Tuesday, December 30, 2014

İnsan Sergilenen Hayvanat Bahçeleri ve Hâlâ Yankılanan 21 Sessiz Çığlık

24 Aralık 2014
Aslında tanım baştan sakat: İnsan hayvanat bahçeleri. Tanımın sakatlığı, insanın varlığında sinsice uyuklayan vahşette gizli. Hani hep diyoruz ya uygarlık tarihinin vahşetine inanmakta güçlük çekiyoruz diye, işte yine öyle bir durum.
Listemizin konusu batıda yüzyıl başında hayli popüler olan insan hayvanat bahçeleri. Özellikle Afrika’dan kaçırılan, satın alınan ya da hayatta kalmak adına başka seçenekleri kalmadığı için hayvanat bahçelerinde sergilenen insanların dramı.
On binlerce insan beyaz ırkın keyfi için hayvanat bahçelerindeki gibi galerilere bölünerek sergilendiler. Düşünmesi bile varlığımızdan utanmaya sebepken bu organizasyonlar uzun yıllar boyunca toplumsal bir gerçeklik olarak varlıklarını sürdürdüler. Yüzyıllar önce de değil, bilinen son insan hayvanat bahçesi 1956 yılında Belçika’daydı.

Paris yakınlarındaki Vincennes bölgesindeki küçük bir ormanlık alan

insan bahce
Kolonyel dönemin ve batı sömürgeciliğinin geldiği en leş noktalardan biri Fransa’daki bu alan. 1907 yılında kurulan bahçe adeta dönemin başarılı politikaları ve “kazançlarını” halka sunan birer gurur panayırları gibi lanse edilmiş.

“Zoos Humains” tabiri günümüzde kullanılmasa da bundan 70 yıl önce hayli revaçtaydı


Burada Madagaskar, Çin hindi, Sudan, Kongo, Tunus ve Fas’tan toplanan insanlar sergileniyordu. Oluşturulan mini köy ve pavyonlarda insanların “toplandıkları” bölgelere uygun habitatlar yaratılmaya çalışılıyor ve canlı figürler olarak da içlerine insanlar bırakılıyordu.

İzmir Fuarı ya da Gülhane Parkı girişi değil, Sömürge Sergisi

insan bahce-2
Bu organizasyonlar dev panayır alanlarında mini bir Sudan, Alaska ya da Tunus’un yöresel yapılarını inşa ediyor, içlerine bu ülkelerden getirdikleri insanları bırakıp adeta canlı bir insan müzesi gibi hizmet veriyorlardı. Her şey sömürge sahibi olmanın gücünü göstermek ve halka “yenilikçi” bir eğlence sunmak için. İsimleri de niyetlerini saklamıyordu: İnsan Hayvanat Bahçesi.

O günlerden bir an ve bahçedeki aynı yerin bugünkü hali

insan bahce-4
Serginin zavallı insanları, 1907 Mayısından Ekim ayına kadar 1 Milyon kişi tarafından seyredilmiş. Tahmini açık kalma zamanıysa 1870’ten 1930’lara kadar. Farklı yerlerdeki bu tip sergilerin dünya genelinde 1.5 milyar insan tarafından ziyaret edildiği düşünülüyor.

Doğal görünmesi için hemen her şey yapılmış

insan bahce-5
Marsilya’da 1906 yılında benzer bir insan hayvanat ahçesi ve içinde Kongo’lular için inşa edilmiş bir fabrika. Kongo’lu aileler ülkelerindeki yaşamın taklidi olarak inşa edilmiş bu fabrikada gerçekten çalıştırılıyorlardı. Bilinmeyen bir tarihte yakılan fabrikanın kalıntıları 2004 yılında bulundu.

Hayvanlar tropik, insanlar da tropik öyleyse haydi kafese koyalım

insan bahce-19
Afrika’nın tarih boyunca bitmek bilmeyen çilesi çoğu zaman hasır altı edildi, gösterilmek istenmedi. Dünyanın ham madde deposu beyaz ırk için var olmalıydı. Bundan normal bir şey düşünülemezdi. Üstü örtülen onca katliam, savaş ve köleleştirmeye rağmen bu vahşi tarihten geriye hayli net belgeler kaldı: İnsan Hayvanat Bahçeleri. Çünkü bu bahçeleri gizlemek için değil aksine göstermek için yaptılar.

Çin Hindi pavyonunun girişi

insan bahce-6
Bugün Fransa tarihinde kara bir leke olarak anılan bölge uzun süre boyunca kilitli kapılar ardında tutuldu. Yapılar yıkıldı ya da çürümeye terk edildi. Egzotik bitkilerinse çoğu yok olup gitti. 2006 yılında alana kısıtlı da olsa giriş izni verildi. Yalnız ziyaretçiler bu sefer pek de istekli görünmediler.

Geçmişin hayaleti kapılarda dolaşıyor

insan bahce-47
Kapılar yeniden açıldığında insan bahçesinin yeni ziyaretçileri ortamın atmosferine girer girmez bir gerilim ve huzursuzluk hissetmişler. Kimse içeride uzun süre kalmak istememiş. Tutsaklığın ve acının sesi çevredeki yapraklardan kulaklarına fısıldanmış. 100 yıl öncesinin o gurur dolu anlarından çok daha fazlası hissedilmiş. Utanç, pişmanlık ve korku.

Şık Fransız kadınlar melon şapkalı beyefendiler

insan bahce-7
Oysa ortamın asıl sakinleri zamanında durumdan gayet memnun gözüküyorlar. Güzel ve güneşli bir günde ahali insan bahçesinde belli ki o zamanların en popüler aktivitelerinden birini gerçekleştiriyor. Dünyanın öteki taraflarından gelen insanımsıları seyredecekler, hem de 3 boyutlu, kanlı canlı. Onların gözlerine bakıp, kendi hayatlarının ne kadar konforlu ve uygar olduğunu yeniden hissedecekler. İsterlerse bu esnada dondurma bile yiyebilirler. Muhtemelen kafes ardındaki diğerleri, dondurmaya hayli meraklı bir şekilde bakacaklar.

Fas pavyonundan bir yakın plan

707x530xmoroccanpavillion.jpg.pagespeed.ic.jGtRfPVLCbt7MyQWRqLP
Sömürgeciliğin vahşi yüzü aralarında çocukların da olduğu 35.000’den fazla insanı bu pavyonlarda sergiledi. Sanki bir botanik bahçesine dünyanın farklı bölgelerinden bitki getirir gibi evlerinden koparılıp getirildiler. Binlerce insanın hayatı, girişlerinde yaşadıkları yerlerin isminin yazıldığı bölmelerde ziyarete sunuldu. Bu sadece Paris’de değil, Londra ve Berlin gibi modern dünyanın en önemli merkezlerinde de hayli revaçta bir etkinlikti.

Lütfen kurallara uyalım

Zoo humain
Sergi, bahçe, fuar, gösteri adı her ne olursa olsun bu insanlar yıllar boyu çeşitli şehirlerde milyonlarca batılıya sunuldular. Alanlardaki uyarılar arasında “Onlara yiyecek vermeyin, biz zaten besliyoruz” gibi yazılar da vardı.

Tunus pavyonundan bir yakın plan

tunusss
Bu vahşet öylesine sıradan bir hal almıştı ki, sergilenen insanlardan otantik gösteriler yapanlara iyi ödemeler yapılıyordu. Yavaş yavaş yaşam biçimlerinin bu olduğunun bilinmesi isteniyor, daha eğlenceli şovlar için teşvikler veriliyordu. Uluslararası ticaret fuarları bu tip gösterilerin ve insan bahçelerinin en sıkı müşterileri arasındaydı. Bu şeklide, hem sömürgeciliğin ekonomik ve toplumsal gücü gösteriliyor hem de o dönem dünyada kriz varken ticari sistemin tıkırında olduğunun mesajı veriliyordu.

