Friday, May 20, 2016

Arusyak Mıgırdiçyan Arşivi - İstanbul

Bu sayfada yayınlanan materyaller İstanbul, Balat doğumlu Arusyak Mıgırdiçyan’a aittir. Bu nesne ve fotoğraflar kendisine anne ve babasından kalmış. Annesi Şınorhig Mıgırdiçyan (evlenmeden önceki soyadı Kıltyan), 1910’da Sivas, Kangal’da doğmuş ve 1985’te İstanbul’da vefat etmiş. Babası Kevork Mıgırdiçyan 1910’da Erzincan’da doğup, 1983’te İstanbul’da vefat etmiş. 1938 yılında evlenmişler. Arusyak’ın sahip olduğu eşyaların bazıları annesi Şınorhig’in çeyizinin parçalarıdır.

Arusyak’ın anne tarafından büyükbabası Hagop Kıltyan’ın, 1935 yılında İstanbul, Kumkapı’daki patrikhane kilisesinde düzenlenen cenazesi merasimi.
Sivas, Kıltyan ailesi. Sağda oturan: Hagop Kıltyan. Ortada ayaktaki Takuhi Kıltyan (Hagop’un karısı). Diğerleri Hagop’un kızları Baydzar ve Lusig. Hagop, ilk eşinin vefatından sonra, dul bir kadın olan ve Misak isimli bir oğlu bulunan Takuhi’yle evlenir. Hagop ve Takuhi’nin evliliklerinden Şınorhig (Arusyak’ın annesi) adını verdikleri bir kızları olur.
Sivas, Kıltyan ailesi. Oturan Hagop Kıltyan, onun sağındaki karısı, Takuhi Kıltyan. Diğerleri kızları Baydzar, Şınorhig ve Diruhi.
Sivas, Kıltyan ailesi. Ayaktakiler, soldan sağa: Baydzar, Diruhi ve Şınorhig. Oturanlar: Takuhi ve Hagop Kıltyan. Onların önündeki iki küçük çocuk, torunları Azniv ve Krikor.

Fotoğraftakiler Arusyak’ın teyzesi Baydzar Der Minasyan (evlenmeden önceki soyadı Kıltyan) ve kocası Bedros Der Minasyan. Fotoğraf muhtemelen Sivas’ta çekilmiş.

