Sunday, March 31, 2019

Bazı Ünlü Eşkiyalar

Piç Ardaş

1910’lu yıllarda özellikle Üsküdar sokaklarında hüküm süren Piç Ardaş, 1886’da Sivas’ta doğar. Koca Mavnacı’yı öldürdükten sonra dikkatleri üzerine toplayan Ardaş, küçük yaştayken Sivas’tan getirilip Selamsız’daki Ermeni kilisesinde bir papaza bırakılır. Neyin nesi olduğu bilinmeyen Ardaş’a nüfus kâğıdı çıkarılırken, baba hanesine kendisini teslim alan Sarkis adındaki papazın adı yazılır. Bu durumdan ötürü “piç” lakabıyla anılır. Kilisede büyüyen Ardaş, tüm çabalara rağmen okumayınca, meslek öğrenmesi için bir fırına çırak olarak verilir. Ömer Ünal’ın aktardığına göre, “doğuştan asi ruhlu” olan Ardaş, ilk suçunu fırında beraber çalıştığı Erbaalı arkadaşı Yusuf’u fırıncı küreğiyle yaralayarak işler.
Bu olaydan sonra, fırında çalışmayı bırakan Ardaş, 24 yaşındayken Selamsız’daki kilisenin iki papazını yaralayınca artık meskeni sokaklar olur. Papazlara saldırmasının sebebi de kendisine istediği parayı vermemeleridir. Doğancılar’ı haraca kesen Ardaş, bir süre sonra gönlünü Kumkapılı Ağavni’ye kaptırır. Ağavni’nin babası Krikor’un, kızını Ardaş gibi birisine vermek istememesi kendisi için pek hayırlı olmaz. Bir gece Ağavni’nin evini basıp onu kaçıran Ardaş, kızın babası Krikor’u da ağır yaralar. Ardaş, I. Dünya Savaşı’nın ardından Ağavni’yle birlikte yaşadıkları Ümraniye yolu üzerindeki evinden Üsküdar sokaklarını yönetenlerden birisidir artık. Ardaş’a esas şöhreti ise İstanbul’un namlı kabadayılarından Mavnacı Ali’yi “hacamat” etmesi getirir.
Rizeli Mavnacı Ali, 1906’da Üsküdar’ın “haracını yiyen” Karamanlı Yusuf’u Üsküdar vapur iskelesinin önünde falçatayla öldürmesinin ardından, 16 yıl boyunca hem Üsküdar’da, hem de Beyoğlu’nda “borusunu öttüren” namlı bir kabadayıdır. Ali’nin Piç Ardaş’ın Üsküdar’da isminin duyulmasından duyduğu rahatsızlık, kendi avanesinden birkaç kişinin Ardaş tarafından dövülmesiyle ayyuka çıkar. 26 Kasım 1920’de, Mavnacı, Ardaş’ı öldürmek için bir tuzak kurar ve onu Kuzguncuk’a çağırır. Fakat hesabı tutmaz ve iki hasım Kuzguncuk’taki Yalı Kahvesi’nin önünde bıçaklarla kapışırlar. Düelloda şans, iki parmağını kaybetmesine rağmen Ardaş’a güler. Sağ el başparmağı ve işaret parmağının kesik olması, polis kayıtlarında en belirgin alameti olarak geçer. Bu kavgadan sonra Üsküdar’ın tek hâkimi olan Ardaş’ın da saltanatı uzun sürmez. Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, sevgilisi Ağavni’yi de yanına alıp ortadan kaybolur.

