Saturday, October 18, 2014

İntihar...

Fotolar: Daniele Cascone

ALPER HASANOĞLU
Radikal Hayat / 19/10/2014
İntihar Ahmet Hakan'ın iddia ettiği gibi yenilgi, cesaretsizlik, korkaklık değildir kesinlikle. Keşke öyle yazmasaydı Ahmet Hakan. Çünkü ölen genç adamın bir ailesi var. Ve sevdikleri oğullarıyla ilgili, özellikle o öldükten sonra, korkak, cesaretsiz, anormal olduklarını okumak istemezlerdi sanırım. Hele cinayet işlemiş olduğunu düşünmeyi kesinlikle istemezlerdi sanırım.
İntihar çok netameli bir konu. Bu nedenle herkesin üzerinde çok dikkatle görüş bildirmesi gerekiyor. Oysa geçen hafta içinde yaşanan intihar vakasında da tanık
olduğumuz gibi büyük bir özensizlik almış başını gidiyor. Sanırım bu özensizlikte intihar eden genç adamın da biraz payı var. Çünkü intiharını herkesin çok dikkatsiz olduğu sosyal medya aracılığıyla hepimize duyurdu.
Keşke kendini öldürmeseydi. Çünkü bir psikiyatr olarak biliyorum ki, intihar geçici bir sorun için nihai bir çözüm çabasıdır. Yaşam geri getirilemez çünkü. Ölmek,
evet, acılara son vermektir. Ama çekilen acılarla başa çıkmanın başka yolları da var. Bir insan ve bir terapist olarak biliyorum bunu.
İntihar Ahmet Hakan’ın iddia ettiği gibi yenilgi, cesaretsizlik, korkaklık değildir kesinlikle. Keşke öyle yazmasaydı Ahmet Hakan. Çünkü ölen genç adamın bir ailesi var. Ve sevdikleri oğullarıyla ilgili, özellikle o öldükten sonra, korkak, cesaretsiz, anormal olduklarını okumak istemezlerdi sanırım. Hele cinayet işlemiş olduğunu düşünmeyi kesinlikle istemezlerdi sanırım. Ben Ahmet Hakan’ın bu konuyla ilgili özür dileyeceğini düşünüyorum. Çünkü o duyarlı bir insan. Kimseyi bilerek üzmek istemez. En azından en öyle olduğunu düşünüyorum.
İsviçre’de uzun süre intihar riski çok yüksek insanlarla çalıştım. İnsanların kendilerini öldürmekle ilgili içsel çatışmalarına, yaşamak ve ölmek arasında karar vermeye çalışırken nasıl bir mücadele yürüttüklerine yakından tanık oldum. İnsanın hayatına son vermeye karar vermesinin ve bu kararı hayata geçirmesinin nasıl büyük bir cesaret gerektirdiğini biliyorum. Bunu yazarken dikkatli olmam gerektiğini de çok iyi biliyorum.
Bütün umudun tükenmesidir intihar. Çekilen acının son bulması için başka hiçbir çarenin kalmadığına kendini ikna etmektir. Keşke bunun doğru olmadığını
bilebilse intihar eden kişi. Yani intiharın kesinlikle bir çözüm olmadığını. Hayatın acısının da hayata dair olduğunu kabul edebilmeyi öğrenebilse keşke. Ama düzen acı çekmenin bir zayıflık olduğunu iddia ettiği müddetçe intihar da hayatımızda var olmaya devam edecek.
O genç adamın ne yaşadığını bilmeden kimsenin onun intiharı konusunda bir yorum yapmaması gerekiyor. Ben de doğrudan onunla ilgili bir şey yazmayacağım.
Bu yazıyı yazmak istemedim aslında. Çünkü birinin ölümü hakkında yazı yazarak onun üzerinden nemalanmak durumunda olmak istemem. Ama sosyal medyada
gördüklerim, gazete sayfalarında okuduklarım, o genç adamı savunmak zorunda hissettirdi beni. O öldü. 14 dakikalık o videoda onunla zaman geçirmekten çok
hoşlanacağım birini gördüm ben. O nedenle susalım ve ona, onun aldığı karara saygı duyalım. Keşke gitmeseydi diyerek.
Sizinle, bu intihar nedeniyle 2009 yılında yayınlamış olduğum ‘Bir Terapistin Arka Bahçesi’ kitabımda yer alan ‘İntihar’ başlıklı makalemi paylaşmak istiyorum.
Üzgün ve kızgınım.
İntihar