Wednesday, May 18, 2016

GİRESUNLU RUM EFTALYA NASIL GALATA GENELEVLERİNİN “ÇİKA”SI OLDU


Leyla Poyraz
Thomas Korovinis Giresunlu Rum Eftalya’yı (namı diğer Çika) 1989 yılının Haziran ayında İstanbul’da Yunan konsolosluğunun önünde tanır. Orada cüzi miktarda parasal yardım bulmayan çalışan trajik bir figür olarak tanımlar onu. Bu çok çekmiş kadının hayat hikayesini ise kendi ağzından kaydeder ve aynen aktarır.
1910 yılında başında Giresun’da doğan Eftalya’nın hayatı, babasının Topal Osman ve çetelerince tutuklanmasının ardından dağılan ailesi ve kendisini bir anda önce İstanbul’da bulmanın ardından yaşadıklarıdır Fahişe Çika kitabında anlatılan. Thomas Korovinis’in İstos Yayın tarafından yayınlanan Fahişe Çika adlı kitabı, Eftalya’nın bire bir anlatımlarından oluşur.
“Fahişe Çika” yani Eftalya, Giresun’un fındık bahçelerinden Galata gelenevlerinin sakini olmaya kadar varan öyküsünü tane tane anlatır. 1917 yılında yaşanan “müterake”* günlerinde birçok kişinin Topal Osman tarafından nasıl astırıldığını, babasının nasıl tutuklandığını, kızkardeşinin nasıl götürüldüğünü tekrar yaşarcasına şöyle ifade eder:
“Birden baktım; tam karşımda bir bahçe, bir ev ve bir asker, o bekçilerden -candarma- öyle tüfeğiyle bekliyordu. Ona iyice baktım, o da beni gördü ve bir hareket yaptı, in oradan diye. Ben ama alay ediyorum onunla, dilimi çıkarıyorum, şöyle yapıyorum, böyle yapıyorum. Sonra bir bakıyorum içeriye, bahçeye, bu da ne, iç çamaşırlar, olur mu diyorum, iç çamaşırları mı bekliyor bu? Ama çamaşır değil, asılmış biri vardı içeride, onu bekliyordu. O gün Mütakere* olmuş. Benim haberim yok. 1917’ydi. Dışarıda ana baba günü olmuş. Yağmaladılar, vurdular, döktüler; bizimkiler kızkardeşimi alıp gittiler; Ruslar gitti, karman çorman olmuş, ah neler olmuş Giresun” ama bütün Karadeniz”e de; köylerimiz, bütün ahali Yunan, Hıristiyan, iyi Hıristiyan, hepsi hamarat, bütün Karadeniz. Baktım bu adam gene işaret ediyor, git diyor, hoşt hadi git. Ben de biraz sonra paravramı sardım, çantamı aldım, ekmekçiğimi ve sıvıştım. Düz yola çıktım, inmeye başladım, yürüdüm babam yürüdüm. Evimiz uzaktı, dörtyolda bir tane daha asılmış. Yanına vardım, baksana dedim, neden dilin dışarda, neden boynuna bu tabela asılı, Türkçe yazıyor, ne yazıyor? Ve uzaklaştım, biraz yol aldım. Bir de ne göreyim, biri daha asılmış, yanında da bir tane pala bıyıklı jandarma, üniformalı, sert, çok sert, git diyor.
Oradan tabana kuvvet yola düştüm dosdoğru yukarıya, gene dörtyolda, öyle dört tane kavşak vardı eve kadar, ben gene orta yerde ve bir tane asılmış daha.
Ama o zaman korktum gayri, biraz kendime geldim. Dedim ki, şimdi Eftalya kafanı çalıştır azıcık, durumu iyi idare et, yoksa buradan sana hayır yok. Dedim ki içimden burada sinema, orada evimiz, burada Topal Osman Ağanın konağı. Hıristiyanları bu öldürüyordu. Rabbim İsa, lanetli Topal Osman, çeteci, büyük çeteci, çok kötü adam, ruhu şad olmayasıca. O zaman bir korku çöktü üstüme, bir titreme ve adamı gördüm git oradan dedi. (…)
Babamı, yalnız babamı değil, hepsini tutup gönderdiler, bir tek adam bile kalmadı, hepsine eziyet ettiler.”
Tüm ailesi dağılan, babası Topal Osman tarafından tutuklanan, bir süre sonra da annesini kaybedenç, iki yaşındaki erkek kardeşi boğularak öldürülen Eftalya tek başına kaldığı Giresun’da önce Müslüman bir kadın tarafından İstanbul’a kaçırılır. Burada da yalnızlık ve yaşadığı bir sürü olay onu Galata genelevlerine kadar sürükler. O artık “Çika” olmuştur. Çok haz etmez bu isimden “Eftalya” olduğunu hiç unutmaz. Çok milletten kadın vardır bu genelevlerde. Soykırımlar, katliamlar en çok kadınları özellikle de çocuk denecek yaştaki kadınları vurur. Eftalya da 14 yaşındadır genelevde çalışmaya başladığında. O zor geçen hayatında anıları ayakta tutar onu.
Artık 80’e merdiven dayadığında tanıştığı Korovinis’e Pontos’a, Pontos Rumcasını konuşmaya duyduğu hasreti de şöyle ifade eder son sözlerinde:
“Çok çile çektim. Arkamdan hep dedikodu. Dilimi istediğim gibi konuşamadım. Yabancı bir milletin içinde yaşadım. Hayatım kalbimde bir dikenle geçti. Yalan dünya. Zaman zaman göğsümde bir ağırlık. İsa gibi. Bir çarmıh mı var sırtımda, bir kaya mı? Ne biliyorum ben? Bulaştım. Kısmet, Şimdi Pontus’ta olsam torunlarım olurdu, onlara bakardım, okulda alfabelerine, oyunlarına yardım ederdim onlara. Bir meşgalem olurdu, bir işim olurdu. Bu yalnızlık yemezdi beni, bu kimsesizlik. Çare yok. Şimdi artık bunların ayaklarının altındayım. Fındık ağaçlarım olacaktı, fındıklarım olacaktı, onları satıp yaşayacaktım, en güzel fındık bizim oralardan çıkar. Ticaret yaparlar, yurtdışına, her yere. Güzel palamutumu yiyecektim, kiremitin üstünde pişirecektim taze taze, hamsiyi pişerecektim, ondan güzel pideler yapacaktım. Ya da Atina’da olsaydım. Yunanistan”da olsaydım. Yunanistan, Atina, Yunanca işitseydim, yalnız Yunanca. Bir köy de olsaydı, küçük bir köycük. Yunan sigarası içseydim. Sizin oralarda ölseydim, serbest olsaydım, serbest ölseydim.”
*Burada mütareke derken kast edilen, devrim sonrasında Rus ordularının Osmanlı topraklarından çekilmesini öngören 5 Aralık 1917 tarihli Erzincan mütakeresidir.

Saturday, May 14, 2016

Max Stirner ve "Biricik"

Kuşlar gibi şarkı söylerim
Konduğum dalda
İçimden gelen şarkı
Bedelini öder herşeyin.