Şık Manol

Tokatlı Milaço’nun 1890 doğumlu oğlu Manol’u diğer kabadayılardan ayıran özelliği, her daim çok sık giyinmesidir. “Sırtından eksik etmediği kadife yakalı paltosu, başındaki fötr şapkası ve boynundan hiç eksik etmediği kravatı ile bir kabadayıdan ziyade kalem efendisine benzeyen” Manol, bu yüzden “şık” lakabıyla anılır. Ömer Ünal’ın “Yüreği ve bileği ile tipi böylesine birbirine zıt ne insan gördüm, ne de bir kabadayı tanıdım” diye tarif ettiği Manol’un İstanbul’daki kabadayılığı pek uzun sürmez. Tokat’ta büyük bir çiftliği olan babası, onu okumak için İstanbul’a yollasa da, Manol’un okumaya pek niyeti yoktur. Yeşilköy’de kendine bir ev tutan ve bir süre sonra Galata’da kumarhaneye işletmeye başlayan Manol, haraç işlerine hiç bulaşmaz. İstanbul’da kısa süreli hüküm süren bu kabadayıyı Ünal şöyle anlatıyor: “Manol, kabadayılığı süresince hiç adam öldürmemiş, hatta ne bıçak, ne tabanca, ne de başka bir alet kullanmıştır. Onun en büyük silahı, kısacık boyuna rağmen, son derece çevik bir şekilde zıplayıp hasmına vurduğu kafası ve yumruğu idi. En kızdığı şey de haksızlıktı. Bir gün Kuledibi’nde kavga edince, o zaman görevli olduğum Asmalımescit Karakolu’ndan olay yerine geldim. Şık Manol, etrafını saran 6 kişi ile kıyasıya dövüşüyordu. Bu altı kişinin üçü ellerinde falçata bulunduruyordu. Fakat maymun gibi çevik olan Şık Manol’u bir biçime getirip haklayamıyorlardı. Ne yalan söyleyeyim, o kavgayı, daha doğrusu Şık Manol’u seyretmek için işe birkaç dakika müdahale edemedim. ‘Zaptiye geldi’ sesleri üzerine, çil yavrusu gibi dağılanlar altı kişi oldu. Şık Manol ise telaşsız, yerdeki fötr şapkasını alıp kafasına geçirdikten sonra kavganın sebebi anlaşıldı. Manol’un kapıştığı 6 kişilik grup, Kasımpaşa’dan gelip onun oturduğu kahve sahibinden haraç istemiş, buna dayanamayan Manol da kafası ile bileğini konuşturmuştu.”

Arap Hüsnü

1870 yılında Trablusşam’da doğan Mişel’in İstanbul’a ne sebeple geldiğini bilen yok. İstanbul’da İslam’a ihtida eden Mişel, Hüsnü ismini alır ve Arap lakabıyla anılır. Tophane civarında genç külhanların hepsini sindirmiş, Salı Pazarı’nda haracını vermeyen iki kişiyi öldürmesiyle nâm yapmıştır. Ömer Ünal’ın “Heyula gibi, iri yarı, insanın rüyasında görse korkacağı bir tipti” diye tarif ettiği Arap Hüsnü, kabadayılığının son yıllarında kaçak içki satışına girer. Bu işten dolayı defalarca kez hapse girip çıkan Hüsnü, Cumhuriyet’in ilan edilmesinin ardından sınır dışı edilir.

Yamalı Yorgi

Arnavutköylü balıkçı Miltiyadis’in 1892 doğumlu oğlu Yorgi, Ayazma’da küçükken babasıyla balığa çıkarak mesleğin inceliklerini öğrenir. 11 yaşında, balık pişirdiği tavanın sandalda devrilmesiyle yüzünün çeşitli yerleri yanar. Bu yüzden lakabı “yamalı”dır. Polis kayıtlarında da alameti olarak “sağ kulağından yanağına doğru yanık izi” olduğu yazar. Sabıkalılar arasına girmesine sebep olan olay, 17 yaşındayken tartıştığı bir balıkçıyı Rumelihisarı’nda bıçaklamasıdır. Daha sonra, bu kez Kandilli’de ağ atma kavgasına bulaşır ve tartıştığı dört kişiyi yaralar. Bu vukuattan sonra, esas geçim kaynağı karmanyolacılık olmuştur, yani şehrin ıssız yerlerinde insanları sıkıştırıp paralarını alır. Bu sırada İzmirli Despina’ya âşık olur ve birlikte Ayazma’da yaşamaya başlarlar. 1921’de Bebek’te kendisine haraç vermeyen bir faytoncuyu ve Ortaköy’de bir kahveciyi öldürmesiyle, şehrin korkulan adamlarından biri olur. Boğaz’ın Rumeli yakasının haracını o topluyordur artık. Osmanlı zaptiyelerinden defalarca kez kaçmayı başarır. “Su testisi su yolunda kırılır” misali, 1923’te Arnavutköy’de bir kuytuda ölü bulunur.

