13 Ekim 2014 00:05
Esad yönetimini
de, Suriye muhalefetini de, liderini halife ilan eden IŞİD’i de, kendi
Kürtlerini en asgari koşullarda bir “açılım süreci”ne razı etmeye çalışan
Türkiye’yi de, bölgedeki naylon ve zorba devletleri de, onların efendisi
‘uluslararası toplum’u da rahatsız eden Rojava Kürtlerinin kurduğu yönetim
biçimiydi; laik, demokratik, katılımcı, halkın kendi kendini yönettiği; çok
dilli, çok kültürlü, bütün dinlerin, mezheplerin ve farklı etnik yapıların
barış içersinde bir arada yaşadığı bir modeli gerçekleştirmişlerdi.
Bir havan, obüs ya
da top mermisi her an tepemize inebilirdi. Bu yüzden bizi Mürşitpınar sınır
kapısına yakın bir binaya almışlardı. Biraz sonra da “Sizin güvenliğiniz için”
diyerek değiştireceklerdi bulunduğumuz yeri.
Genç YPG
savaşçıları giderek yaklaşan bir kent savaşının telaşlı koşuşturması
içindeydiler; “Kobane’ye girecek IŞİD çetelerine sürprizler hazırlıyoruz” diye
gülüyorlardı.
Kobane Adalet
Divanı ve Kürdistan Demokratik Toplum Hareketi üyesi Ferhan Haceis, sivil
kıyafetlerinin üzerine muharebe yeleğini giyip eline kalaşnikofunu alarak düştü
önümüze. Bize kenti gezdirecekti.
Erkeğiyle
kadınıyla silahlanmış insanların gezindiği, tek tük açık dükkânlardaki
insanların bizi görünce zafer işareti yaptığı sokaklarda gezerken Haceis’e
ellerinde sağ yakalanmış kaç IŞİD esiri olduğunu sordum.
Öyle ya, kenti yok
etmek, bir kent halkını katletmek üzere Kobane’ye saldıran çetenin
cellatlarından herhangi birini sağ yakalayınca ne yapıyorlardı? Çünkü ortada
bir savaş hali vardı ve karşılarındaki katil sürüsü savaş hukukunun en küçük
bir kuralına bile uymuyordu.
“Sayısını veremem”
dedi Haceis, “Ama şunu söyleyebilirim ki hemen hemen her ülkeden bir ya da
birkaç IŞİD üyesini sağ yakaladık. Bunlar tutuklular ve yargılanıyorlar. Ama ne
ceza alırlarsa alsınlar, bizim kantonumuzda da Rojava’nın tümünde de asla idam
cezası yok.”
“Asmayıp da
besliyorlar yani” diye düşünürken bir adım daha ilerisini anlattı:
“Hukukçulardan bir
heyet kurup cezaevinde kalan IŞİD üyelerinin sorunlarını, ihtiyaçlarını
saptadık. Bazıları televizyon istedi. İçlerinde Kuran isteyenler de oldu.
İhtiyaçlarını karşıladık.”
Bu yaklaşım
Suruç’a göçen Kobanelilerin anlattıklarını getirdi aklımıza. IŞİD çetelerinden
kaçanlar tanık oldukları vahşetin bin bir türlüsünü anlatırken, kent
yönetiminde de görev almış bir kadın biraz da sitemkârdı:
“Bize her türlü
zulmü yapıyor IŞİD çeteleri. Bizimkiler de sağ yakaladıklarını yargılamak üzere
cezaevine koyuyor. İdam cezası da yok, ölene kadar bakacaksın yani. Hatta bir
keresinde yakalanan IŞİD üyesi asayiş görevlilerinin arasında cezaevine
götürülürken, üç çocuğu bu çeteler tarafından öldürülmüş bir Kobaneli görür
görmez çekti silahını. Bizimkiler neredeyse silahın önüne yattılar bu barbarı
korumak için. Öldürülmesine engel olmak istediler. Ama başaramadılar. Yine de
çoğu cezaevinde yatıyor. Bizimkiler de günde üç öğün yemek verip bakıyorlar.
IŞİD’cilerin bizim cezaevinde yata yata enseleri kalınlaştı.”
‘Öldürdükçe
cennete gideceklerini sanıyorlar’
Benzer bir olayı
da geçen yıl Erbil’de PYD Lideri Salih Müslüm’le buluştuğumuzda yaşamıştık.