Ödeme sistemi durumu legalize etmeye yarıyordu

zoos-humains
Böylece alan memnun satan memnun sistemi kurulmak istenmişti. Ancak insanlar her ne kadar ödeme alsalar da birer numune gibi sergilenmenin utancı silinemiyordu. 1907 yılındaki 4 aylık sergi süresi bittikten sonra Paris’deki “Exposition Tropicale” yani tropikal serginin dönemsel olarak kapılarını kapatması gerekti. Onca insanın evlerine geri götürülmesi ayrı bir masraf olduğundan bunların çoğu sirklere pazarlandı. Evlerine gitmeye karar verenlerin kaçının sağ kaldığı bilinmiyor. Sirklere satılanları ise Marsilya’dan New York’a uzanan zorunlu dünya turneleri bekliyordu.

Yazık, o Afrikalı küçük bir çocuk, yiyecek bişeyler verelim…

cocuk afrika
Ortada bunca kayıt varken durumun nedense kapsamlı bir filmi yapılmıyor. Milyon dolarlık Maymunlar Cehennemi doğru düzgün izleyici bulamasa da ısrarla seri olarak çekilirken, yaptıkları reklamlarda insanları “İşte evrimleşmemiş maymunlar” diye sunan bu bahçelerin utancını kimsecikler beyaz perdeye yansıtmıyor.

Binlerce insan çiçek, kızamık ve tüberküloza yakalandı

insan bahce-9
Daha önce köylerinden dışarı bile çıkmamış insanların Fransa’dan kendi ülkelerine dönebilme ihtimalleri yok denecek kadar az olduğu için birçoğu salgın hastalıklarla boğuşurken hiç tanımadıkları ülkelerde can verdiler. Sadece tropik iklimler de değil, örneğin eskimolar minik bir soğuk algınlığından hayatlarını kaybediyorlardı; çünkü vücutları Avrupa’da bulunan virüsün o tipine alışkın değildi ve hastalığı tanımıyordu.

Geride kalanlar…

insan bahce-91
Fransa hükümetleri bugüne kadar konuyla ilgili tam olarak ne yapacaklarını bilemez durumda beklediler. Bazı bölümler dönem dönem bilim insanlarına açılıyor. Araştırma konularıysa egzotik ağaç kalıntıları ya da kökleri o döneme dayanan bitkiler. Bir ara Çin Hindi pavyonunun bir araştırma merkezi ve müzeye dönüştürülmesi düşünülmüş. Yakıp yıkmak yerine bu şekilde bir dönüşümün durumu daha iyi idare edebileceği fikri ortaya çıkmış. Bahçedeki sera hâlâ duruyor.

Bahçıvanlar da artık gelmez olmuşlar. Kalan bitkilerse utanç döneminin yalnız hayaletleri gibi varlıklarını sürdürmeye çalışıyorlar. Olur da Fransa’ya yolunuz düşer ve bu tropik cehenneme kendi gözlerinizle şahit olmak isterseniz adresi: Jardin d’Agronomie Tropicale, 45 bis Avenue de la Belle Gabrielle, 75012 Paris.

O dönemi yaşayanlardan biri: Theodor Wonja Michael

insan bahce-92
Dedik ya bu utanç sadece Fransa değil, İngiltere ve Almanya’da da uygulanan bir sistemdi diye. İşte onlardan biri. Yüzyıl başında babası Alman kolonisinden olan Kamerunlu küçük bir çocuk Paris’ten Varşova’ya kadar çokça yerde sergilenmiş. Daha sonra yaşadıklarını “Alman ve Üstüne Bir De Siyahî Olmak” adlı bir kitapta toplamış. Bugün 89 yaşında olan Theodor, o dönemleri hâlâ hatırlıyor.

Bebek, yaşlı fark etmiyor hatta öyle olması daha da iyi

afroalman
Theodor satılmamış ya da kandırılmamış. Kamerunlu bir babanın oğlu olarak Berlin’de dünyaya gelmek zorunda kalmış. Yalnız o dönem bir Afrikalının Almanya’da yapabileceği tek iş sirkte kendini sergilemek olduğundan zavallı genç mecburen bu sistemin içine düşmüş. 1920’lerde henüz bir bebekken teşhir organizatörlerinin eline geçen Theodor ile birlikte diğer üç kardeşinin sonu da aynı olmuş. Sirklerde otantik insanlar olarak sergilenmişler.

Onlar vahşi biz moderniz demek ki haklı biziz

senegal
Kolonileşmenin tüm getirisini yiyen “modern” devletler iş oradan gelen insanlarla karşılaşmaya gelince, onlara yaratık gözüyle bakmış ve sirklere, kafeslere kapatmış… İnsan bahçeleri, sermayelerinin bir kısmını da işte böyle işsiz bırakılmış insanlardan edinmiş. Theodor Wonja Michael başından geçen onca olayın ardından bir aktör olmayı başarmış. Bugün Afro-Almanlarla ilgili sosyo-kültürel organizasyonların da sıkı bir destekçisi.

Almanya’da 1930’lu yıllara kadar 400 adet yabancı halk ve ırk teşhiri yapılmış

Hacbag
1874 yılında Avrupa’nın en önemli hayvanat bahçesi sahiplerinden Carl Hagenbeck çok büyük bir bahçe açar. İşlerini daha da büyütmek isteyen Hamburg’lu tüccar, getirdiği egzotik hayvanlar arasına insanları da eklemeye karar verir. Almanya’nın ve dünyanın en büyük İnsan Hayvanat Bahçelerinden birinin temeli böylece atılır. Bu bahçenin aynı zamanda türünün ilk örneği olduğu söyleniyor.

Kimilerinin yaşamı intiharla sonuçlanır

sarah
İnsanların televizyon ve sinemanın olmadığı dönemlerde kendilerini nasıl eğlendirdiklerini, sirklerin neden nasıl doğduğunu buradaki listemizden de takip edebilir, benzer bir trajik tutsaklık olan Sarah “Saartjie” Baartman’ın hayatına ve yaşadıklarına listenin sonunda tanık olabilirsiniz

Friday, November 14, 2014

İsmail Beşikçi: Komisyon tıkaç olur, 'İslam kardeşliği' Kürtleri kandırma sloganı


