Uluslararası Hrant Dink Vakfı Yayınları tarafından hazırlanıp geçtiğimiz yılbaşında raflarda yerini alan Sessizliğin Sesi, Türkiyeli Ermeniler Konuşuyor isimli kitabın, benim açımdan en hüzün verici yanı, kitaba konuşan tanıkların bir adlarının olmamasıydı.
Kitabı hazırlayanlar, bize seslerini duyurdukları tanıklara isim vermeyerek sessizliğe dair bir metafor oluşturmayı denemişler -en azından benim aklıma bu geldi- lakin bir “şey”den ismini esirgediğiniz zaman o “şey” ortadan yok olur, “sessizliği” ve “sesi” de dahil her şeyini alıp bizi terk eder.
O “şey”i çağırmak, yeniden aramıza katmak ve o “şey”e ait “sessizliğin sesi”ni duyabilmek için ona bir isim vermemiz gerekir. Bu da bizleri kitap üzerine bir dostumuzla ya da bir başka okurla konuşurken tanıkları (en azından, kendileri tarafından özel olarak seçilmiş) adları yerine memleketleriyle (en kolayı, dil hep en pratik olanı izler) anmak zorunda bırakıyor ki, tanıklar namına çok hoş bir durum olmadığını buradan belirtmek isterim.
Farklı yaşlardan, farklı coğrafyalardan, farklı cinsiyetlerden, hikayelerden, bakış açılarından toplam 15 Türkiyeli Ermeni tanığın ‘Türkiye’de Ermeni Olmak’a dair duyduklarını, yaşadıklarını ve fark ettiklerini bizlerle paylaştıkları kitaptan ben de bazı bölümlerin altını çizmeye çalıştım. Ancak aşağıda okuyacaklarınızın kitapta karşılaşacaklarınızın çok az ve sınırlı bir kısmı olduğunu hatırlatayım. (Boldlar bana ait.)
Siz kitabı edinip okumaya bakın, kaçırmayın…
***
?, Erkek, 1949, Nişantaşı-İstanbul(…)Dedem Varlık Vergisi’nden sonra, ölümüne kadar, 8 yıl hiç konuşmadı. Hiçbir şey konuşmadı, evden çıkmadı, sanki dilsizmiş gibi sırf hareketlerle konuştu. Çok iyi hatırlarım, Harbiye’den Osmanbey’e taşınmışlardı, camın önünde bir koltuğu vardı, orada otururdu. Beni dizine alırdı, iki-üç saat okşar severdi, tek kelime konuşmazdı. Çünkü çok ağır bir travma bu, hayata kaç defa başlayacaksın? Babam her şeyi üstüne almak suretiyle dedemi kurtarmış, kendi gitmiş. O günkü gazetelerde ‘kafile1’, ‘numara1’ diye babamın adı çok net geçiyor. Varlık sıfır oluyor, sonra yeniden başlıyor babam. Dedem ise hayata küsüyor. Ben mesela dedemi sokakta hiç görmedim. Sağlam bir adamdı, hastalığı olan bir adam değildi. Sokağa hiç çıkmadı ve hiç konuşmadı.(…)
?, Erkek, 1961, Eruh-Siirt
(…)Babam dedi ki “Sana gâvur diyecekler, öbürlerine de diyorlar ama seslerini çıkarmıyorlar. Seni öldürmezler, dayağını ye, sesini çıkarma gel evine. Bir yerin kırılsın da sesini çıkarma.” Bu bilinci babam bana verdi. Öyle dayak yiye yiye büyüdüm. Öyle dayak yiye yiye büyüdüm. Yedi sekiz yaşlarında iken büyük adamlar beni kulaklarımdan tutup yere vuruyorlardı, “Gâvurdur, kemiği kırılmaz, sağlamdır” diyorlardı. Bizim orada bir uçurum (Tehtameterxanê) vardı. Oradan insanlarımızı atmışlardı, kemikleri üst üsteydi, beni o uçurumlara götürürlerdi. “Dedelerinin kemiği orada, seni de oraya atacağız” diye tehdit ederlerdi.(…)
?, Kadın, 1981, Mutki-Bitlis
(…)Dönme kararı aldıklarında dört kardeş de evliymiş. Hatta çocukları da varmış hepsinin. Babam eve gelip dönme kararını söylediğinde annem evi terk ediyor. Babamın diğer kardeşlerinin eşleri de karşı çıkıyorlar. Annem evi terk ediyor ama birkaç hafta sonra dönüyor evine. “Mecbur kaldım” demişti bir keresinde bana… Annem de babam da şimdi Müslüman, ikisinin de kimliğinde ‘Müslüman’ yazıyor ama ben vaftiz olduğumda onların vaftiz kayıtlarını da gördüm. Bitlis’te vaftiz olmuşlar.