Tam röportaj
yaparken cep telefonu çalmış, Müslüm arayan numaraya bakıp “Bu çok önemli, bir
dakika bakabilir miyim?” demişti.
Telefonu
kapattıktan sonra anlattığına göre, Esad güçleriyle Gziro’da yaşanan çatışmadan
sonra rejim güçlerinin elindeki bölge kuşatılmış. Tam 12 gün sürmüş kuşatma.
300 kişiyi kuşatan YPG güçleri bir yandan Esad’ın askerlerine “teslim ol”
çağrısı yaparken diğer yandan da bölgedeki Arap nüfusu ikna etmeye çalışmışlar:
“Kardeşim biz bunu
yapıyoruz ama biz size karşı değiliz. Sizinle beraber bu yerleri yönetmek için
ortak komiteler, meclisler kurabiliriz. Beraber her şeyi yapabiliriz. Ama bu
rejim güçlerinin burada kalmaması gerekiyor.”
Bölgedeki Araplar
da ikna olup Kürtlerin kalkışmasına katılınca, Esad’ın askerleri sonunda teslim
olmuş. İşte gelen telefon da, bu zaferi haber veriyormuş.
Müslüm bu noktada
bize diğer Esad muhalifleriyle farklarını anlatmıştı.
“Burada Arapların
desteği veya en azından sessiz kalması olmasaydı çatışma çok daha kanlı
geçerdi. Hatta biz savaş ve çarpışma taktiklerinde bile değişiğiz. Bizim
yerimizde Esad’ın muhalifi diğer Araplar olsaydı ‘Kardeşim gelin teslim olun’
deyip 12 gün beklemezlerdi, katliam uygularlardı. Onlar ‘Bir kişiyi öldürüp
cennete gideriz’ diye bakıyorlar.”
Suriyeli
muhaliflerle ortak mücadele koşullarını görüşmek üzere birkaç ay önce
İstanbul’a gelen Rojava Heyetinde yer alan Halk Meclisi Başkanı Abdrulselam
Ahmad, Kürt Sol Partisi Genel Sekreteri Muhammed Muhammed, PYD Merkez Yürütme
Kurulu Üyesi Beşira Derviş ve Rojava Demokrasi Hareketi Diplomasi Sözcüsü Çınar
Salih savaş koşullarında bile olsa kurmayı başardıkları “demokratik özerk”
yönetiminin ne denli başarılı olduğunu anlatıyordu büyük bir coşkuyla.
İşte Esad
yönetimini de, Suriyeli diğer muhalifleri de, liderini halife ilan eden IŞİD’i
de, kendi Kürtlerini en asgari koşullarda bir “açılım süreci”ne razı etmeye
çalışan Türkiye’nin AK Parti Hükümetini de, bölgedeki naylon ve zorba
devletlerin liderlerini de, onların efendisi sömürgeci güçleri de rahatsız eden
Rojava Kürtlerinin kurduğu bu yönetim biçimiydi; laik, demokratik, katılımcı,
halkın kendi kendini yönettiği; çok dilli, çok kültürlü, bütün dinlerin,
mezheplerin ve farklı etnik yapıların barış içersinde bir arada yaşadığı bir
modeli gerçekleştirmişlerdi.
Rojava Halk
Meclisi Başkanı Abdulselam Ahmad’ın sözleri aslında ülkelerindeki,
bölgelerindeki, hatta dünyanın pek çok yerindeki bütün egemenleri korkutacak
nitelikteydi.
“Rojava yeni bir
tecrübe, yeni bir deneyim olarak halkların kendisini temsil edebildiği,
kardeşlik ve barış içinde bir arada yaşayabildiği bir yönetimdir. Yönetim
biçimimizin Suriye’ye yayılmasını ve örnek alınmasını istiyoruz.”
Tüm halkların
temsil edildiği parlamento
İşte buydu kendi
ülkelerindeki, bölgedeki, hatta “uluslararası toplum”u oluşturan egemenleri
korkutan. Bugün Rojava’nın üç kantonundan biri olan Kobane’de yaşananları ve
dünyanın bu büyük insanlık suçuna göz yummasına neden olan da bu korkuydu.