(Max Stirner'in bir şiirinden)

Max Stirner (Gerçek adı: Johann Kaspar Schmidt) 25 Ekim 1806’da Almanya’nın Bavyera Eyaletinin ücra bir kenti olan Bayreuth’de doğdu. Babası Flüt imalathanesi olan orta sınıf bir zanaatkardı. Mesleğinde ticari açıdan başarı sağlayamamıştı. Küçük Max, babasını erken yaşta kaybetti. Annesi maddi zorluklar nedeniyle tekrar evlendi. Doktorlar, Max’ın annesinin ruh sağlığı için hava değişimi önermişlerdi. O da yeni kocasıyla beraber Kuzey Almanya bölgesine gitmeyi tercih etti. Max ailesinden uzakta ilk defa yalnız kalmıştı. Annesi Max’ı akrabalarına bırakmıştı. Öğrenimi aynı şehirde devam ederken liseye kadar okulun en zeki öğrencisiydi. Lise öğretmeninin koyu bir Hegel hayranı olması, Stirner’i etkilemişti Annesinin tekrar Beyreuth’a dönmesiyle beraber Stirner kararını vermişti; O günün bütün Avrupalı genç radikalleri gibi Hegel’in derslerini izlemek için Berlin’e yol aldı. Berlin Üniversitesi’nde bölümü felsefeden çok siyaset felsefesi ve iktisada merak sardı. İleri derece İngilizce ve Fransızca öğrendi. Liberal düşüncenin bütün ekonomik ve siyasi düşüncesini bu zamanda kavradı. Bu kavramaya, eserleri orijinalinden okumasının büyük etkisi vardı. Daha sonra birdenbire hayat çizgisini alt-üst edecek bir şey yaptı. Max Stirner, annesinin ruh sağlığının bozulması nedeniyle tam 3 yıl boyunca kendi deyimiyle bilinçli olmayan egoist bir halde yani “Özgeci” olarak annesine baktı.
Annesinin bakımını tek başına üstlenemeyeceğini anlayan, Stirner tekrar kendi hayatına döndü. Stirner, geçimini sağlamak için Berlin üniversitesinde Prusya hükümetinin vereceği öğretmenlik belgesini almak için sınavlara girdi. Zor bir sınavı kazandı ve belgeyi aldı. Fakat Prusya Hükümeti Stirner’i herhangi bir okula atamayı reddetti. Stirner bu olayın üstüne asla gitmedi. Stirner’in kişiliğinde, bağımsızlık yanının ağır basması haricinde, başka kimseden hiç bir şey istememesi ve üzücü olaylar karşında saygıyla karışık bir kayıtsızlık hali hakimdi. Stirner’in bu demirden kişiliği onu aşırı bilinçli ve mütevekkil yapmıştı. Bunu izleyen senelerde Stirner tam üç yıl boyunca parasız stajyer öğretmen olarak çalıştı. Bu yıllarda ev sahibesinin kızıyla geçirdiği aşk dolu yıllarda kızın annesi Stirner’den ev için tek kuruş para istemedi ve yemekleri onun evinde yemesi Stirner’i bu yıllarda kurtardı. Daha sonra bu hanımla evlenmesinin ardından karısı çocuğuyla beraber doğumda öldü. Stirner bu üzücü olayın etkisiyle tekrar annesinin bakımı için doğduğu yere döndü. Ve 1840’da özel bir okul olan Madam Gropius’un okuluna iyi bir maaş ile kabul edilmesiyle birlikte Max Stirner kafasındaki zekayı, hüneri ve farklılığı çıkartabilecek bir duruma kavuşmuştu. Anında Almanya’nın en radikal grubu kabul edilen “Die Freien”, “Özgürler”e katılarak, kendisini göstermeyi bildi. Fakat Stirner şaşkındı, bu grup ününe rağmen kendisinden daha radikal ve entelektüel bir birikime sahip değildi. Grup içindeki tartışmalarda profesörler, kürsü başkanları, şairler, çok satanlar listesinde ön sırada bulunan yazarların yanında Kızlar akademisinin sakin ve gösterişsiz öğretmeni az konuşmasına rağmen etkili olmaya başladı.
