Hemen siz de koşun. Sabah aç karnına olmak kan testi için elzem. Sakın kahvaltı yapıp gitmeyin.
İki tüp kan aldılar sağ kol damarımdan. Ölüm gibi gelen 45 dakika sonra sonuçlar geldi.
B Rh (+) imişim…
“Bu ne demek doktor? Kanım bozuk mu benim de? Türk değil miyim yoksa?” diyerek yakasına yapıştım hemen.
Endişeyle, “Bilmiyorum ben de. Sadece B Rh (+) yazıyor kağıtta” dedi adamcağız.
Altında kolesterol değerleri vardı.
Aman tanrım… Sınırı aşmışım orada!
“Doktor, ölümü gör söyle. Neyin sınırını aştım?” diye biraz daha hırpaladım hekimi.
“Asıl sorun trigliserit…” dedi. “Normalin üç katı çıktı…”
Yandaki hademe “Abi o rakıdandır” demese oracıkta yığılıp kalacaktım.
“Başka ölçümler yapın doktor. Kafamın çevresini ölçün, bel kalınlığıma bakın, sünnet kontrolü yapın gerekirse. Kurtarın beni bu hastalıktan” diye bağırırken hastane güvenliği yaka paça attı beni binadan.
Koşarak annemin evine vardım. Belki çocukken geçirdiğim bir hastalık vardır da bugünlerde  yaşanan salgın için tetikleyici olmuştur.
Alt komşuda kahve içen anneme haykırarak sordum: “Artık benden saklama anne! Çabuk söyle, çocukken hangi mikroplar girdi bedenime? Ben aslında neyim?”
Kadıncağız boynunu öne büktü ve mırıldanır bir sesle korkunç gerçeği söyleyiverdi: “Evet oğlum, sen yarı Ermeni, yarı Rum kanı taşıyorsun…”
Beynimden vurulmuşa döndüm… Benim kanım da bozukmuş…
Ondan Cem Özdemir’le aynı fikirdeymişim… Türklük bilincim ondan eksik kalmış…
Yapacak ne var bilmiyorum.
Buradan yüce cumhurbaşkanımıza sesleniyorum: Bu durumda olanları kurtarın lütfen. SSK bu hastılığın tedavi masraflarını karşılasın.
Çok zor durumdayız ey devlet… Kanımızı temizlemek için davranın artık.
Böyle giderse kanımızla duş alacak kahramanlara da virüs bulaşabilir. En azından onların hatrına bir şeyler yapın.
Daha Gürcüler, Çerkesler, Lazlar var sırada kurtarılacak.
Benim kanımı da Erdoğan’ın kanı gibi temiz ve pürü pak yapın.
Beni kurtarın…


Monday, June 6, 2016

Franz ve Dora: Küller küllere



Felice Bauer’in ailesi kızlarının ismini Fransızca telaffuz etmeyi tercih etmiştir. Franz Kafka’dan dört yaş küçük bu “güzel olmayan, saçı sıradan ama güzel vücutlu” kadının babasından yadigar insanlara güvenmeme refleksi, Berlin merkezli Odeon plak şirketinde yazman diyeçalıştığı zamanlardaki yaşamını şekillendirmiştir. Böyle olacaktır. Firmanın ürettiği Parlograph isimli dikte makinesinde kullanılan teknolojiye Kafka hayran olmuştur. (Bu noktada, ortalama Fütüristika okurunun Poe’nun hayranlık duyduğu satranç makinesini hatırlamasını talep ediyoruz.) Kafka telefonda rahat edemezken, gramofon korkusundan bahsederken, telefon ve parlograf arasında icat edilmesi gereken bir aygıt daha olması gerektiğini savunmuştur. Belki böyle hatırlıyoruz mektuplardan. Felice’in Kafka’nın kulağına, arkadaşlarla yenen bir yemek sonrasında otelin kapısında “her şeyi bırak ve Berlin’e gel benimle,” diye fısıldadığını iddia ediyoruz. Ofiste, evde ve her mevsimde aynı kıyafetleri giyen, bir kasabın oğlu olan babasının aksine vejetaryen, içki, sigara, çay ve kahve içmeyen Kafka’nın cevabını söylemeyi gerekli görmüyoruz. Kendisine sayısız mektup yazan Kafka’nın birden “Mektupları azaltalım, mesela haftada bire indirelim,” demesinin şokunu yaşayan Felice’e Brod gizlice fısıldar, “Franz’ı idare et, tamamen o andaki ruh haline göre cevap veren biridir.”

