Fotolar: Daniele Cascone
ALPER HASANOĞLU
Radikal Hayat / 19/10/2014
İntihar Ahmet Hakan'ın iddia ettiği gibi yenilgi,
cesaretsizlik, korkaklık değildir kesinlikle. Keşke öyle yazmasaydı Ahmet
Hakan. Çünkü ölen genç adamın bir ailesi var. Ve sevdikleri oğullarıyla ilgili, özellikle o öldükten
sonra, korkak, cesaretsiz, anormal olduklarını okumak istemezlerdi sanırım.
Hele cinayet işlemiş olduğunu düşünmeyi kesinlikle istemezlerdi sanırım.
İntihar çok netameli bir konu. Bu nedenle herkesin üzerinde
çok dikkatle görüş bildirmesi gerekiyor. Oysa geçen hafta içinde yaşanan
intihar vakasında da tanık
olduğumuz gibi büyük bir özensizlik almış başını gidiyor.
Sanırım bu özensizlikte intihar eden
genç adamın da biraz payı var. Çünkü intiharını herkesin çok dikkatsiz olduğu sosyal medya aracılığıyla hepimize duyurdu.
Keşke kendini öldürmeseydi. Çünkü bir psikiyatr olarak
biliyorum ki, intihar geçici bir sorun için nihai bir çözüm çabasıdır. Yaşam
geri getirilemez çünkü. Ölmek,
evet, acılara son vermektir. Ama çekilen acılarla başa
çıkmanın başka yolları da var. Bir insan ve bir terapist olarak biliyorum bunu.
İntihar Ahmet Hakan’ın iddia ettiği gibi yenilgi,
cesaretsizlik, korkaklık değildir kesinlikle. Keşke öyle yazmasaydı Ahmet
Hakan. Çünkü ölen genç adamın bir ailesi var. Ve sevdikleri oğullarıyla ilgili, özellikle o öldükten
sonra, korkak, cesaretsiz, anormal olduklarını okumak istemezlerdi sanırım.
Hele cinayet işlemiş olduğunu düşünmeyi kesinlikle istemezlerdi sanırım. Ben Ahmet
Hakan’ın bu konuyla ilgili özür dileyeceğini düşünüyorum. Çünkü o duyarlı bir
insan. Kimseyi bilerek üzmek istemez. En azından en öyle olduğunu düşünüyorum.
İsviçre’de uzun süre intihar riski çok yüksek insanlarla
çalıştım. İnsanların kendilerini öldürmekle ilgili içsel çatışmalarına, yaşamak
ve ölmek arasında karar vermeye çalışırken nasıl bir mücadele yürüttüklerine
yakından tanık oldum. İnsanın hayatına son vermeye karar vermesinin ve bu
kararı hayata geçirmesinin nasıl büyük bir cesaret gerektirdiğini biliyorum. Bunu yazarken
dikkatli olmam gerektiğini de çok iyi biliyorum.
Bütün umudun tükenmesidir intihar. Çekilen acının son
bulması için başka hiçbir çarenin kalmadığına kendini ikna etmektir. Keşke
bunun doğru olmadığını
bilebilse intihar eden
kişi. Yani intiharın kesinlikle bir çözüm olmadığını. Hayatın acısının da
hayata dair olduğunu kabul
edebilmeyi öğrenebilse keşke. Ama düzen acı çekmenin bir zayıflık olduğunu iddia ettiği müddetçe
intihar da hayatımızda var olmaya devam edecek.
O genç adamın ne yaşadığını bilmeden kimsenin onun intiharı
konusunda bir yorum yapmaması gerekiyor. Ben de doğrudan onunla ilgili bir şey
yazmayacağım.
Bu yazıyı yazmak istemedim aslında. Çünkü birinin ölümü
hakkında yazı yazarak onun üzerinden nemalanmak durumunda olmak istemem. Ama sosyal
medyada
gördüklerim, gazete sayfalarında okuduklarım, o genç adamı
savunmak zorunda hissettirdi beni. O öldü. 14 dakikalık o videoda onunla zaman
geçirmekten çok
hoşlanacağım birini gördüm ben. O nedenle susalım ve ona,
onun aldığı karara saygı duyalım. Keşke gitmeseydi diyerek.