Solak Ligor

Konya’da kan davasına karışan babası Todori’yle küçük yaşta İstanbul’a gelen Ligor, 1888 yılında doğar. İstanbul’a kaçsa da kan davasından kurtulamayan aileyi takip eden hasımlarla Todori arasında çıkan çatışmada, Ligor sağ kolundan yaralanır ve sakat kalır. Fener’de oturan Todori Efendi, muhitinde ünlü bir terzidir. Fakat oğlu Ligor, sağ elindeki sakatlık yüzünden bu mesleği yürütemeyecektir artık. Ligor da kendisini sokaklarda bulur. Ömer Ünal’ın “korkunç denecek süratle bıçak kullanırdı” dediği Ligor, bu özelliği nedeniyle âlemde “solak” lakabıyla nam yapar. 1908’de Balat’ta bir Yahudi tüccarı vurarak ilk vukuatına imza atar. Bu dönemde babasını kaybeden Ligor için kabadayılık yolunda bir engel kalmamıştır artık. şöhreti önce Unkapanı’nda yayılır. Oradan Eyüp’e kadar olan mıntıkanın dört yıl boyunca sözü geçen tek kabadayısı olur. Bir süre sonra kalpazanlık işine bulaşır ve sonunu da bu iş getirir. 1921’de piyasaya sürdüğü sahte İngiliz paraları yüzünden yakalanır ve hapse atılır. Hapisten çıkıp çıkmadığını kimse bilmez.

Kesik Nikola

1884 yılında İstanbul’da doğan Nikola’nın çocukluğu, Zindankapı’da babası Yorgo Efendi’nin yaptığı közlemeleri satmakla geçer. Babası, Nikola küçük yaştayken ölünce, bir süre daha işi devam ettirmesine rağmen, ne hamur tutmasını, ne de yağda közleme yapmasını beceremediğinden işi tutturamaz. Bir müddet de hamallığı dener. Fakat gözü kolay para kazanma yollarındadır. Genç ve kuvvetlidir. Haraç almaya ilk kez babasının dostu Tatyos Efendi’den başlar. Bir süre sonra yaşlı adam direnince, Nikola ilk vukuatına imza atar. Babasının en iyi arkadaşını jiletle yaralar. Artık başka bir yola girmiştir. Jilet atmakta ustalaşır, bileği de kuvvetlidir. Kısa süre de Zindankapı’nın hamallarını haraca kesmeye başlar. Artık “Unkapanı’nın dayısı”dır. Sabahtan akşama Mihal’in Kahvesi’nde oturup ayağına getirilen haraçların keyfini sürer. Haracını vermek istemeyen dört kişiyi yaralar, Rıza isminde bir hamalı da öldürür. Bir kavgasında yüzünden yaralanır ve bu yara sol yanağından gözüne kadar bir bıçak izi bırakır. Bundan sonra adı Kesik Nikola’dır. Polis peşine takıldığında da sevgilisi Olga’nın Kasımpaşa Ziba’daki evinde saklanır. Nikola, işlerini büyütmekte kararlıdır. Bazı kumarhaneler ve randevu evlerini kendisine bağlar. Beyoğlu’nda nâmı yürüyordur artık. Fakat ismi, 1922’de İstanbul’da adını yeni duyurmaya başlayan Laz Hüseyin tarafından Şık Manol’un kumarhanesinde öldürülmesiyle, İstanbul sokaklarından silinir.