(…)
Evlenmeden önce Ermenice özel ders almıştım. Biri, sağ olsun, gönüllü olarak bana uzun süre ders verdi. Konuşmaya, okumaya, yazmaya başlamıştım ama biraz ara verince tekrar başlayamadım ve öğrendiklerimde geriledim, çünkü sosyal hayatta kullanamadım ve gittiğim kilisede de Türkçe ibadet ediyoruz. Vaftiz olurken çok değerli ve anlamlı bir isim aldım ama Türkçe ismimi kullanıyorum.(…)
?, Kadın, 1961, Samandağ-Hatay
(…)Anneannem anneme anlatmış kadınların utanarak sıkılarak gelişlerini… Çünkü yolda tecavüze uğramışlardır ve orada gebedirler, o gebeliklerinden dolayı çok utanıyorlar ama yapabilecekleri bir şey yok, çünkü onlar canlarına kıyamamışlardır. O kadar da kolay bir şey değildir.(…)
?, Erkek, 1941, Gümüşhacıköy-Amasya
(…)O zamanlar Kıbrıs olayları da vardı. Makarios’un kuklaları yakılır, sokaklarda gezilir, “Kahrolsun Kıbrıs! Kahrolsun Hıristiyanlar! Kahrolsun Ermeniler!” diye bağırırlardı. Anneannem hemen “Aman ortada durmayın, gelin içeri” diyerek bizi sokaktan toplardı. Bayramlarımızda kapılarımıza kedi köpek leşleri asılırdı.
(…)
Ama mesela Erzincan’a gittiğimde içim parçalandı. Erzincan Hastanesi’nde bütün Ermenileri toplamışlar, o zaman tifo, tifüs salgını var, aşı geliştirmek istiyorlar, Ermeni denekler üzerinde denemişler. Bunu yapan adamı profesör yapmış, mikrobiyoloji enstitüsünden kürsü vermişlerdir, hoca olmuştur.(…)
?, Kadın, 1950, Malatya
(…)Kızım da burada evlendi. Alenen düğün de ettik. Öyle kendimizi saklamadık burada. Kızımın iki çocuğu oldu, Sarkis ile Avedis. Büyük torun doğunca dedim ki “Öyle bir isim koyun ki hem onlara uysun, hem bize” Babamız dedi ki “Niye? Dedemizin ismi konacak, Sarkis’tir, Sarkis olacak, bu kadar.” Çocukların vaftizi de burada oldu. Vaftiz yemeğimizi de burada yaptık.(…)
?, Erkek, 1953, Kayseri
(…)Tehcir anılarını anlatırken anneannem çok hüzünlenirdi. Hiç ayrıntıya girmezdi ama Tehcir’den söz ederken bize hep “Gidin buralardan, durmayın buralarda” derdi. Anneannem kız kardeşinin bir Türk’le evlenmesini hiç hazmedemedi. Bu yüzden kendi öz yeğenini hiç görmek istemedi. Çok dindar bir kadındı, sürekli dua ederdi. Bize hep “Aman dikkat edin. Çok mal mülk edinmeyin. Göze batmayın” derdi.