Sizinle, bu intihar nedeniyle 2009 yılında yayınlamış
olduğum ‘Bir Terapistin Arka Bahçesi’ kitabımda yer alan ‘İntihar’ başlıklı
makalemi paylaşmak istiyorum.
Üzgün ve kızgınım.
İntihar
Ölüm gelecek senin gözlerinle bakacak.
Cesar Pavese
Bundan 25 yıl kadar önce taze bir Tıp Fakültesi öğrencisi ve
naif bir edebiyat sevdalısı olarak BİLSAK’ta düzenlenen bir panelin ilanını
gördüğümde çok heyecanlanmıştım. İki yazar-şairimiz, –ki birini YAZKO’dan
çıkmış ve artık piyasada bulunmayan kitaplarını imzalatacak kadar severdim–
yaşlıca bir psikiyatrla
birlikte “Sanat, Edebiyat ve İntihar” konulu bir panel
düzenliyorlardı. Tıp Fakültesi’ne psikiyatr olmak için girmiş bir edebiyat
tutkunu için kaçırılması olanaksız bir konu. Adlarını anma gereği duymadığım iki yazarı bir daha
okumama kararı aldım bu panelden sonra. Tek yaptıkları intihara methiye düzüp
yüceltmek, intiharı “insanın algı kapılarının kapanması” ve mutlaka önlenmesi
gereken bir durum olarak tarif etmeye çalışan o yaşlı psikiyatrla alay edip,
insanları neredeyse intihara teşvik etmekti. Salonda bulunan 40-50 kadar insan toplu bir
histeri nöbeti içinde hangi sanatçının, yazarın nasıl ve hangi yöntemle intihar
ettiğini konuşup durdu.
Ben şaşkınlıktan dilim tutulmuş, olan biteni izledim ve o
yazarların eserlerini kütüphanemin tozlu raflarının en dibine kaldırdım.
İntihar eden
ya da intihar girişiminde bulunan kişi psikiyatrik tanı kategorisinde bir
yerlere sokulmaya çalışılır hemen. Hayatın tamamını ele geçirmeye çalışan
uluslararası tanı kriterlerine göre isterseniz bütün
intiharları psikiyatrik olarak sınıflandırabilirsiniz. Ama bu, kendini öldüren
kişiyi anlamamızdan ziyade, psikiyatr olarak vicdanımızı rahatlatmaya yarar yalnızca. İntihar
eylemi bir insanın ölümüyle sonuçlanmaktadır ve her insanın kendine özgü
koşulları vardır. Doğuştan getirdiği karakter özellikleri, yetiştiği ortam, etkileşimde
bulunduğu çevre ve içine doğduğu kültür gibi. İnsan biyopsikososyokültürel bir
varlıktır.İnsanın özgür iradesiyle kendi hayatına son vermesi konusunda fikir
beyan etmeye kalkacak herkes, mutlaka, hayatın anlamı, insanın nereden gelip
nereye gittiği gibi sorularla yüzleşmek zorundadır. İntihar çok katmanlı
bir olgudur. Bu nedenle deterministik ve tek bir nedene dayandırılan
açıklamalar indirgemecilikten öteye gitmez ve canına kıyan insanı anlamamızın önündeki en önemli
engeli oluşturur. İntihar olgusunu anlayabilmek için tıp (nöroloji ve
psikiyatri), epidemiyoloji,
antropoloji, biyoloji, sosyoloji, felsefe dahil olmak üzere
bütün insan ve ruh bilimlerini göz önünde bulundurmak gerekir. Kendi hayatına
bilinçli olarak son veren insan, her ne kadar kendisini intihara sürükleyen
nedenlerden ötürü bloke olmuş, karar verme ve algılama yetileri kısmen bozulmuş
da olsa son çözümlemede özgür, biricik, kendi hayatından sorumlu, bilinç ve irade
sahibi, yaşam denen gerçeğin iyi ve kötü taraflarını öyle ya da böyle tanımış
bir bireydir. Hayatta intihar kadar insani varoluşu derinden sarsan bir durum yoktur, ki
bu da intiharın gerçekten ne kadar insani bir olgu olduğunu gösterir en çok.