Ölüm gelecek senin gözlerinle bakacak.
Cesar Pavese

Bundan 25 yıl kadar önce taze bir Tıp Fakültesi öğrencisi ve naif bir edebiyat sevdalısı olarak BİLSAK’ta düzenlenen bir panelin ilanını gördüğümde çok heyecanlanmıştım. İki yazar-şairimiz, –ki birini YAZKO’dan çıkmış ve artık piyasada bulunmayan kitaplarını imzalatacak kadar severdim– yaşlıca bir psikiyatrla
birlikte “Sanat, Edebiyat ve İntihar” konulu bir panel düzenliyorlardı. Tıp Fakültesi’ne psikiyatr olmak için girmiş bir edebiyat tutkunu için kaçırılması olanaksız bir konu. Adlarını anma gereği duymadığım iki yazarı bir daha okumama kararı aldım bu panelden sonra. Tek yaptıkları intihara methiye düzüp yüceltmek, intiharı “insanın algı kapılarının kapanması” ve mutlaka önlenmesi gereken bir durum olarak tarif etmeye çalışan o yaşlı psikiyatrla alay edip, insanları neredeyse intihara teşvik etmekti. Salonda bulunan 40-50 kadar insan toplu bir histeri nöbeti içinde hangi sanatçının, yazarın nasıl ve hangi yöntemle intihar ettiğini konuşup durdu.
Ben şaşkınlıktan dilim tutulmuş, olan biteni izledim ve o yazarların eserlerini kütüphanemin tozlu raflarının en dibine kaldırdım.
İntihar eden ya da intihar girişiminde bulunan kişi psikiyatrik tanı kategorisinde bir yerlere sokulmaya çalışılır hemen. Hayatın tamamını ele geçirmeye çalışan
uluslararası tanı kriterlerine göre isterseniz bütün intiharları psikiyatrik olarak sınıflandırabilirsiniz. Ama bu, kendini öldüren kişiyi anlamamızdan ziyade, psikiyatr olarak vicdanımızı rahatlatmaya yarar yalnızca. İntihar eylemi bir insanın ölümüyle sonuçlanmaktadır ve her insanın kendine özgü koşulları vardır. Doğuştan getirdiği karakter özellikleri, yetiştiği ortam, etkileşimde bulunduğu çevre ve içine doğduğu kültür gibi. İnsan biyopsikososyokültürel bir varlıktır.İnsanın özgür iradesiyle kendi hayatına son vermesi konusunda fikir beyan etmeye kalkacak herkes, mutlaka, hayatın anlamı, insanın nereden gelip nereye gittiği gibi sorularla yüzleşmek zorundadır. İntihar çok katmanlı bir olgudur. Bu nedenle deterministik ve tek bir nedene dayandırılan açıklamalar indirgemecilikten öteye gitmez ve canına kıyan insanı anlamamızın önündeki en önemli engeli oluşturur. İntihar olgusunu anlayabilmek için tıp (nöroloji ve psikiyatri), epidemiyoloji,
antropoloji, biyoloji, sosyoloji, felsefe dahil olmak üzere bütün insan ve ruh bilimlerini göz önünde bulundurmak gerekir. Kendi hayatına bilinçli olarak son veren insan, her ne kadar kendisini intihara sürükleyen nedenlerden ötürü bloke olmuş, karar verme ve algılama yetileri kısmen bozulmuş da olsa son çözümlemede özgür, biricik, kendi hayatından sorumlu, bilinç ve irade sahibi, yaşam denen gerçeğin iyi ve kötü taraflarını öyle ya da böyle tanımış bir bireydir. Hayatta intihar kadar insani varoluşu derinden sarsan bir durum yoktur, ki bu da intiharın gerçekten ne kadar insani bir olgu olduğunu gösterir en çok. 

