Bacaktan çok tekerleklerimiz var
Büyük, modern şehirlerde otomobillerin diktatörlüğünde dayatılan yaşam tarzı hoşuma gitmiyor. Biz insanlar yürümeyi unutuyoruz. Bacaklarımız var ama her seferinde onları daha az kullanıyoruz. Gerçekte bacaktan daha çok tekerleklerimiz var. Tamamen motorize olmuş durumdayız. Üstelik ben yürürken sözcükler de içimde yürüyor. Yani ben yürürken yazıyorum, hikâyeler ben yürüdükçe içimde yürüyen sözcüklerle büyüyor.
Ben hayata benzeyen bir dille yazmak istiyorum. Yani his düşünce, aynı zamanda hem düşünenebilmek hem de hissedebilmek, kalbin ve mantığın birleştiği yerde hislerin ve düşüncelerin dünyasında. Zannediyorum ki bu dünyalarda sözcükler yürüyerek birleşir. En azından ben öyle hissediyorum. Sözcüklerle yürüyorum, sonra yazıyorum. Bir şekilde bu sözcükler bana doğru yürüyorlar.
Bu yüzden her zaman şunu söylüyorum, kitaplar beni yazıyor, ben onlar için yazıyorum. İçimdeki kapının çalınma vaktine kadar yavaş yavaş, uysalca büyüyorlar. Dudaklarımın kapısını çalıyorlar, ellerimin kapısını çalıyorlar. Tık tık tık, dışarı çıkmak istiyorlar, daha fazla şeye ulaşmak istiyorlar.
Beceriksizin biriyim
Ben elinden hiçbir şey gelmeyen beceriksizin biriyim. Bu yüzden doğduğumdan beri hep şunu yapayım bunu yapayım diye çabaladım. İlk önce futbolcu olmak istedim ama bacaklarım istemedi. Yani Galeano değil, Lugano olmak isterdim… Sonra din adamı olmak istedim ama günahkâr beynim yüzünden onu da olamadım. Sonrasında ressam olmak istedim, bir dönem oyalandım. Ama her zaman söylemek istediklerimle söylediklerim, yani arzular ve gerçekler arasında büyük bir uçurum olduğunu hissediyordum. Bu yüzden çok zorla da olsa yazmaya başladım.
Benim için yazmak çok meşakkatliydi. Şimdi yazmaktan keyif almama rağmen hâlâ benim için meşakkatli bir iş ve beni zorlamaya devam ediyor. Ama ilk yazma deneyimlerim bana pek keyif vermiyordu. Onun yerine hızlı gazetecilik yapmak daha çok hoşuma gidiyordu.
Gazeteciliğe on dört yaşımda karikatürist olarak başladım. Daha sonra ilk makalelerimi yazmaya başladım. Ancak hiçbir zaman ciddi konular üstüne yazmıyordum, ayrıca hoşuma da gitmiyordu. Daha çok bir gazeteci gibi haber peşinde koşmayı seviyordum. Çok çok sonraları yazma keyfini hissetmeye başladım. Bu, hiçbir zaman beyaz bir sayfanın başına oturunca duyduğum paniği yatıştırdım anlamına gelmiyor tabii. Yazarken aynı paniği hâlâ hissediyorum.
Bazen yazma isteği beni korkutuyor. Söylemek istediklerimi layık oldukları gibi anlatamayacağımdan korkuyorum. Çünkü gerçeklik ellerimden daha verimlidir. Benden çok daha fazla şey bilir. Bu yüzden çoğu sefer yazmak beni ürkütür. Ama korkuyu yendikten sonra aldığım keyif olağanüstüdür. Bir konu üstünde çalışırken fazla sözcükleri silmek, firari sözcükleri aramaya çıkmaksa uçsuz bucaksız bir keyiftir.