Albert Camus’nün de belirttiği gibi: “Yalnızca tek bir ciddi felsefi soru
vardır: intihar. Hayatın yaşamaya değip değmediği sorusu felsefenin temel
sorusudur. Diğer bütün sorular ondan sonra gelir.”
Romano Guardini, “Melankoli insanın başına gelebilecek en
büyük acıdır ve varoluşun en derinine nüfuz eder. Bu nedenle de asla
psikiyatrinin tekeline bırakılmamalıdır,” der.
İntihar da en az melankoli kadar insan varoluşunu derinden
sarsan bir olgu olarak aynı kategoriye sokulabilir. Burada Guardini’nin
söylemeye çalıştığı elbette,
melankolinin, dolayısıyla intiharın yalnızca tıbbi açıklama
modelleriyle anlaşılamayacağı, felsefi, antropolojik ve sosyolojik boyutun da
gözetilmesi gerektiğidir.
İntihar yalnızca günümüz modern toplumuna ait bir olgu
değildir. Bu nedenle de antik çağdan beri bütün filozofları
ilgilendiregelmiştir. Ama antik çağdan
günümüze kadar bir görüş birliğine varılabilmiş de değildir.
Kimileri intiharın insanın özgür iradesiyle girişebileceği bir eylem olduğunu
savunurken, kimileri de bunun insanın kendine ve Tanrı’ya karşı işlediği bir suç,
günah olduğunu savunmuştur.
Örneğin Platon (MÖ 428-348) intiharı en temelden reddeder.
Çünkü Platon’a göre insan Tanrı’ya aittir ve bu nedenle de bu dünyada kendisine
verilen yeri Tanrı’nın istemediği bir zamanda ve şekilde terk etme hakkına sahip
değildir. “İnsanın en yakın dostunu, yani kendini öldürmesi en tiksindirici
eylemdir,” der Platon. Stoacılar Platon’un aksine insanın kendi hayatı üzerinde söz sahibi
olduğunu ve hayatta kalıp kalmama konusunda karar verme hakkı da olduğunu
savunurlar. Stoacılara göre hayat ve ölüm etik olarak aynı değerdedir. Eğer insan güzel ve yaşanmaya değer bir hayat
süremiyorsa ve başka bir çıkar yol da kalmamışsa kendi eliyle hayatına son verebilir. Günümüze yaklaştıkça da filozoflar arasındaki
görüş ayrılıkları son bulmaz. John Donne (1572-1631) intiharın ne doğa
yasalarına ne de toplumsal ve dinsel kurallara aykırı olmadığını kanıtlamaya çalışmıştır.
Buna karşılık Spinoza (1632-1677) insanın hayatta kalma isteğinin o kadar güçlü
olduğunu düşünmektedir
ki, ona göre insanın var olmamak için çaba göstermesi
tahayyül edilebilecek bir şey değildir. Immanuel Kant’a (1724-1904) göre
insanın kendini öldürmesi bir
suçtur. Çünkü insanın birincil görevi istisnasız hayatın
korunmasıdır.
Arthur Schopenhauer’e (1788-1860) göre ise intihar edenin
cezalandırılması gülünçtür. Çünkü hangi ceza zaten ölmek isteyen insanı
yolundan döndürebilir ki? Ama Schopenhauer aynı zamanda intiharı boş ve aptalca bir şey
olarak görür, çünkü canımıza kıyarak yalnızca bedensel acıya son verebiliriz.