Zaten Esad
muhaliflerinin bile Suriye rejimini bırakıp Rojava’ya saldırmalarının nedeni de
buydu. Karşılarında kuracakları yeni Suriye devletinde despotluğu ya da ilan
edecekleri halifeliğin tek din, tek mezhep anlayışını kabul etmeyecek, şu anda
Ortadoğu’da yeni filizlenen bir büyük laik ve demokratik güç vardı. Bu Esad’dan
daha tehlikeliydi kendileri için ve bir an önce yok edilmeliydi.
Ahmad’ın anlattığı
sürece bakınca da bu durum tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyordu:
“Suriye mezhepsel
bir çatışmanın içine girmiş. Çatışmalarda üçüncü bir yol olarak kendi bölgemizi
savaşın dışında tutmaya çalıştık. Birçok alanda rejim güçleriyle çatışmalarımız
oldu. Onları kendi öz gücümüzle bölgemizden çıkarabildik. Bölgemizdeki Süryani,
Ermeni, Arap, Türkmen ve Kürtlerden oluşan bir yönetim modeli oluşturduk. Bugün
kendi kendisini yöneten Afrin, Cezire ve Kobane olmak üzere üç kantonumuz var.
Bizim güçlerimiz ilk başlarda bölgemize girmeye çalışan çeşitli silahlı
çetelere ve ÖSO’ya karşı durdu. Onların yenilgiye uğratılıp bölgemizden
çıkartılmasından sonra bu sefer El Nusra saldırıları başladı. Şimdi de IŞİD.
Bölgemizde de facto bir yönetim kurulmuş durumda. Halkın her türlü ihtiyacını
karşılayacak kurumlarımız mevcuttur. Cezire bölgesinde Türkmenler, Süryaniler,
Çeçenler ve Araplar birlikte yaşıyorlar. Ortak yaşamı düzenleyen bir anayasa ve
kanunlarımız oluşturulmuştur. Bu geçici bir yönetimdir. Dört ay sonra yeni
yönetim için seçime gidilecek. Yapılacak seçimlerde Kürtler, Araplar,
Türkmenler ve Süryaniler için bir kota belirledik. Cezire Kantonumuzun Meclisi
101 kişiden oluşuyor. Bu mecliste hiçbir halkın yüzde 10’un altında temsil
edilmesi kabul edilmeyecek. Parlamentonun tüm halkları ve inançları temsil
etmesini istiyoruz.”
İşte IŞİD
saldırılarının yoğunlaştığı şu günlerde Rojava Kürtleri yeni anayasaları
doğrultusunda geçici yönetimlerin yerine kalıcı yönetimler için seçim yapma
sürecindeydiler.
Kürtlerin büyük
suçu!
Suriye rejiminin,
Esad muhaliflerinin, bölgedeki egemenlerin, onların efendileri “uluslararası
toplum”un neredeyse panik derecesinde bir korkuya kapılmasına neden olacak
kadar insanca, adil ve özgür bir toplum kurma yolunda çok büyük adımlar atmıştı
Rojava Kürtleri.
Yönetimini
aldıkları kentlerde köylerde; halk evleri, gençlik, dil, kültür-sanat
meclisleri, eğitim, kadın örgütlenmeleri; mahkeme, asayiş ve meslek örgütleri
gibi kurumlar oluşturmuşlar.
Süryani-Asurî örgütlenmelerinin,
Arap partileri ve aşiretlerinin, Ermeni ve Çeçen yapılanmalarının da bu sürece
katılımı sağlanmış. Diğer Kürt partilerinin bir bölümü de bu oluşumda yer
almış. Ancak hala sürece katılmayan farklı Kürt partilerinin varlığından da söz
etmek gerek.
“Demokratik
özerkliğin” bir koşulu olarak “Halk Belediyeleri” için ağırlıklı olarak
hukukçuların, mühendislerin ve esnafın katıldığı; Ermenilerin, Süryanilerin,
Arapların, Türkmenlerin, Çeçenlerin de temsil edildiği meclisler oluşturulmuş.
Köylerden, sokaklardan, mahallelerden Kanton yönetimlerine kadar katılımcı bir
meclis sistemiyle herkesin söz ve karar sahibi olmasının yolları açılmış.
Kadın Akademileri,
kadınların evden çıkartılıp eğitim sürecine dâhil edilmesini ve oradan ülke
yönetimine katılmasını hedeflemiş. Belki de bugüne kadar güvenlik dışında en
yoğun faaliyet alanlarından biri de kadınların eğitimi olmuş ve Rojava
Anayasası gereği tüm bölgesel yönetim birimleri için “cinsiyet kotası”nın yüzde
40’ın altında olmaması öngörülmüş. Hatta bu uygulama bazı bölgelerde kadınların
yönetime yüzde 45-50 oranında katılımını sağlamış.