Dora Diamant (soyadı daha sonra Dymant olacaktır) Kafka’nın yaşamımın son on bir ayında aşkı olmuştu, Berlin’de bir dairede, Kafka kötüleştiğinde yazdıklarının bir kısmını onun adına yakmıştı. Dora berlin’e 1920 yılında yerleşmişti. Anaokulu öğretmeniydi ve Baltık Denizi’nde, Muritz’de bir yaz kampında çalışırken, ciğerlerini ısıtmaya çalışan Kafka’ya denk geldi. İkili orada geçen birkaç haftada her gün birlikte vakit geçirdi. Felice’in kulağına fısıldadığını, Dora ile yaptı. Berlin’de aynı dairede yaşadılar ve Siyonizm, Yidiş edebiyatı, sosyalizm ile ortak noktaları hakkında konuştular. Filistin’e, ana yurda gidip bir restoran açmayı hayal ettiler. Kafka garson olacaktı. Kafka’nın veremi aniden kötüleşmese, Viyana’da bir sanatoryumda kırk birinci yaş gününe bir ay kala ölmese, bu gerçekleşebilirdi. Kafka’nın ölümü sonrasında Dora, tiyatro grupları aracılığıyla Kafka’nın yapıtlarını duyurmaya çalıştı, denebilir. Gestapo ensesine binmese, bu da gerçekleşebilirdi. Yer altına çekilen Dora Lutz Lask isimli bir komünist ile evlendi. Gestapo kocasını tutuklayınca kızını da alıp Londra’ya kaçtı. Bugün bir Bangladeş mahallesi olan Doğu Londra’nın Brick Lane semti, savaş sonrasında bir Yahudi mahallesiydi. Kafka ile hayalini kurdukları restoran böylece Londra’da açılmış oldu. Bugün Tottenham Hotspur taraftarlarının lakabının Yidiş olmasında, Kafka’nın gölgesi vardır, olmalıdır.
Dora, Kafka’nın son anlarında hastaneye bir tutam çiçek ile gelmiş denir, Kafka’yı görmesine izin verilmez. Bir yerli film sahnesini aratmayacak gerçeklikle, hemşirenin tanıklığında, Kafka son aşkını görememiş, gönderdiği çiçeği koklamıştır. Dora, daha sonra Latz’dan olan kızına Franziska Marianne adını verir, kim bilir.
Dora Diamant, Baltık kıyısında Yahudi çocuklar için açılan bir yaz kampında çalışırken, o sırada kırk yaşındaki Franz Kafka gözüne nevrotik, hasarlı biri olarak değil omuzları geniş, ince ve hoş bir erkek şeklinde belirmiştir. Berlin’in banliyösünde geçirdikleri son aylar, Kafka’nın vereminin ilerleyişine rağmen, yazar için üretken bir dönemdi ve bu dönemde yazarı ziyaret edenler, kendisini mutlu ve huzurlu gördüklerini aktarmışlardı. 1924 yılında bir kış gecesi Kafka uzanmışken, Dora kendisine uzatılan sayfaları yavaş yavaş, teker teker yaktı. Kafka’nın birçok mektubu, öyküsü, notları parmaklarının arasından küle döndü, bir kovada üst üste, genzi yakan bir koku bırakıp yığıldı. Dora, yaptığını Max Brod’a anlattı. Brod kendisine aynı amaçla verilen kağıtlara aynısını yapmadı. Yıllar geçtikten ve Gestapo evleri bastıktan sonra, 1933 Mayıs’ında kitap yakmalar başladığında Kafka ilk önce fark edilmedi. Nice sonra, Naziler Jack London, Paul Klee, Ernst Ludwig Kirschner, Marc Chagall gibi isimlerin olduğu “dejenere sanatçılar listesi”ne Kafka’yı da ekledi.
Dora diyorduk, Kafka ile uykusuz kalma yarışı yaptıkları oyunlar oynadı, birlikte devamlı gittikleri vejeteryan lokantasının yanındaki dükkanın tabelasına bakıp hınzırca gülümsediler, tabelada “H. Unger” yazıyordu, “hunger-açlık” birlikte doyduklarından artık önemini kaybeden hikayelerden biriydi.