Albert Camus’nün de belirttiği gibi: “Yalnızca tek bir ciddi felsefi soru vardır: intihar. Hayatın yaşamaya değip değmediği sorusu felsefenin temel sorusudur. Diğer bütün sorular ondan sonra gelir.”

Romano Guardini, “Melankoli insanın başına gelebilecek en büyük acıdır ve varoluşun en derinine nüfuz eder. Bu nedenle de asla psikiyatrinin tekeline bırakılmamalıdır,” der.
İntihar da en az melankoli kadar insan varoluşunu derinden sarsan bir olgu olarak aynı kategoriye sokulabilir. Burada Guardini’nin söylemeye çalıştığı elbette,
melankolinin, dolayısıyla intiharın yalnızca tıbbi açıklama modelleriyle anlaşılamayacağı, felsefi, antropolojik ve sosyolojik boyutun da gözetilmesi gerektiğidir.
İntihar yalnızca günümüz modern toplumuna ait bir olgu değildir. Bu nedenle de antik çağdan beri bütün filozofları ilgilendiregelmiştir. Ama antik çağdan
günümüze kadar bir görüş birliğine varılabilmiş de değildir. Kimileri intiharın insanın özgür iradesiyle girişebileceği bir eylem olduğunu savunurken, kimileri de bunun insanın kendine ve Tanrı’ya karşı işlediği bir suç, günah olduğunu savunmuştur.
Örneğin Platon (MÖ 428-348) intiharı en temelden reddeder. Çünkü Platon’a göre insan Tanrı’ya aittir ve bu nedenle de bu dünyada kendisine verilen yeri Tanrı’nın istemediği bir zamanda ve şekilde terk etme hakkına sahip değildir. “İnsanın en yakın dostunu, yani kendini öldürmesi en tiksindirici eylemdir,” der Platon. Stoacılar Platon’un aksine insanın kendi hayatı üzerinde söz sahibi olduğunu ve hayatta kalıp kalmama konusunda karar verme hakkı da olduğunu savunurlar. Stoacılara göre hayat ve ölüm etik olarak aynı değerdedir. Eğer insan güzel ve yaşanmaya değer bir hayat süremiyorsa ve başka bir çıkar yol da kalmamışsa kendi eliyle hayatına son verebilir. Günümüze yaklaştıkça da filozoflar arasındaki görüş ayrılıkları son bulmaz. John Donne (1572-1631) intiharın ne doğa yasalarına ne de toplumsal ve dinsel kurallara aykırı olmadığını kanıtlamaya çalışmıştır. Buna karşılık Spinoza (1632-1677) insanın hayatta kalma isteğinin o kadar güçlü olduğunu düşünmektedir
ki, ona göre insanın var olmamak için çaba göstermesi tahayyül edilebilecek bir şey değildir. Immanuel Kant’a (1724-1904) göre insanın kendini öldürmesi bir
suçtur. Çünkü insanın birincil görevi istisnasız hayatın korunmasıdır.
Arthur Schopenhauer’e (1788-1860) göre ise intihar edenin cezalandırılması gülünçtür. Çünkü hangi ceza zaten ölmek isteyen insanı yolundan döndürebilir ki? Ama Schopenhauer aynı zamanda intiharı boş ve aptalca bir şey olarak görür, çünkü canımıza kıyarak yalnızca bedensel acıya son verebiliriz. Ruhun sonsuza kadar acı çekmesinin önüne geçemeyiz. Ludwig Feuerbach’a (1804-1872) göre intihar mutluluk içgüdüsünün kendi kendiyle savaşımıdır. Son tahlilde hayatın reddi değil, aksine daha iyi bir hayata duyulan özlemin ifadesidir. İntihar eden kişi, ölmeyi değil, mutsuzluğunun sona ermesini ister.