29.03.2013 08:32

Sosyolog İsmail Beşikçi, Öcalan’ın söyleminin iktidarla örtüştüğünü savundu ve “İslam kardeşliği, Kürtleri kandırma sloganı“ dedi. Beşikçi 'akil insanlar komisyonu'nun 'tıkaç' olacağını öne sürdü
Abdullah Öcalan’ın “akil insanlar” komisyonunda yer almasını önerdiği sosyolog İsmail Beşikçi“görüşmeleri Öcalan’ın yapmasının yanlış olduğunu, BDP’nin sürecin aktörü olması, mektup getirip götürmekle yetinmemesi gerektiğini” söyledi. Öcalan’ın söyleminin iktidarla örtüştüğünü vurgulayan Beşikçi, “Öcalan’ın inkârcı, asimilasyoncu, ırkçı, sömürgeci, Türk-İslam sentezi anlayışı sloganlarına sarılması devleti rahatlatabilir ama Kürtlere bir hak, özgürlük getirmez. İslam kardeşliği Kürtleri oyalama, kandırma sloganıdır” eleştirilerini dile getirdi. Beşikçi, Öcalan’ın “Mandelalaştığı” saptamalarına da karşı çıkarken Mandela cezaevindeyken, Afrika Ulusal Konseyi ile görüşün, dedi. Öcalan da BDP’yi göstermeli” dedi. 
Cumhuriyet gazetesinden Türey Köse'ye konuşan Beşikçi, Öcalan'ın Nevruz mesajlarını eleştirdi.Türey Köse'nin sunum yazısı ve söyleşisi şöyle:
“Sarı Hoca” olarak anılan İsmail Beşikçi, yaşamını Kürtlerin varlığını kanıtlamak için mücadeleye adamış. Üstelik kendisi Kürt de değil. İsmail Beşikçi Vakfı internet sitesinde “Türk ve Hanefi bir ailenin çocuğu” olduğunun altı çiziliyor. 1962 yılında Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi İdari Bölümü’nden mezun olmuş. Atatürk Üniversitesi Sosyoloji Kürsüsü’nde çalışmaya başlamış. Ancak ihbarlar üzerine soruşturma açılmış ve üniversitedeki görevine son verilmiş. Daha sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde göreve başlamış. Sonrasında, hayatının 17 yılından fazla süresini hapishanelerde geçirmiş. Öcalan’ın “akil insanlar” arasında yer almasını istediği Beşikçi, “Yazılı basında birkaç yerde adımı gördüm” diyor, ancak henüz iktidar tarafından arayan olmamış. Kürt sözcüğünü Kürd olarak kullanan ve doğru söyleyişin bu olduğunu ifade eden Beşikçi, sorularımıza şu yanıtları verdi:

Çözüm için bazı ilkeler var


Akil İnsanlar Komisyonu’nun işlevi ne olur, Başbakan’ın seçmesi doğru mu?
- Bu komisyonun işlevi, tarafların buna verdikleri anlama göre değişir. Kürd sorununda çözüm elbette önemlidir. Bunu temel bazı ilkeleri vardır. Kürdlerin kendi kendilerini yönetmesi, kendi geleceklerini belirleme hakkı, anadilinde yani Kürd dilinde mecburi eğitim temel ilkelerdir. Başbakan’ın düşündüğü, bu gelişmeleri sağlayacak ortamın oluşmasına tıkaç olacak bir komisyondur. Bunun için üyelerini bile kendisi seçmek istemektedir. Barış için, Akil Adamlar Komisyonu’ndan önce, Türkiye’de, barışın oluşmasını sağlayacak bir ortama gerek vardır. Başbakan, Filistinliler konusunda ne gibi haklar ve özgürlükler düşünüyorsa, Kürdler için de bunları düşünebilmelidir. Eğer düşünmüyorsa, bunun neden böyle olduğu sorgulanmalıdır.

- İktidar çekilme sürecinde Meclis’in devreye girmesini istemiyor. Meclis’i devreye sokmadan, “akil insanlar” vs. sonuç almak mümkün mü?
- İktidar için önemli olan gerillaların geri çekilmesidir. Kürdler için önemli olan ise Kürdlerin, Kürd toplumu olmaktan, Kürd milleti olmaktan doğan haklarıdır. Öcalan’ın bunları dile getirmemesi yanlıştır. Bazı kazanımlar olması gerekir. O kazanımlara göre süreç gelişir. Meclis’te konuşulabilir, tartışılır.

- Bu süreçte kan duracak mı? Ayrıca, siz öteden beri federasyonu savunuyorsunuz. Bu konuda bir öngörünüz var mı?
Neden kan akıyor? Bunun temel nedeni, Kürdlerin Kürd toplumu olmaktan doğan haklarının gasp edilmesidir. Bu hakların kazanılması da önemlidir. Kürdler en azından federasyonu savunmalıdır. BDP’nin, Avrupa’daki Kürd siyasetçilerin, KCK yöneticilerinin, Kandil’deki PKK komutanlarının, Abdullah Öcalan’ın bizzat kendisinin, neden bunları savunmadıkları dikkate değer bir konudur. Ortadoğu’da Kürdler çok büyük bir nüfusa sahip, en az 40 milyon. Ayrı bir devlet gündemdedir.

Kopukluk derinleşiyor


- Erdoğan’ı barış konusunda samimi buluyor musunuz? Silahların susmasının karşılığı Erdoğan’ın başkanlığı mı olacak?
- Barış konusunda Başbakan Erdoğan’ın ve Kürdlerin beklentileri çok farklıdır. Başbakan, barıştan, gerillaların sınır dışına çekilmelerini anlamaktadır. Başbakan’a göre başka da bir sorun yoktur. Kürdler ise Kürdlerin haklarının ve özgürlüklerinin kazanıldığı bir ortamı düşünmektedir. Başkanlık, Başbakan için önemli bir hedeftir. Ama Kürdlere bir hak vermeden veya en azını vererek bu işi kotarmaya çalışmaktadır. Başbakan’ın düşündüğü başkanlık değil ama ABD’de uygulanan başkanlık sistemi üzerinde konuşulabilir. ABD’deki sistem ile Başbakan’ın istediği sistem çok farklı. Orada Başkan’ı denetleyen kurumlar var.

- Umutlu musunuz? Bir sosyolog olarak toplumdaki bu kutuplaşma konusunda ne düşünüyorsunuz?
- Umutluyum diyemiyorum. Türk toplumu ile Kürdler arasındaki kopukluk sürüyor, derinleşiyor. Kopukluğu sağlayan devlet.
  

‘İslam kardeşliği, kandırmacası’

- Öcalan’ın Nevruz mesajlarını nasıl değerlendirdiniz? “İslam kardeşliği” ve “Misakımilli” vurguları tartışma yarattı. Siz bu eleştirileri nasıl karşılıyorsunuz?
- “Bin yıllık İslam kardeşliği”, “Çanakkale’de birlikte savaştık”, “Cumhuriyeti omuz omuza mücadele ederek kurduk” “Alevi-Sünni İslam kardeştir” “İslam Birliği”, “Misakımilli” gibi sloganlar, inkârcı, asimilasyoncu, ırkçı, sömürgeci, Türk devletinin, Türk-İslam Sentezi anlayışının sloganlarıdır. Öcalan’ın bu sloganlara sarılması devleti rahatlatabilir ama Kürdlere bir hak, özgürlük getirmez. “İslam kardeşliği”, Kürdleri kandıran, oyalayan bir slogandır. İttihat ve Terakki’den beri Türk egemenleri Kürdlere karşı hep bu sloganı kullanmışlardır. Cumhuriyet dönemi bunu daha ince politikalarla uygulamıştır. Öcalan, Kürdlerin haklarını ve özgürlüklerini hiç gündeme getirmeden, “Misakımilli”den söz etmektedir. Bu, devletin gizlemeye çalıştığı bir arzudur. Devletin, Türk egemenlerinin bu arzusunu Öcalan ifade etmektedir. Ama yaşama geçmesi artık mümkün değildir. Siyasal bakımdan eşitlik olmadan kardeşlik olmaz. “İslam kardeşliği” Kürdleri her zaman kandırmıştır. Ama, “İslam kardeşliği” sloganına kanmayan Müslüman halklar da vardır. İbrahim Sediyani’nin, “Kürdleri kandıran ama Bengal halkını kandıramayan ‘İslam Kardeşliği’” yazısı dikkate değer bir yazıdır.