(…)
Bugün 24 Nisan anmaları, “özür diliyoruz” kampanyaları yapılıyor. Bunlar bu ülkedeki vicdan sahibi ve aydın insanlar. Ama bunların bile çoğu Türkiye’de geçmişte ne olduğunu Amerika’da Avrupa’da doktora yaparken öğrendi, bunu kendileri söylüyor. Çünkü Türkiye’de 80 yıldır bunlar anlatılmadı, insanların beyinleri yıkandı. Şimdi bunca zaman sonra insanlara gerçekleri, doğruları anlatmak kolay değil. Elbette çok tepki çekiyor.(…)
?, Kadın 1977, Küçükçekmece-İstanbul
(…)Ermenice bilmeyi çok isterdim. Fransa’daki akrabalarımla Ermenice konuşabilmek isterdim. Bu benim için çok can sıkıcı bir şey. Daha da önemlisi, Ermenice kitap okumak isterdim. Mesela Zahrad’ı okuyamıyorum. Bir şairi anadilinden okumaktan daha güzel bir şey yok. Mesela Yıkıntılar Arasında’yı okumak istiyorum, bulamıyorum Türkçesini. Bu bende bir eksiklik duygusu yaratıyor.(…)
?, Erkek, 1935, Kadıköy-İstanbul
(…)Bütün Kafileyi öldü sanıyorlar. Ölüleri soymak için aralarında dolaşmaya başlıyorlar. Büyükannem o zaman bir fundalığın arasına gizleniyor, onu görmüyorlar. Onlar çekip gittikten sonra çocuklarını orada gömüyor. Tek başına kalınca Erzincan civarında bir köye sığınıyor. Bir yaşlı Türk kadın büyükannemi saklıyor. Ermeni olduğunu bile bile saklıyor aslında. Bu çok tehlikeli, çünkü köylere emir gitmiş, “Evinde Ermeni saklayan, evinin kapısında asılacak” diye. Bu yaşlı kadın ona rağmen büyükannemi geceleri yanında, gündüzleri ise kümeste saklıyor.”
(…)
Tam işler yoluna giriyor derken babama Yirmi Kura Askerlik çıkmış. Denizli Çivril’e gidiyor, ne idüğü belirsiz bir askerlik… Asker elbisesi giydirmiyorlar. Çöpçü elbisesi vardı o zamanlar, eski kahverengi, onlardan giydiriyorlar, çünkü asker değil bunlar. Yani kampa götürülüyor, gayrimüslim ya… Benim babamın gittiği birlikte bir tane Ahmet, Mehmet yok. Hepsi Niko, Pandeli, Artin, İzak mizak…(…)
?, Kadın, 1988, İstanbul
(…)Otobüsten indim, okula doğru yürürken beyaz bereli, sivri burunlu ayakkabı giymiş biri “Hey, Ermeni!” diye seslendi. Hiç cevap vermeden yürümeye devam ettim. O da arkamdan “Hey, sana diyorum!” diye bağırmaya devam ediyor. Baktım, sabah erken saat olduğu için etrafta tanıdık kimseyi göremeyince gerisin geri otobüs durağına dönüp ilk gelen otobüse bindim. Bir baktım ki gelip karşıma oturdu. Pis pis sırıtan bir tip…
(…)
Birkaç gün korkumdan evden çıkamadım. Okula gitsem mi gitmesem mi derken finaller kaçtı. Savcıya gittik, şikâyette bulunacağız, adam “Gazze’de çocuklar ölüyor, sizin uğraştığınıza bak!” dedi. Annem şoka girdi tabii. Savcıya göre “Ermeni’ysen okulunu ona göre seçeceksin.” Annemler dekana gittiler. Dekan da “Bunlar kara cahiller, çeker vururlar. Ne kendi başını belaya soksun, ne benim başımı belaya soksun. Okula gelmesin” demiş. Valiliğe dilekçe yazdık. Oradan da ses çıkmadı. Bir süre sonra okula gittim. Başlarına bir şey gelecek diye kimse konuşmuyordu benimle. Hâlâ da öyle.(…)
?, Erkek, 1950, Kumkapı-İstanbul
(…)Dedem Tevfik askerde Müslüman olup kendi kendini sünnet etmiş.