İşte bugün IŞİD’in
Kobane’ye saldırısıyla somut ifadesini bulan “Kürtlerin büyük günahı” böyle bir
sistem oluşturmaları.
Sadece Rojava’nın
değil Ortadoğu’nun anayasası
Kürtlerin
bölgedeki diğer etnik yapı, din ve mezheplerle birlikte kurmaya başladığı
Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri’nin “Rojava Toplumsal Sözleşmesi” başlıklı
bir anayasası var.
İşte bu
sözleşmenin ilk paragrafı:
“Din, dil, ırk,
inanç, mezhep ve cinsiyet ayrımının olmadığı, eşit ve ekolojik bir toplumda
adalet, özgürlük ve demokrasinin tesisi için; Demokratik toplum bileşenlerinin
siyasi-ahlaki yapısıyla birlikte çoğulcu, özgün ve ortak yaşam değerlerine
kavuşması için; kadın haklarına saygılı ve çocuk ile kadınların haklarının
kökleşmesi için; savunma, özsavunma, inançlara özgürlük ve saygı için; bizler
demokratik özerk bölgelerin halkları; Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri ve
Arami), Türkmenler ve Çeçenler olarak bu sözleşmeyi kabul ediyoruz.”
Meraklısı için
T.C. Anayasası’ndan da “giriş” paragrafını aktaralım:
“Türk Vatanı ve
Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü
belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz
kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve
ilkeleri doğrultusunda…”
Hani Türkiye’yi
yönetenler sık sık soruyor ya “Kobane’nin ne alakası var Hakkâri’yle,
Diyarbakır’la, Türkiye’yle” diye. Zaten Kobane’nin de bir parçasını oluşturduğu
Rojava Toplumsal Sözleşmesi’nin 31. Maddesine bakınca bunun ne kadar yerinde
bir soru olduğunu anlıyorsunuz!
“Dini inançların
yaşanması hakkı güvence altındadır, dinin siyasete alet edilmesi, din üzerinden
karşıtlık ve ayrımcılık yaratılması kabul edilemez.”
El hak doğru!
Gerçekten bu anayasa maddesiyle Türkiye’nin ne alakası var!
Aslında Rojava’da
kurulmakta olan sistemin ne Esad’ın Suriye’siyle, ne muhaliflerinin kurmak
istediğiyle, ne Ortadoğu’daki naylon ve despot devletlerin uygulamalarıyla ne
de Türkiye’deki egemenlerin yırtındıkları “tek din, tek mezhep, tek dil, tek
ırk” gibi bir “tekleme”yle hiçbir ilgisi yok.
Bu yüzden IŞİD
çetesi ve komşu devletler bölgede boy atan “çoğulcu, katılımcı, laik bir
demokratikliğe” düşman. Halkların kendi kendilerini yönettikleri bir sistemin
“kötü örnek” olarak, kendi ülkelerinde uyguladıkları despotluğu teşhir
etmesinden çekiniyorlar. Onların efendisi olan “uluslararası toplum” da böylesi
örneklerin artması sonucu kendi egemenlik ve sömürü alanlarının daralmasından
korkuyorlar.
İşte Rojava’ya;
kantonları Kobane’ye, Cezire’ye, Afrin’e önce Esad rejiminin, sonra Suriyeli
muhaliflerin, El Nusra’nın, bugün de IŞİD çetesinin saldırmasının ve bütün
dünyanın da burada yaşanan vahşeti ve kapıya dayanan soykırımı seyretmesinin
nedeni bu.
Ama Rojava’da
kurulmak istenen “yeni bir dünya” sadece Suriye’de ya da bölgede yaşayanların
değil, aynı zamanda tüm dünya halklarının, ezilenlerinin de umudu. Bu yüzden
IŞİD çeteleri Kobane’yi yakıp yıksa, içinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük
soykırımlarından birini yapsa bile insanlık var oldukça sürecek özgür, eşit,
adil bir dünya özlemi.
Bugün yaşadığımız
ise, insanlık tarihinin hiç de yabana atılamayacak bir kavşağındaki tercih
sorunu; Ya Kobane ya barbarlık!