- Öcalan’ın AKP iktidarının söylemiyle örtüşen, “neo-Osmanlı” mesajlar verdiği eleştirileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
- Burada AKP söylemiyle bir örtüşme vardır. 2 Şubat 2013’te Diyarbakır’da, Demokratik Toplum Kongresi Alevilik sorunu konusunda bir sempozyum düzenlemişti. Bu sempozyum daha başlamadan, DTK, “Alevilik İslamdır, Şiiliktir…” diye 12 sayfalık bir bildiri yayımlamıştı. Bu da AKP politikaları ve anlayışıyla örtüşmenin bir göstergesiydi. Araplar, Farslar ve Türkler, İslamı her zaman kendi milli çıkarları doğrultusunda kullanmışlardır.

Saturday, October 18, 2014

İntihar...

Fotolar: Daniele Cascone

ALPER HASANOĞLU
Radikal Hayat / 19/10/2014
İntihar Ahmet Hakan'ın iddia ettiği gibi yenilgi, cesaretsizlik, korkaklık değildir kesinlikle. Keşke öyle yazmasaydı Ahmet Hakan. Çünkü ölen genç adamın bir ailesi var. Ve sevdikleri oğullarıyla ilgili, özellikle o öldükten sonra, korkak, cesaretsiz, anormal olduklarını okumak istemezlerdi sanırım. Hele cinayet işlemiş olduğunu düşünmeyi kesinlikle istemezlerdi sanırım.
İntihar çok netameli bir konu. Bu nedenle herkesin üzerinde çok dikkatle görüş bildirmesi gerekiyor. Oysa geçen hafta içinde yaşanan intihar vakasında da tanık
olduğumuz gibi büyük bir özensizlik almış başını gidiyor. Sanırım bu özensizlikte intihar eden genç adamın da biraz payı var. Çünkü intiharını herkesin çok dikkatsiz olduğu sosyal medya aracılığıyla hepimize duyurdu.
Keşke kendini öldürmeseydi. Çünkü bir psikiyatr olarak biliyorum ki, intihar geçici bir sorun için nihai bir çözüm çabasıdır. Yaşam geri getirilemez çünkü. Ölmek,
evet, acılara son vermektir. Ama çekilen acılarla başa çıkmanın başka yolları da var. Bir insan ve bir terapist olarak biliyorum bunu.
İntihar Ahmet Hakan’ın iddia ettiği gibi yenilgi, cesaretsizlik, korkaklık değildir kesinlikle. Keşke öyle yazmasaydı Ahmet Hakan. Çünkü ölen genç adamın bir ailesi var. Ve sevdikleri oğullarıyla ilgili, özellikle o öldükten sonra, korkak, cesaretsiz, anormal olduklarını okumak istemezlerdi sanırım. Hele cinayet işlemiş olduğunu düşünmeyi kesinlikle istemezlerdi sanırım. Ben Ahmet Hakan’ın bu konuyla ilgili özür dileyeceğini düşünüyorum. Çünkü o duyarlı bir insan. Kimseyi bilerek üzmek istemez. En azından en öyle olduğunu düşünüyorum.
İsviçre’de uzun süre intihar riski çok yüksek insanlarla çalıştım. İnsanların kendilerini öldürmekle ilgili içsel çatışmalarına, yaşamak ve ölmek arasında karar vermeye çalışırken nasıl bir mücadele yürüttüklerine yakından tanık oldum. İnsanın hayatına son vermeye karar vermesinin ve bu kararı hayata geçirmesinin nasıl büyük bir cesaret gerektirdiğini biliyorum. Bunu yazarken dikkatli olmam gerektiğini de çok iyi biliyorum.
Bütün umudun tükenmesidir intihar. Çekilen acının son bulması için başka hiçbir çarenin kalmadığına kendini ikna etmektir. Keşke bunun doğru olmadığını
bilebilse intihar eden kişi. Yani intiharın kesinlikle bir çözüm olmadığını. Hayatın acısının da hayata dair olduğunu kabul edebilmeyi öğrenebilse keşke. Ama düzen acı çekmenin bir zayıflık olduğunu iddia ettiği müddetçe intihar da hayatımızda var olmaya devam edecek.
O genç adamın ne yaşadığını bilmeden kimsenin onun intiharı konusunda bir yorum yapmaması gerekiyor. Ben de doğrudan onunla ilgili bir şey yazmayacağım.
Bu yazıyı yazmak istemedim aslında. Çünkü birinin ölümü hakkında yazı yazarak onun üzerinden nemalanmak durumunda olmak istemem. Ama sosyal medyada
gördüklerim, gazete sayfalarında okuduklarım, o genç adamı savunmak zorunda hissettirdi beni. O öldü. 14 dakikalık o videoda onunla zaman geçirmekten çok
hoşlanacağım birini gördüm ben. O nedenle susalım ve ona, onun aldığı karara saygı duyalım. Keşke gitmeseydi diyerek.
Sizinle, bu intihar nedeniyle 2009 yılında yayınlamış olduğum ‘Bir Terapistin Arka Bahçesi’ kitabımda yer alan ‘İntihar’ başlıklı makalemi paylaşmak istiyorum.
Üzgün ve kızgınım.
İntihar

Ölüm gelecek senin gözlerinle bakacak.
Cesar Pavese

Bundan 25 yıl kadar önce taze bir Tıp Fakültesi öğrencisi ve naif bir edebiyat sevdalısı olarak BİLSAK’ta düzenlenen bir panelin ilanını gördüğümde çok heyecanlanmıştım. İki yazar-şairimiz, –ki birini YAZKO’dan çıkmış ve artık piyasada bulunmayan kitaplarını imzalatacak kadar severdim– yaşlıca bir psikiyatrla
birlikte “Sanat, Edebiyat ve İntihar” konulu bir panel düzenliyorlardı. Tıp Fakültesi’ne psikiyatr olmak için girmiş bir edebiyat tutkunu için kaçırılması olanaksız bir konu. Adlarını anma gereği duymadığım iki yazarı bir daha okumama kararı aldım bu panelden sonra. Tek yaptıkları intihara methiye düzüp yüceltmek, intiharı “insanın algı kapılarının kapanması” ve mutlaka önlenmesi gereken bir durum olarak tarif etmeye çalışan o yaşlı psikiyatrla alay edip, insanları neredeyse intihara teşvik etmekti. Salonda bulunan 40-50 kadar insan toplu bir histeri nöbeti içinde hangi sanatçının, yazarın nasıl ve hangi yöntemle intihar ettiğini konuşup durdu.
Ben şaşkınlıktan dilim tutulmuş, olan biteni izledim ve o yazarların eserlerini kütüphanemin tozlu raflarının en dibine kaldırdım.
İntihar eden ya da intihar girişiminde bulunan kişi psikiyatrik tanı kategorisinde bir yerlere sokulmaya çalışılır hemen. Hayatın tamamını ele geçirmeye çalışan
uluslararası tanı kriterlerine göre isterseniz bütün intiharları psikiyatrik olarak sınıflandırabilirsiniz. Ama bu, kendini öldüren kişiyi anlamamızdan ziyade, psikiyatr olarak vicdanımızı rahatlatmaya yarar yalnızca. İntihar eylemi bir insanın ölümüyle sonuçlanmaktadır ve her insanın kendine özgü koşulları vardır. Doğuştan getirdiği karakter özellikleri, yetiştiği ortam, etkileşimde bulunduğu çevre ve içine doğduğu kültür gibi. İnsan biyopsikososyokültürel bir varlıktır.İnsanın özgür iradesiyle kendi hayatına son vermesi konusunda fikir beyan etmeye kalkacak herkes, mutlaka, hayatın anlamı, insanın nereden gelip nereye gittiği gibi sorularla yüzleşmek zorundadır. İntihar çok katmanlı bir olgudur. Bu nedenle deterministik ve tek bir nedene dayandırılan açıklamalar indirgemecilikten öteye gitmez ve canına kıyan insanı anlamamızın önündeki en önemli engeli oluşturur. İntihar olgusunu anlayabilmek için tıp (nöroloji ve psikiyatri), epidemiyoloji,
antropoloji, biyoloji, sosyoloji, felsefe dahil olmak üzere bütün insan ve ruh bilimlerini göz önünde bulundurmak gerekir. Kendi hayatına bilinçli olarak son veren insan, her ne kadar kendisini intihara sürükleyen nedenlerden ötürü bloke olmuş, karar verme ve algılama yetileri kısmen bozulmuş da olsa son çözümlemede özgür, biricik, kendi hayatından sorumlu, bilinç ve irade sahibi, yaşam denen gerçeğin iyi ve kötü taraflarını öyle ya da böyle tanımış bir bireydir. Hayatta intihar kadar insani varoluşu derinden sarsan bir durum yoktur, ki bu da intiharın gerçekten ne kadar insani bir olgu olduğunu gösterir en çok. 