Odesalı Kosti

1885’te Yunanistan’da doğan Kosti’nin, neden Odesalı olarak anıldığı bilinmez. İlk işi, 3 Aralık 1919 yılında, şimdiki adı İstiklal Caddesi olan Cadde-i Kebir’de 80 numaralı dükkânın içine girip kasasını kırdıktan sonra, üç bin drahmiyi çalmak olur. Sağ kolunun iç tarafında eli kamalı bir kız ile sol kolunda iki çiçek ortasında bir haç ve M harfi olan (Sevgilisi Mari’nin isminin baş harfi) dövmeleriyle bilinir. Alman Lokantası’nda çıkardığı olaylar meşhurdur. Fakat hiç suçüstü yakalanmaz. Polisler, dükkândan içeri girdiğim zaman Kosti’yi sevgilisi Mari’yle rahatça otururken bulurlar. Yerde ise birkaç kişi yaralı vaziyette yatıyordur daima. Kosti, İngiliz polisleri tarafından kollanır. Beyoğlu’nda bir terör havası estirir. Tünel’in çıkışından Taksim’e kadar bütün mıntıkanın hâkimidir. Birçok suça bulaşır, itiraz edeni öldürmekten çekinmez. Ziba Yokuşu’nda bir Ermeni tüccarı öldürmesine rağmen, İngiliz polisleri tarafından kurtarılır. Dokunulmazlığına olan güveninden ötürü, Hamidiye’de kendisini tutuklamaya çalışan bir zaptiye çavuşunu bile bıçaklar. 9 Temmuz 1921’de Çeşme Meydanı’ndaki Yakup Efendi Birahanesi’nin önünde, sonradan “nâmı büyüyecek olan bir tıfıl” olan Laz Hüseyin tarafından dört bıçak darbesiyle öldürülür.
DİĞER ÜNLÜ EŞKİYALAR:
Aşağıda adı geçen anadolu coğrafyasındaki terör örgütü grup başları 40 sene boyunca başta etniki eterya, taşnak, hınçak v.b. Isimli terör örgütleri vasıtasıyla 1794-1834 yılları arasında Osmanlı Hükumetini zayıf düşürüp parçalamak için özel olarak çalışarak Osmanlı Devleti’nde çok üst düzey görevlerde bulunmuşlardır. Gayeleri Osmanlıyı yıkabilmektir. Maalesef görevlerini başarmışlardır. Aldıkları emirse Osmanlı ordusuna giden para ve silah konvoylarını yağmalayarak yeryüzünde hiçbir iz kalmaycak şekilde gömmektir.Maalesef kendi üstlerini bile dinlemeyen bu eşkiya takımı yaptıkları soygun gömülerini daha sonradan bulabilmek için çoğu sahte olmak üzere bir takım işaretler yapmışlardır.VE bu ganimetlerin peşinde yıllardır defineciler çalışmaktadır
ADI BÜYÜK DEFİNELERLE ANILAN ESKİYA GURUPLARI, BAŞLARI VE MEMLEKETLERİ
1- TİMORYANİ (İTALYAN)
2- ANDRİA KAPTAN (RUM)
3- MİHAİL KAPTAN (RUM)
4- EMİN VOYVODA (HASKÖY)
5- SARI MEHMET (KÜTAHYA)
6- VELİ EFE (DUDAKLI)
7- SARI AHMET (KİRMAS)
8- KARA ŞERİF (SELANİK)
9- KOCA İSTİM (GEMLİK)
10- İSMAİL BEY (ADİRNAS)
11- APOSTOPOL (MİDİLLİ)
12- ÇOLAK MANOL-MİMAR(malkara mahallesi kurŞunlu köyü kemalpaŞa ilçesi bursa
13- KOCA YORGİ (İZMİT)