Bazen yazdıklarımın söylemek istediklerime yeterince benzediğine inanma şansı yakalıyorum. Bu bana çok keyif veriyor. O zaman bana az çok iyi gelenleri yayımlıyorum. Üstelik tek yapmayı bildiğim şey de bu, yani yazmak. Bunun dışında hiçbir şey yapmayı bilmiyorum. Araba kullanamam, patlak bir ampulü değiştiremem, bozuk fişi onaramam, tamamen beceriksiz bir adamım.
Yalnızca avcum kaşındığı zaman yazıyorum
Deneyimlerim bana şunu gösterdi; beynim bunu yazmak gerekir dediğinde, ellerime emir verdiğim zaman ellerim bana itaat ediyor ama gönülsüzce; çıkan sonuç hiçbir zaman inandırıcı olmuyor. Ellerim yalnızca kendi canı istediği zaman coşku ve heyecanla yazıyor, verilen emir üstüne değil. Ellerim kaşınınca yazıyorum.İçimdekiler bir şeye benzediği zaman onları yazma gereği duyuyorum. Yani ellerim yazmak istediği zaman, yazacaklarım beynimde olgunlaşmış oluyor. Bunun müzikle de ilgisi var. Sözcüklerin yalnızca bir anlamı değil, aynı zamanda sesleri de vardır. Bu sesler öteki seslerle birleşir ve bir melodi oluştururlar. Okurun kulağına ulaşan işte bu melodidir. Bununla birlikte, sözcükler bir de anlam ifade eder. Tarihi ifade ederler, idealleri ifade ederler vb. Müzik gibi birinci mevkide değer görürler.
Çevirmen, formasıyla bütünleşmeli
Çevirilerde sözcüklerin orijinal müziği kayboluyor, ama yazının orijinal melodisine saygı gösteren, ona sadık kalan bir çevirmen, duyduğu müzikle birlikte yeni bir müzik yaratma durumundadır. Çevirmen, çeviri yaparken bir coautor, yani yardımcı yazar görevi görür. Böylece çeviri, yaratıcı bir sanat haline dönüşür. Bu da çok yorucu bir iştir. Tüm dünyadan çevirmenlere kölelik ücretleri ödendiğinden, çeviri nadiren sanata dönüşür. Yalnızca… futbol deyimiyle söylersek, çevirmen formasıyla bütünleşince, yani çevirmen çevirdiği metinle kendini özdeşleştirince, ancak o zaman ona az ya da çok ne ödeneceğini umarsamadan o yeni müziği yaratır. Çevirmenlik gerçekten de çok zor, çok nazik ve günümüz dünyasında çok haksız bir biçimde ücretlendirilen bir iştir.
Türkiyeli okurla çok iyi bir bağ kurdum
Neden bilmiyorum ama kitaplarımın bazı ülkelerde öteki ülkelere göre şansı daha yaver gitti. Bazen İspanyolcadan çok farklı yapısı olan dillerde, örneğin Türkiye gibi ülkelerde söylediğim yaşandı, ki Türkçe bizim dilimizden çok çok farklı bir dil. Ama, buna rağmen kitaplarım okurlarla çok iyi bağ kurdu, insanlara ulaştı. Bu durum bana gerçekten çok büyük mutluluk veriyor. Çünkü bana göre sınır diye bir şey yoktur. Yani gönlün haritasında sınırlar yoktur. Bir insan başka ülkelerde yaşayan, başka diller konuşan, değişik kültürden bir başkasıyla kendini yurttaş (kendini aynı ülkenin vatandaşı) hissedebilir. Aynı zamanda bir kişi “Ben onlarım, onlar da ben” diye de hissedebilir. Bu yol çok daha doğal. Bu düşünce biçimi hayatta kalmaya çok yardımcı olur, çünkü bu dünya komşuna güvenme şiarı üstüne inşa edilmiştir.
Dünya korku diktatörlüğünün boyunduruğunda. Komşudan gelecek tehdite karşı eğitiliyoruz. Komşun seni kaçırabilir, tecavüz edebilir, yalan söyler, işini elinden alır, eşini elinden alır, kim bilir daha nelerini elinden alır. Ötekilere dikkat et! Yanına oturan adam bir terörist olabilir. Şu gülen kadın sana bulaşıcı bir hastalık bulaştırabilir. Korku ülkesinde yaşamaya eğitilmişiz. Bu yüzden kardeş, kız kardeş, sevgili gibi sözlere çok değer veriyorum.