Albert Camus’nün de belirttiği gibi: “Yalnızca tek bir ciddi felsefi soru vardır: intihar. Hayatın yaşamaya değip değmediği sorusu felsefenin temel sorusudur. Diğer bütün sorular ondan sonra gelir.”

Romano Guardini, “Melankoli insanın başına gelebilecek en büyük acıdır ve varoluşun en derinine nüfuz eder. Bu nedenle de asla psikiyatrinin tekeline bırakılmamalıdır,” der.
İntihar da en az melankoli kadar insan varoluşunu derinden sarsan bir olgu olarak aynı kategoriye sokulabilir. Burada Guardini’nin söylemeye çalıştığı elbette,
melankolinin, dolayısıyla intiharın yalnızca tıbbi açıklama modelleriyle anlaşılamayacağı, felsefi, antropolojik ve sosyolojik boyutun da gözetilmesi gerektiğidir.
İntihar yalnızca günümüz modern toplumuna ait bir olgu değildir. Bu nedenle de antik çağdan beri bütün filozofları ilgilendiregelmiştir. Ama antik çağdan
günümüze kadar bir görüş birliğine varılabilmiş de değildir. Kimileri intiharın insanın özgür iradesiyle girişebileceği bir eylem olduğunu savunurken, kimileri de bunun insanın kendine ve Tanrı’ya karşı işlediği bir suç, günah olduğunu savunmuştur.
Örneğin Platon (MÖ 428-348) intiharı en temelden reddeder. Çünkü Platon’a göre insan Tanrı’ya aittir ve bu nedenle de bu dünyada kendisine verilen yeri Tanrı’nın istemediği bir zamanda ve şekilde terk etme hakkına sahip değildir. “İnsanın en yakın dostunu, yani kendini öldürmesi en tiksindirici eylemdir,” der Platon. Stoacılar Platon’un aksine insanın kendi hayatı üzerinde söz sahibi olduğunu ve hayatta kalıp kalmama konusunda karar verme hakkı da olduğunu savunurlar. Stoacılara göre hayat ve ölüm etik olarak aynı değerdedir. Eğer insan güzel ve yaşanmaya değer bir hayat süremiyorsa ve başka bir çıkar yol da kalmamışsa kendi eliyle hayatına son verebilir. Günümüze yaklaştıkça da filozoflar arasındaki görüş ayrılıkları son bulmaz. John Donne (1572-1631) intiharın ne doğa yasalarına ne de toplumsal ve dinsel kurallara aykırı olmadığını kanıtlamaya çalışmıştır. Buna karşılık Spinoza (1632-1677) insanın hayatta kalma isteğinin o kadar güçlü olduğunu düşünmektedir
ki, ona göre insanın var olmamak için çaba göstermesi tahayyül edilebilecek bir şey değildir. Immanuel Kant’a (1724-1904) göre insanın kendini öldürmesi bir
suçtur. Çünkü insanın birincil görevi istisnasız hayatın korunmasıdır.
Arthur Schopenhauer’e (1788-1860) göre ise intihar edenin cezalandırılması gülünçtür. Çünkü hangi ceza zaten ölmek isteyen insanı yolundan döndürebilir ki? Ama Schopenhauer aynı zamanda intiharı boş ve aptalca bir şey olarak görür, çünkü canımıza kıyarak yalnızca bedensel acıya son verebiliriz. Ruhun sonsuza kadar acı çekmesinin önüne geçemeyiz. Ludwig Feuerbach’a (1804-1872) göre intihar mutluluk içgüdüsünün kendi kendiyle savaşımıdır. Son tahlilde hayatın reddi değil, aksine daha iyi bir hayata duyulan özlemin ifadesidir. İntihar eden kişi, ölmeyi değil, mutsuzluğunun sona ermesini ister.
Bu konuda ilk ve en önemli sosyolojik-epidemiyolojik araştırmayı Emile Durkheim (1897) yapmıştır. Durkheim bu çalışmasında, intiharları dört farklı gruba ayırır.
Egoist, altruistik, fatalistik ve anomik intiharlar. Bu tanımların ayrıntısına girmeyi gereksiz buluyorum. Burada önemli olan nokta Durkheim’ın bütün intiharları, nedenleri yadsınamayacak kadar toplumsal bir olgu olarak görmesidir, ki bu da aslında indirgemeciliğin bir başka türüdür.
XX. yüzyılla birlikte yeni bir bilim dalı olan psikoloji de intihar olgusuyla ilgilenmeye ve dolayısıyla bu karmaşık fenomeni açıklamaya çalışmıştır. Bu konuda ilk bilimsel sempozyum 1910 yılında Alfred Adler tarafından Viyana’da düzenlenmiştir. Sigmund Freud intiharla ilgili ilk psikodinamik teoriyi geliştirmiş olan Freud’a
göre depresyonun ve intiharın psikodinamiği birbirinin aynıdır. Buna göre intihar düşüncesi, bireyin agresyonunu kendi egosuna yöneltmesidir. Agresyonun kişinin kendi egosuna yönelmesi, öncelikle suçluluk duygusu ve kendini değersizleştirme, en uçta da kendini öldürmeyle ifadesini bulur. Depresif insan kendini, dünyayı ve geleceği öylesine olumsuz değerlendirir ki, sonunda içine düştüğü umutsuzluktan tek çıkış yolu olarak intiharı görmeye başlar. İntihar eden kişi duygusal olarak yaralanmaya açık kişidir. Haklı ya da haksız eleştiriler sonucu kendini yaralanmış ve kendilik değeri zedelenmiş olarak algılar. Kendilik değerini kurtarmanın biricik yolu da kendini öldürmektir.
İntihar olgusunu açıklamaya çalışan teorilerin çeşitliliğine karşın, şunu vurgulamak gerekir ki, bütün bu teorilerin doğruluğunu ya da yanlışlığını kanıtlayacak bilimsel verilerden henüz yoksunuz. 
Bir tıp dalı olarak psikiyatri, intiharı hastalık olarak değerlendirir. Major depresyon, bipolar affektif bozukluk ve şizofreni gibi ortaya çıkmalarında biyolojik ve genetik etkenlerin ön planda rol oynadığı psikiyatrik bozukluklarda intihar doğaldır ki bir bulgu olarak diğer belirtilerin yanında ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle de psikofarmakolojik ve psikoterapötik acil müdahaleyi gerektirmektedir. Ama bütün intiharları hastalık odaklı tıbbi bakış açısıyla değerlendirmek de başka bir indirgemecilik olup, intihar eden bireyin gözden yitirilmesine neden olur.
İnsan hayat ve ölümü seçmek konusunda özgürdür. Kişi kaldıramayacağı kadar ağır travmalarla yüz yüze geldiğinde ölümü seçebilir, ama öte yandan, hayata her
şeye rağmen evet demekte de özgürdür. Ölüm, hiçbir şey yapmadan gelmesini beklediğimiz bir sınırdurum olmasının yanında, bilinçli olarak yapabileceğimiz bir tercih de olabilir. Ölmeyi seçmek özgürlüğün başka türlü bir ifade biçimidir.