(…)
Askerden sonra eve dönmüş. Artık Müslüman olduğu için her sene bir kadın getirmiş eve. Getirdiği kadınlar da Ermeni kadınları, kesim artıkları. Başka kadın da getirmiyor. Hepsinden de beşer beşer çocuk yapmış, olmuş 15 çocuğu. Dedem artık Tevfik Çavuş. Gaziydi ama gazi kartını almadık ki Ermeni olduğu anlaşılmasın. Kızlarından üçünü dördünü Ermeni’ye vermiş. Annemi de Ermeni’ye vermiş. Dedemin inancı falan yoktu. Ne camiye, ne de kiliseye giderdi. Hiçbir inancı yoktu. Dedeme “Allah var mı?” filan diye sorsalardı ona bile ne derdi bilmiyorum. Dedemde dinle ilgili hiçbir şey görmedim.(…)
?, Kadın, -, İstanbul
(…)Bir Müslüman’ın, bir Musevi’nin ya da bir ateistin varlığından rahatsız olmam. Beni rahatsız eden, geçmişe ya da kimliğe duyulan saygısızlık. Kendi mesleğimden bir örnek vereyim. Mimarlıkla ilgili sempozyumlarda, Rumların yaptığı evleri ‘Türk evi’ diye anlatıyorlar. Ya da Kayseri mimarisi diye Ermenilerin orada yaptığı taş evlerden söz ediyorlar. Van’ı anlatırken Ahtamar’dan bir cümleyle bile bahsetmiyorlar. Bu kültürün temellerinde var olan ana elementlerin bahsi geçmiyor. İşte bunlar ağırıma gidiyor. İnkâr sadece soykırımı reddetmek değil, bu da bir inkâr…(…)
?, Kadın, 1992, Yeşilköy-İstanbul
(…)19 Ocak’ta Hrant Dink’in öldürüldüğünü de okulun servisinde duydum. Servis şoförümüz Karslıydı. Ermenice de bilirdi. Haberi duyunca radyonun sesini açtı ve aynadan bana baktı. Ben de birden ağlamaya başladım. Dink ailesinden pek çok kişiyi de Kınalıada’dan tanıyordum. Eve geldim anneannem ve dedemle konuştum. Anneannemin bana ilk tepkisi “Böyle konuşmaya devam edersen kafanın arkasından üç tane kurşun yer ölürsün” oldu. Dedem ise ona “Saçmalama kadın” dedi.(…)
?, Kadın, 1957, Bir Kuzey Ege kasabası.
(…)Annemin Ermeni olduğunu belli bir yaştan sonra öğrendim. Çocuk yaştayken annemizin lehçesindeki farklılıkları görebiliyorduk ama evde hiçbir zaman onun Ermeni olduğu söylenmiyordu. Bize anlatılan hikâye şuydu: Annemizin babası anneannem öldükten sonra bir Ermeni kadınla evleniyor. Aslında annemiz Müslüman, anneannemiz Müslüman, dedemiz Müslüman, herkes Müslüman, fakat evlendiği kadın Ermeni Hıristiyan, annemi de o Ermeni kadın büyüttüğü için annemin lehçesi farklı… Gerçeğin böyle olmadığını çok sonra öğrendik.(…)
?, Erkek, 1980, Bağlarbaşı-İstanbul
(…)İnsanın dayanma gücünü anlayamıyorum. Üç çocuğun karının gözünün önünde öldürülüyor, senin komşuların da bunu biliyorlar, sonra sen yaşamaya devam ediyorsun aynı kasabada, tekrar çocuk doğuruyorsun… Aklım bunu hiçbir zaman alamamıştır. Çok hikâye var ama en çok bu hikâye ağır geliyor bana. O yaşandıktan sonra o hayat aynı yerden nasıl devam ediyor? 1915’te kimin ne yaptığı beni ilgilendirmiyor. Kimin ne yaptığını biliyoruz, çünkü ortada bir sonuç var: Bir nüfusun üçte biri yok olmuş gitmiş. Beni kimin ne yapmadığı ilgilendiriyor. Komşun öldürülürken sen ne yapmadın? Ya da nasıl yapmadın? Nasıl izin verdin? Ben hep bunu düşünüyorum.(…)
Sessizliğin Sesi, Türkiyeli Ermeniler Anlatıyor, Derleyen Ferda Balancar, Uluslararası Hrant Dink Vakfı Yayınları, Aralık 2011, İstanbul