Bu konuda ilk ve en önemli sosyolojik-epidemiyolojik araştırmayı Emile Durkheim (1897) yapmıştır. Durkheim bu çalışmasında, intiharları dört farklı gruba ayırır.
Egoist, altruistik, fatalistik ve anomik intiharlar. Bu tanımların ayrıntısına girmeyi gereksiz buluyorum. Burada önemli olan nokta Durkheim’ın bütün intiharları, nedenleri yadsınamayacak kadar toplumsal bir olgu olarak görmesidir, ki bu da aslında indirgemeciliğin bir başka türüdür.
XX. yüzyılla birlikte yeni bir bilim dalı olan psikoloji de intihar olgusuyla ilgilenmeye ve dolayısıyla bu karmaşık fenomeni açıklamaya çalışmıştır. Bu konuda ilk bilimsel sempozyum 1910 yılında Alfred Adler tarafından Viyana’da düzenlenmiştir. Sigmund Freud intiharla ilgili ilk psikodinamik teoriyi geliştirmiş olan Freud’a
göre depresyonun ve intiharın psikodinamiği birbirinin aynıdır. Buna göre intihar düşüncesi, bireyin agresyonunu kendi egosuna yöneltmesidir. Agresyonun kişinin kendi egosuna yönelmesi, öncelikle suçluluk duygusu ve kendini değersizleştirme, en uçta da kendini öldürmeyle ifadesini bulur. Depresif insan kendini, dünyayı ve geleceği öylesine olumsuz değerlendirir ki, sonunda içine düştüğü umutsuzluktan tek çıkış yolu olarak intiharı görmeye başlar. İntihar eden kişi duygusal olarak yaralanmaya açık kişidir. Haklı ya da haksız eleştiriler sonucu kendini yaralanmış ve kendilik değeri zedelenmiş olarak algılar. Kendilik değerini kurtarmanın biricik yolu da kendini öldürmektir.
İntihar olgusunu açıklamaya çalışan teorilerin çeşitliliğine karşın, şunu vurgulamak gerekir ki, bütün bu teorilerin doğruluğunu ya da yanlışlığını kanıtlayacak bilimsel verilerden henüz yoksunuz. 
Bir tıp dalı olarak psikiyatri, intiharı hastalık olarak değerlendirir. Major depresyon, bipolar affektif bozukluk ve şizofreni gibi ortaya çıkmalarında biyolojik ve genetik etkenlerin ön planda rol oynadığı psikiyatrik bozukluklarda intihar doğaldır ki bir bulgu olarak diğer belirtilerin yanında ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle de psikofarmakolojik ve psikoterapötik acil müdahaleyi gerektirmektedir. Ama bütün intiharları hastalık odaklı tıbbi bakış açısıyla değerlendirmek de başka bir indirgemecilik olup, intihar eden bireyin gözden yitirilmesine neden olur.
İnsan hayat ve ölümü seçmek konusunda özgürdür. Kişi kaldıramayacağı kadar ağır travmalarla yüz yüze geldiğinde ölümü seçebilir, ama öte yandan, hayata her
şeye rağmen evet demekte de özgürdür. Ölüm, hiçbir şey yapmadan gelmesini beklediğimiz bir sınırdurum olmasının yanında, bilinçli olarak yapabileceğimiz bir tercih de olabilir. Ölmeyi seçmek özgürlüğün başka türlü bir ifade biçimidir.

Ama bu, terapist, ölüm düşünceleriyle kendisine gelen bireye, hayatın içinde yine de keşfedilecek ve yaşanmaya değer başka şeylerin olduğunu göstermesin demek

değildir – ne mi, örneğin aşk!