Ama bu, terapist, ölüm düşünceleriyle kendisine gelen bireye, hayatın içinde yine de keşfedilecek ve yaşanmaya değer başka şeylerin olduğunu göstermesin demek

değildir – ne mi, örneğin aşk!


Sunday, October 12, 2014

Kobane gerçeği: IŞİD laik Kürtlere düşman ‘uluslararası toplum’ da Kürtlerin iradesine












13 Ekim 2014 00:05

Esad yönetimini de, Suriye muhalefetini de, liderini halife ilan eden IŞİD’i de, kendi Kürtlerini en asgari koşullarda bir “açılım süreci”ne razı etmeye çalışan Türkiye’yi de, bölgedeki naylon ve zorba devletleri de, onların efendisi ‘uluslararası toplum’u da rahatsız eden Rojava Kürtlerinin kurduğu yönetim biçimiydi; laik, demokratik, katılımcı, halkın kendi kendini yönettiği; çok dilli, çok kültürlü, bütün dinlerin, mezheplerin ve farklı etnik yapıların barış içersinde bir arada yaşadığı bir modeli gerçekleştirmişlerdi.
Bir havan, obüs ya da top mermisi her an tepemize inebilirdi. Bu yüzden bizi Mürşitpınar sınır kapısına yakın bir binaya almışlardı. Biraz sonra da “Sizin güvenliğiniz için” diyerek değiştireceklerdi bulunduğumuz yeri.
Genç YPG savaşçıları giderek yaklaşan bir kent savaşının telaşlı koşuşturması içindeydiler; “Kobane’ye girecek IŞİD çetelerine sürprizler hazırlıyoruz” diye gülüyorlardı.
Kobane Adalet Divanı ve Kürdistan Demokratik Toplum Hareketi üyesi Ferhan Haceis, sivil kıyafetlerinin üzerine muharebe yeleğini giyip eline kalaşnikofunu alarak düştü önümüze. Bize kenti gezdirecekti.
Erkeğiyle kadınıyla silahlanmış insanların gezindiği, tek tük açık dükkânlardaki insanların bizi görünce zafer işareti yaptığı sokaklarda gezerken Haceis’e ellerinde sağ yakalanmış kaç IŞİD esiri olduğunu sordum.
Öyle ya, kenti yok etmek, bir kent halkını katletmek üzere Kobane’ye saldıran çetenin cellatlarından herhangi birini sağ yakalayınca ne yapıyorlardı? Çünkü ortada bir savaş hali vardı ve karşılarındaki katil sürüsü savaş hukukunun en küçük bir kuralına bile uymuyordu.
“Sayısını veremem” dedi Haceis, “Ama şunu söyleyebilirim ki hemen hemen her ülkeden bir ya da birkaç IŞİD üyesini sağ yakaladık. Bunlar tutuklular ve yargılanıyorlar. Ama ne ceza alırlarsa alsınlar, bizim kantonumuzda da Rojava’nın tümünde de asla idam cezası yok.”
“Asmayıp da besliyorlar yani” diye düşünürken bir adım daha ilerisini anlattı:
“Hukukçulardan bir heyet kurup cezaevinde kalan IŞİD üyelerinin sorunlarını, ihtiyaçlarını saptadık. Bazıları televizyon istedi. İçlerinde Kuran isteyenler de oldu. İhtiyaçlarını karşıladık.”
Bu yaklaşım Suruç’a göçen Kobanelilerin anlattıklarını getirdi aklımıza. IŞİD çetelerinden kaçanlar tanık oldukları vahşetin bin bir türlüsünü anlatırken, kent yönetiminde de görev almış bir kadın biraz da sitemkârdı:
“Bize her türlü zulmü yapıyor IŞİD çeteleri. Bizimkiler de sağ yakaladıklarını yargılamak üzere cezaevine koyuyor. İdam cezası da yok, ölene kadar bakacaksın yani. Hatta bir keresinde yakalanan IŞİD üyesi asayiş görevlilerinin arasında cezaevine götürülürken, üç çocuğu bu çeteler tarafından öldürülmüş bir Kobaneli görür görmez çekti silahını. Bizimkiler neredeyse silahın önüne yattılar bu barbarı korumak için. Öldürülmesine engel olmak istediler. Ama başaramadılar. Yine de çoğu cezaevinde yatıyor. Bizimkiler de günde üç öğün yemek verip bakıyorlar. IŞİD’cilerin bizim cezaevinde yata yata enseleri kalınlaştı.”
‘Öldürdükçe cennete gideceklerini sanıyorlar’
Benzer bir olayı da geçen yıl Erbil’de PYD Lideri Salih Müslüm’le buluştuğumuzda yaşamıştık.
Tam röportaj yaparken cep telefonu çalmış, Müslüm arayan numaraya bakıp “Bu çok önemli, bir dakika bakabilir miyim?” demişti.
Telefonu kapattıktan sonra anlattığına göre, Esad güçleriyle Gziro’da yaşanan çatışmadan sonra rejim güçlerinin elindeki bölge kuşatılmış. Tam 12 gün sürmüş kuşatma. 300 kişiyi kuşatan YPG güçleri bir yandan Esad’ın askerlerine “teslim ol” çağrısı yaparken diğer yandan da bölgedeki Arap nüfusu ikna etmeye çalışmışlar:
“Kardeşim biz bunu yapıyoruz ama biz size karşı değiliz. Sizinle beraber bu yerleri yönetmek için ortak komiteler, meclisler kurabiliriz. Beraber her şeyi yapabiliriz. Ama bu rejim güçlerinin burada kalmaması gerekiyor.”
Bölgedeki Araplar da ikna olup Kürtlerin kalkışmasına katılınca, Esad’ın askerleri sonunda teslim olmuş. İşte gelen telefon da, bu zaferi haber veriyormuş.
Müslüm bu noktada bize diğer Esad muhalifleriyle farklarını anlatmıştı.
“Burada Arapların desteği veya en azından sessiz kalması olmasaydı çatışma çok daha kanlı geçerdi. Hatta biz savaş ve çarpışma taktiklerinde bile değişiğiz. Bizim yerimizde Esad’ın muhalifi diğer Araplar olsaydı ‘Kardeşim gelin teslim olun’ deyip 12 gün beklemezlerdi, katliam uygularlardı. Onlar ‘Bir kişiyi öldürüp cennete gideriz’ diye bakıyorlar.”
Suriyeli muhaliflerle ortak mücadele koşullarını görüşmek üzere birkaç ay önce İstanbul’a gelen Rojava Heyetinde yer alan Halk Meclisi Başkanı Abdrulselam Ahmad, Kürt Sol Partisi Genel Sekreteri Muhammed Muhammed, PYD Merkez Yürütme Kurulu Üyesi Beşira Derviş ve Rojava Demokrasi Hareketi Diplomasi Sözcüsü Çınar Salih savaş koşullarında bile olsa kurmayı başardıkları “demokratik özerk” yönetiminin ne denli başarılı olduğunu anlatıyordu büyük bir coşkuyla.
İşte Esad yönetimini de, Suriyeli diğer muhalifleri de, liderini halife ilan eden IŞİD’i de, kendi Kürtlerini en asgari koşullarda bir “açılım süreci”ne razı etmeye çalışan Türkiye’nin AK Parti Hükümetini de, bölgedeki naylon ve zorba devletlerin liderlerini de, onların efendisi sömürgeci güçleri de rahatsız eden Rojava Kürtlerinin kurduğu bu yönetim biçimiydi; laik, demokratik, katılımcı, halkın kendi kendini yönettiği; çok dilli, çok kültürlü, bütün dinlerin, mezheplerin ve farklı etnik yapıların barış içersinde bir arada yaşadığı bir modeli gerçekleştirmişlerdi.
Rojava Halk Meclisi Başkanı Abdulselam Ahmad’ın sözleri aslında ülkelerindeki, bölgelerindeki, hatta dünyanın pek çok yerindeki bütün egemenleri korkutacak nitelikteydi.
“Rojava yeni bir tecrübe, yeni bir deneyim olarak halkların kendisini temsil edebildiği, kardeşlik ve barış içinde bir arada yaşayabildiği bir yönetimdir. Yönetim biçimimizin Suriye’ye yayılmasını ve örnek alınmasını istiyoruz.”
Tüm halkların temsil edildiği parlamento
İşte buydu kendi ülkelerindeki, bölgedeki, hatta “uluslararası toplum”u oluşturan egemenleri korkutan. Bugün Rojava’nın üç kantonundan biri olan Kobane’de yaşananları ve dünyanın bu büyük insanlık suçuna göz yummasına neden olan da bu korkuydu.