“Özgürler” grubunda herkes ile iyi anlaşan, iyi bir dinleyici ve güler yüzlü olan Stirner, buna rağmen asla kimse ile dost olmamaya özen gösteren bir kişiydi. Grubun güzel, bakımlı, hür ruhlu Musevi asıllı üyesi Marie Dahnhardt ile takılmaya başlamasıyla birlikte hayatının en önemli yapıtı olan “Biricik ve Mülkiyeti”ni yazdı. Marie ile evlenmeye karar verdiğinde evlilik yüzüğü olarak kullanılan perde’ye takılan bakır halkalarının yanında gelinin gelinliği bile yoktu. Papaz nikah kıyarken gelin ve damadın arkadaşları poker oynuyorlardı. Stirner bohemce evlendiği bu dönemde bir çok makale ve en önemli yapıtını kaleme aldı. Biricik ve Mülkiyeti; yeni doğmuş bir bebeğin geleneğin ve dilin onu daha baştan köleleştirmesiyle başlar. Stirner bu durumu olumlar ve “doğal durum” der. Ama bebek “doğal durum”da bile sadece kendisidir. Çünkü bebek kendi DNA’sıyla, kendi zihniyle ve kendi acıkan midesiyle yani, tepeden tırnağa varoluşuyla kendisidir. Bebek büyüdükçe dünyayı “Kendi” algısıyla yorumlar.
Yapılacak en önemli şey bu yoruma başkalarının hiyerarşisi, eğitimi, zorbalık ve sinsi planla katılmamasıdır yalnızca. Dil için yeni bir şey ifade etmenin son derece zor olmasıyla koşulu ile Stirner bu durumu hazmetmemiz gerektiğini söyler. Bebek büyüdükçe kendi algısıyla dünyayı biricik olarak ifadelendirmeye başlar. Bu da onu eşsiz, örneksiz ve sadece kendi olması ile sonuçlandıracaktır. Artık Biricik, nasıl ki annesinin oyun oynarken arkadaşlarının arasından zorla almasına direniyorsa onu çerçeveleyen başkalarının dünyasına da karşı çıkmaya başlayacaktır. Bu Bebeğin dünyasından önce varolan bilgi ve düşünce geleneğini, demir leblebi’yi çiğnemesi gibidir. Çünkü zihin, mantık ve akıl her bir bireyde bir ve tek’tir. Bunun için “biriktirilmiş bir bilgi denizi” varolsa bile yine de bu bütünlüklü denizi biricik-birey yalnızca kendisi kendi kadar algılayacaktır ve başkalarına da onların algılayabileceği kadar aktarabilecektir. Sadece birkaç durum bu olayı bozar. O da EVRENSELCİLİK ve ÖZCÜLÜK meselesidir. Çünkü “Biriktirilmiş Bilgi Denizi”ni algılamak eğer bir yasaya, karara ve zorbalığa bağlanmak istenseydi; bu da Dil’in köleliği ile yapılabilirdi. Yani Biricikte bir biricik daha bularak bunu HERKES’te var olduğunu iddia etme durumu olarak özcülük (Örn: Ahmet, Mehmet bir türe aittir. Bu tür, türdeş durumdur ve Bunun adı İNSAN’dır.
İnsan hak ve özgürlükleridir), genel’i tek’e üstün sayma, Doğa’da olmayan Hiyerarşi yaratma, Parçaları BÜTÜN karşısında yok sayma... vs. Yapıt daha sonra bunun gibi Biricik’liği reddeden Soyutlamalara, siyasete, dine, geleneğe, prangalara, Kutsal düşünceye, Medeniyet denilen aslında Birey için büyük bir hapishane olan gerici tarihe, Doğrunun ve gerçeğin asla ve kata biricik dışında düşünülemez ve söylemez olduğunu ifade ederek devam eder. Bu yapıt’ın getirdiği yankı Almanya’da büyük yankı uyandırdı. Karl Marx, kıskançlıkla anında bir cevap verme gereksimi duydu. “ALMAN İDEOLOJİSİ” adlı eserinde Stirner’in yapıtına kelimesi kelimesine cevap vermek gereğini hissetti. Marx, Stirner’den hareketle maddecilik, emek sömürüsü ve yabancılaşma teorisini birebir Stirner’den alarak eserleriyle daha tanınmış hale geldi. Nietzche Stirner’in düşüncesini birebir alarak kendi üslubuyla aforizmalarıyla üne kavuştu. Fakat birçok düşünürün Stirner’in düşüncelerini alıntılayarak üne kavuşmalarına rağmen Stirner’in karanlıkta kalan fazla aydınlık eserini asla ön plana çıkarmamayı düşündüler. Bu da Stirner gibi mütevazı ve sinik gözüken bir kişiliğin deha parıltıları taşıyan bir eser vermesinden kaynaklanır. 1856 yılında zehirli bir sinek sokmasıyla 50 yaşında ölen Stirner’in, ölmeden önce gene Alman ve Avusturya liberal düşüncesini etkileyen iki kitap çevirmesi çok önemlidir. Zahmeti büyük kazancı çok küçük olan bu iki kitap çevirisi çok ilginçtir. Bu kitaplar J. B. Say’in iktisat eseri ve Adam Smith’in Ulusların Zenginliği kitabıdır.