Ruhun sonsuza kadar acı çekmesinin önüne geçemeyiz. Ludwig Feuerbach’a (1804-1872)
göre intihar mutluluk içgüdüsünün kendi kendiyle savaşımıdır. Son tahlilde
hayatın reddi değil, aksine daha iyi bir hayata duyulan özlemin ifadesidir.
İntihar eden
kişi, ölmeyi değil, mutsuzluğunun sona ermesini ister.
Bu konuda ilk ve en önemli sosyolojik-epidemiyolojik
araştırmayı Emile Durkheim (1897) yapmıştır. Durkheim bu çalışmasında,
intiharları dört farklı gruba ayırır.
Egoist, altruistik, fatalistik ve anomik intiharlar. Bu
tanımların ayrıntısına girmeyi gereksiz buluyorum. Burada önemli olan nokta
Durkheim’ın bütün intiharları, nedenleri yadsınamayacak kadar toplumsal bir olgu olarak
görmesidir, ki bu da aslında indirgemeciliğin bir başka türüdür.
XX. yüzyılla birlikte yeni bir bilim dalı olan psikoloji de
intihar olgusuyla ilgilenmeye ve dolayısıyla bu karmaşık fenomeni açıklamaya
çalışmıştır. Bu konuda ilk bilimsel sempozyum 1910 yılında Alfred Adler tarafından
Viyana’da düzenlenmiştir. Sigmund Freud intiharla ilgili ilk psikodinamik
teoriyi geliştirmiş olan Freud’a
göre depresyonun ve intiharın psikodinamiği birbirinin
aynıdır. Buna göre intihar düşüncesi, bireyin agresyonunu kendi egosuna
yöneltmesidir. Agresyonun kişinin kendi egosuna yönelmesi, öncelikle suçluluk duygusu ve kendini
değersizleştirme, en uçta da kendini öldürmeyle ifadesini bulur. Depresif insan
kendini, dünyayı ve geleceği öylesine olumsuz değerlendirir ki, sonunda içine
düştüğü umutsuzluktan tek çıkış yolu olarak intiharı görmeye başlar. İntihar eden kişi duygusal olarak yaralanmaya açık kişidir. Haklı ya da haksız eleştiriler
sonucu kendini yaralanmış ve kendilik değeri zedelenmiş olarak algılar.
Kendilik değerini kurtarmanın biricik yolu da kendini öldürmektir.
İntihar olgusunu açıklamaya çalışan teorilerin çeşitliliğine
karşın, şunu vurgulamak gerekir ki, bütün bu teorilerin doğruluğunu ya da
yanlışlığını kanıtlayacak bilimsel verilerden henüz yoksunuz.
Bir tıp dalı olarak psikiyatri, intiharı hastalık olarak
değerlendirir. Major depresyon, bipolar affektif bozukluk ve şizofreni gibi
ortaya çıkmalarında biyolojik ve genetik etkenlerin ön planda rol oynadığı psikiyatrik
bozukluklarda intihar doğaldır ki bir bulgu olarak diğer belirtilerin yanında
ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle de psikofarmakolojik ve psikoterapötik acil müdahaleyi
gerektirmektedir. Ama bütün intiharları hastalık odaklı tıbbi bakış açısıyla
değerlendirmek de başka bir indirgemecilik olup, intihar eden bireyin gözden yitirilmesine neden olur.
İnsan hayat ve ölümü seçmek konusunda özgürdür. Kişi kaldıramayacağı kadar ağır travmalarla yüz yüze
geldiğinde ölümü seçebilir, ama öte yandan, hayata her
şeye rağmen evet demekte de özgürdür. Ölüm, hiçbir şey
yapmadan gelmesini beklediğimiz bir sınırdurum olmasının yanında, bilinçli
olarak yapabileceğimiz bir tercih de olabilir. Ölmeyi seçmek özgürlüğün başka türlü bir
ifade biçimidir.
Ama bu, terapist, ölüm düşünceleriyle kendisine gelen
bireye, hayatın içinde yine de keşfedilecek ve yaşanmaya değer başka şeylerin
olduğunu göstermesin demek
değildir – ne mi, örneğin aşk!