Zaten Esad muhaliflerinin bile Suriye rejimini bırakıp Rojava’ya saldırmalarının nedeni de buydu. Karşılarında kuracakları yeni Suriye devletinde despotluğu ya da ilan edecekleri halifeliğin tek din, tek mezhep anlayışını kabul etmeyecek, şu anda Ortadoğu’da yeni filizlenen bir büyük laik ve demokratik güç vardı. Bu Esad’dan daha tehlikeliydi kendileri için ve bir an önce yok edilmeliydi.
Ahmad’ın anlattığı sürece bakınca da bu durum tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyordu:
“Suriye mezhepsel bir çatışmanın içine girmiş. Çatışmalarda üçüncü bir yol olarak kendi bölgemizi savaşın dışında tutmaya çalıştık. Birçok alanda rejim güçleriyle çatışmalarımız oldu. Onları kendi öz gücümüzle bölgemizden çıkarabildik. Bölgemizdeki Süryani, Ermeni, Arap, Türkmen ve Kürtlerden oluşan bir yönetim modeli oluşturduk. Bugün kendi kendisini yöneten Afrin, Cezire ve Kobane olmak üzere üç kantonumuz var. Bizim güçlerimiz ilk başlarda bölgemize girmeye çalışan çeşitli silahlı çetelere ve ÖSO’ya karşı durdu. Onların yenilgiye uğratılıp bölgemizden çıkartılmasından sonra bu sefer El Nusra saldırıları başladı. Şimdi de IŞİD. Bölgemizde de facto bir yönetim kurulmuş durumda. Halkın her türlü ihtiyacını karşılayacak kurumlarımız mevcuttur. Cezire bölgesinde Türkmenler, Süryaniler, Çeçenler ve Araplar birlikte yaşıyorlar. Ortak yaşamı düzenleyen bir anayasa ve kanunlarımız oluşturulmuştur. Bu geçici bir yönetimdir. Dört ay sonra yeni yönetim için seçime gidilecek. Yapılacak seçimlerde Kürtler, Araplar, Türkmenler ve Süryaniler için bir kota belirledik. Cezire Kantonumuzun Meclisi 101 kişiden oluşuyor. Bu mecliste hiçbir halkın yüzde 10’un altında temsil edilmesi kabul edilmeyecek. Parlamentonun tüm halkları ve inançları temsil etmesini istiyoruz.”
İşte IŞİD saldırılarının yoğunlaştığı şu günlerde Rojava Kürtleri yeni anayasaları doğrultusunda geçici yönetimlerin yerine kalıcı yönetimler için seçim yapma sürecindeydiler.
Kürtlerin büyük suçu!
Suriye rejiminin, Esad muhaliflerinin, bölgedeki egemenlerin, onların efendileri “uluslararası toplum”un neredeyse panik derecesinde bir korkuya kapılmasına neden olacak kadar insanca, adil ve özgür bir toplum kurma yolunda çok büyük adımlar atmıştı Rojava Kürtleri.
Yönetimini aldıkları kentlerde köylerde; halk evleri, gençlik, dil, kültür-sanat meclisleri, eğitim, kadın örgütlenmeleri; mahkeme, asayiş ve meslek örgütleri gibi kurumlar oluşturmuşlar.
Süryani-Asurî örgütlenmelerinin, Arap partileri ve aşiretlerinin, Ermeni ve Çeçen yapılanmalarının da bu sürece katılımı sağlanmış. Diğer Kürt partilerinin bir bölümü de bu oluşumda yer almış. Ancak hala sürece katılmayan farklı Kürt partilerinin varlığından da söz etmek gerek.
“Demokratik özerkliğin” bir koşulu olarak “Halk Belediyeleri” için ağırlıklı olarak hukukçuların, mühendislerin ve esnafın katıldığı; Ermenilerin, Süryanilerin, Arapların, Türkmenlerin, Çeçenlerin de temsil edildiği meclisler oluşturulmuş. Köylerden, sokaklardan, mahallelerden Kanton yönetimlerine kadar katılımcı bir meclis sistemiyle herkesin söz ve karar sahibi olmasının yolları açılmış.
Kadın Akademileri, kadınların evden çıkartılıp eğitim sürecine dâhil edilmesini ve oradan ülke yönetimine katılmasını hedeflemiş. Belki de bugüne kadar güvenlik dışında en yoğun faaliyet alanlarından biri de kadınların eğitimi olmuş ve Rojava Anayasası gereği tüm bölgesel yönetim birimleri için “cinsiyet kotası”nın yüzde 40’ın altında olmaması öngörülmüş. Hatta bu uygulama bazı bölgelerde kadınların yönetime yüzde 45-50 oranında katılımını sağlamış.
İşte bugün IŞİD’in Kobane’ye saldırısıyla somut ifadesini bulan “Kürtlerin büyük günahı” böyle bir sistem oluşturmaları.
Sadece Rojava’nın değil Ortadoğu’nun anayasası
Kürtlerin bölgedeki diğer etnik yapı, din ve mezheplerle birlikte kurmaya başladığı Demokratik Özerk Bölge Yönetimleri’nin “Rojava Toplumsal Sözleşmesi” başlıklı bir anayasası var.
İşte bu sözleşmenin ilk paragrafı:
“Din, dil, ırk, inanç, mezhep ve cinsiyet ayrımının olmadığı, eşit ve ekolojik bir toplumda adalet, özgürlük ve demokrasinin tesisi için; Demokratik toplum bileşenlerinin siyasi-ahlaki yapısıyla birlikte çoğulcu, özgün ve ortak yaşam değerlerine kavuşması için; kadın haklarına saygılı ve çocuk ile kadınların haklarının kökleşmesi için; savunma, özsavunma, inançlara özgürlük ve saygı için; bizler demokratik özerk bölgelerin halkları; Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri ve Arami), Türkmenler ve Çeçenler olarak bu sözleşmeyi kabul ediyoruz.”
Meraklısı için T.C. Anayasası’ndan da “giriş” paragrafını aktaralım:
“Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu Anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O’nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda…”
Hani Türkiye’yi yönetenler sık sık soruyor ya “Kobane’nin ne alakası var Hakkâri’yle, Diyarbakır’la, Türkiye’yle” diye. Zaten Kobane’nin de bir parçasını oluşturduğu Rojava Toplumsal Sözleşmesi’nin 31. Maddesine bakınca bunun ne kadar yerinde bir soru olduğunu anlıyorsunuz!
“Dini inançların yaşanması hakkı güvence altındadır, dinin siyasete alet edilmesi, din üzerinden karşıtlık ve ayrımcılık yaratılması kabul edilemez.”
El hak doğru! Gerçekten bu anayasa maddesiyle Türkiye’nin ne alakası var!
Aslında Rojava’da kurulmakta olan sistemin ne Esad’ın Suriye’siyle, ne muhaliflerinin kurmak istediğiyle, ne Ortadoğu’daki naylon ve despot devletlerin uygulamalarıyla ne de Türkiye’deki egemenlerin yırtındıkları “tek din, tek mezhep, tek dil, tek ırk” gibi bir “tekleme”yle hiçbir ilgisi yok.
Bu yüzden IŞİD çetesi ve komşu devletler bölgede boy atan “çoğulcu, katılımcı, laik bir demokratikliğe” düşman. Halkların kendi kendilerini yönettikleri bir sistemin “kötü örnek” olarak, kendi ülkelerinde uyguladıkları despotluğu teşhir etmesinden çekiniyorlar. Onların efendisi olan “uluslararası toplum” da böylesi örneklerin artması sonucu kendi egemenlik ve sömürü alanlarının daralmasından korkuyorlar.
İşte Rojava’ya; kantonları Kobane’ye, Cezire’ye, Afrin’e önce Esad rejiminin, sonra Suriyeli muhaliflerin, El Nusra’nın, bugün de IŞİD çetesinin saldırmasının ve bütün dünyanın da burada yaşanan vahşeti ve kapıya dayanan soykırımı seyretmesinin nedeni bu.
Ama Rojava’da kurulmak istenen “yeni bir dünya” sadece Suriye’de ya da bölgede yaşayanların değil, aynı zamanda tüm dünya halklarının, ezilenlerinin de umudu. Bu yüzden IŞİD çeteleri Kobane’yi yakıp yıksa, içinde bulunduğumuz yüzyılın en büyük soykırımlarından birini yapsa bile insanlık var oldukça sürecek özgür, eşit, adil bir dünya özlemi.
Bugün yaşadığımız ise, insanlık tarihinin hiç de yabana atılamayacak bir kavşağındaki tercih sorunu; Ya Kobane ya barbarlık!