Dünyanın vicdanı olmak istemem
Ben dünyanın vicdanı olmak istemem. Ama elbette ki dünyanın, hayatın açıklanmasında, anlamlandırılmasında yardımcı olma yeteneğine sahip olmayı isterdim. Ne anlamda derseniz, bana göre insanlığın gökkuşağı, gökyüzünün gökkuşağından çok daha fazla renge sahip. Yani hayran olduğumuz, güneş ve yağmurun bir araya gelmesinden oluşan gökkuşağı, bizim, insancıkların dünya üstünde var olarak oluşturduğumuz gökkuşağından çok daha az güzelliğe sahiptir. Ama görünen o ki bizler bizzat kendi kendimizin körüyüz. Kendimizi görebilme yeteneğimiz yok. Çünkü insanlığın yarısını yok sayan maçizm yüzünden, ırkçılık yüzünden, militarizm yüzünden, elitizm yüzünden, bizi azaltan, yok sayan, küçülten, bir parçası olmak istediğimiz olası bütüncül güzelliğe ulaşmamızı engelleyen sakat bir bakış açımız var. Öyleyse gökkuşağının kurtarılmasının yolu bizim onu görmemizi engelleyenleri teşhir etmekten geçer. Yani kafeslerden nefret etmeden özgürlüğe sevdalanamam. Başka türlüsü ikiyüzlü, sahtekâr bir şey olurdu. Bu yüzden dünyanın güzelliklerini görmemizi engelleyenleri teşhir etmek için insanlığın kayıp anılarını (memorias perdidas – “insanlığın kayıp tarihi” de denebilir) kurtarmakta ısrar ediyorum.
Kadınların kayıp anıları, tek suçu daha koyu bir renge sahip olmak olan insanların kayıp anıları, unutulmuş coğrafyaların kayıp anıları, söylemeye değer şeyleri olduğu için hatırlanmayı hak eden, unutulmuş, bugün bile terörist ilan edilerek diskalifiye edilmiş insanların kayıp anıları…
ABD terörizm hakkında konuştuğunda onları asla ciddiye almıyorum. Kötü bir mizah duygusuyla yapılmış kötü bir şaka olduğunu düşünüyorum. Dördüncü sınıf bir mizah…
Hepimizin bir başkasına söyleyecek, anlatacakları dinlenmeye, kutlanmaya en azından affedilmeye layık bir şeyleri vardır. En büyük sorun insanlığın büyük bir bölümünün ağzının kapalı olması, seslerinin duyulmamasıdır.
Teknolojinin ve kitle iletişim araçlarının gösterdiği inanılmaz gelişmeye rağmen, baskın sesler dünyadaki var olan seslerin çokluğuyla kıyaslandığında çok küçük bir topluluğa aittir. Bu yüzden duyulmayan seslerin, bir şeyler söyleme yükümlüğü olan seslerin dinlenmeye daha layık olduğunu düşünüyorum. Geri kalan seslerin büyük bölümüyse sahibinin sesinin yankısından başka bir şey değildir.
Biz erkekler kadınlardan korkarız
Kadınların dünyası biz erkekler için gizemli bir dünya. Bu gizem hem arzu hem de korku üretiyor.
Zaten sahip olduğumuz, bize yeterince sorun yaratıyor. Freud penis hasetinden söz eder, ama ben, dediğim gibi onun varlığından şüpheliyim. Ama şu var, dünyanın hali hazırdaki durumunu gözler önüne seren öteki panik, yıllardan beri süregelen erkek egemenliği, maçist üstünlük tamamen korkunun eseridir, tıpkı diktatörlükler gibi korkudan doğar ve ondan beslenir. İşte bu yüzden biz erkekler kadınlardan korkarız!..