Sunday, October 5, 2014

IŞİD saldırılarına karşı intihar eylemi düzenledi

PYD, Kobani’de bayramın süresince devam eden çatışmaların bilançosunu açıkladı. Açıklamada Arîn Mirkan kod adlı kadın militanın IŞİD'e karşı intihar eylemi düzenlediği de duyuruldu...

Kobani'nin güney ve doğusunda 50 noktada göğüs göğüse çatışmaların devam ettiğini açıklayan YPG, çatışmalarda 74 IŞİD'linin öldürüldüğünü bildirdi. Çatışmalarda 15 YPG ve YPJ'linin yaşamını yitirdiğini duyuran YPG, Miştenur'da intihar eylemi yapan YPJ militanı Arîn Mirkan'ın da kimlik bilgilerini duyurdu.
YPG, "Arîn yoldaşın bu eylemiyle ortaya koyduğu cesaret, fedakarlık ve özveri tüm YPG ve YPJ'li savaşçılarımızın direniş tutumudur. Tüm YPG ve YPJ savaşçıları gerekirse Arînleşecek, fakat Kobanê'ye yönelik bu çete saldırılarının amacına ulaşmasına izin verilmeyecektir" dedi.

YPG açıklaması şöyle:
“DAIŞ* çetelerinin Kobanê'yi işgal etmek amacıyla başlattığı ve 20'nci gününde olan saldırılara karşı güçlerimiz, sarsılmaz bir irade ile direnmektedir. Bugün sabah saatlerinden itibaren Kobanê'nin güney ve doğusunda bulunan Megtel ve Botan mahallelerinin merkezinde yer aldığı 50 ayrı noktada çok yoğun, şiddetli ve göğüs göğüse çatışmalar yaşanmaktadır. Bu çatışmalarda tespit edilebilen 74 çete öldürülmüştür.
Çetelerin Kobanê'ye girişini engellemek için cansiperane savaşan, büyük cesaret sergileyen ve kahramanca savaşan 15 yoldaşımız şehadate ulaşmıştır.
Tüm güçleriyle saldıran çete güçlerine karşı tarihi bir direniş sergileyen bu 15 yoldaşımız içinde bulunan Arîn yoldaşımız ise çete saldırılarına karşı fedai bir eylem gerçekleştirmiştir. Arîn yoldaş eylem yaptığı saldırı gücünü durdurmuş ve onlarca çeteyi öldürmüştür. Arîn yoldaşın bu eylemiyle ortaya koyduğu cesaret, fedakarlık ve özveri tüm YPG ve YPJ'li savaşçılarımızın direniş tutumudur. Tüm YPG ve YPJ savaşçıları gerekirse Arînleşecek, fakat Kobanê'ye yönelik bu çete saldırılarının amacına ulaşmasına izin verilmeyecektir.

Thursday, October 2, 2014

İngiliz turistlerin katil zanlısı yakalandı.


İngiliz turistlerin katil zanlısı yakalandı. Zanlı, David Miller  çiftini sahilde cinsel ilişkiye girerken gördüğünü ve dayanamayıp kadına tecavüz etmek için saldırdığını söyledi.
DHA

Güncelleme: 01:38 TSİ 03 Ekim. 2014 Cuma
BANGKOK - Tayland Nation Gazetesi. gözaltına alınan Myanmarlı bir işçinin iki İngiliz turisti öldürdüğünü itiraf etti.
Cinayetleri itiraf eden 21 yaşındaki soyadı açıklanmayan Win, 23 yaşındaki Hannah Witheridge ve 24 yaşındaki David Miller çiftini sahilde cinsel ilişkiye girerken gördüğünü ve dayanamayıp kadına tecavüz etmek için saldırdığını söyledi.
İtirafın ardından Polis Komisyonu Genel Müdürü Somyos Pumphanmuang, hemen Koh Tao’ya yola çıktı.

Müfettiş ekibinden bir kişi suçunu itiraf edenin Win adlı bar çalışanı olduğunu söyledi. Win’in yanısıra 23 yaşındaki Maw ve 21 yaşındaki Saw adlı Myanmarlı iki diğer göçmen işçinin de DNA’ları araştırılıyor.


Wednesday, October 1, 2014

PSYCHIATRIC HOSPITAL IN SERBIA


They were made by George Georgiou who worked in Kosovo and Serbia between 1999 and 2002.







 




10Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

11Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

12Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)


14Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)


16Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)


18Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

19Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

20Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

21Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

22Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

23Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)


25Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

26Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

27Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

28Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

29Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

30Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)


32Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)


34Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)


36Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

37Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)

38Psychiatric Hospitals in Serbia (38 pics)