14- ALANOS PAŞA (GEVYE)
15- KATIRCI YANİ BEY (SARUHAN)
16- PAPAZ VOYVADA (KAVALA)
17- KAYNARCALI SARI RECEP( ARNAVUT)
18- KOCA TOROS BEY (ERİKLİ)
19- AGOP (ERMENİ)
20- NİKO (BANDIRMA)
21- KATIRCI NAMIK BEY (ADAPAZARI)
22- TODORİ (KAYSERİ)
23- LEFTER (geyveli kurt baŞlİ kara lefter )
24- Alİ BEY (ARMUTLU)
25- KARAHASAN PAŞA (KARAHASANKÖY)
26- HEKİMOÐLU Alİ (BIYIKLI)
27- POP MARTİN (BULGAR)
28- VOYVODA VOLÇAN (BULGAR/EFLAK)
DİĞER ÜNLÜ EŞKİYA LİSTESİ
Nebyan’da ve çok defa Nebyan’dan çıkarak Bafra çevreslnde eşkıyalık yapan Rum çetelerinin büyük-küçük sayıları yüzlere ulaşmakta olup bunlardan başlıcalarının isimleri ve kimlikleri aşağıdadır :
1. Bafra’nın Kilik köyünden çete relsl “İstavrl” (Bu kan dökücünün yaptığı olaylar sayılamayacak kadar çoktur)
2. Samsun’un Taflan Köyünden çete relsl”
Lefter”
3. Havza kazasının Küpçüdağı köyünden
“Piç Vasil”
4. Çok defa Bafralı İstavri ile hareket eden kuvvetli çetecilerden “Aliko”
5. Osmanbeyli köyünden “Peço”
6. Samsun’un Kurugökçe köyünden “Andon”
7. Balıklar köyünden “Endlk”
8. En ünlü çete relslerlnden Karapınarlı köyünden “PIÇ İlya” veya diğer adıyla”Kara İlya”
9. Kirazlı köyündenTaşcıoğlu “Kara Sava”
10. Bafra’nınYaylaköyünden”Kel Sava”
11. Samsun’un Egribel köyünden ”Anastas” ve bunun dayısı diğer Anastas.
12. Ayndere köyünden Balcıoğlu “Deli Yani”
13. Havza’nın Elmalıca köyünden “Eleni Çavuş”
14. Yeraltı köyünden “Falı”
15. Samsun’un Beyllk köyünden “Sarı İstil”
16. Kapıkaya köyünden “Kavaklıoğlı yuvan” ve bunun yeğeni TodaroğIu Agabyos.
17. Alaçam köyünden “Gürdekoğlu Simyon”
18. Ayndere köyünden “Temüroğlu Yani”
19. Bakırpınarı köyünden “istavri”
20. Zeynel* köyünden “Todoroğlu”
Bütün bu isimleri sayılan haydutlar hep değişik çetelerin reisleri olup her birinin 10’dan 100’e kadar adamı vardı. bunlar, Bafra çevresini yıllarca kavurdular. Birçok İslam köyleri birer harabe oldu. Binlerce İslam onların vahşetine kurban gittiler.
Etiketler: 

Sunday, April 9, 2017

Ataerkil üreme sistemine çomak sokan ‘günahkar’: Margaret Sanger


2017-04-09 
Gazetece Karınca’da yer alan Tarihten Kadın Portreleri: Ataerkil üreme sistemine çomak sokan ‘günahkar’: Margaret Sanger

ABD’de doğum kontrolü ve kürtajın dini açıdan günah ve yasalar açısından da yasak olduğu bir dönemde kaleme aldığı bildirilerle milyonlara ulaşan Margaret Sanger, Kilise’nin kendisini “günahkar” ilan etmesine rağmen yılmadan mücadelesine devam etti. “Doğum kontrol” terimini çalışmalarında ilk kez kullanan Margaret tarihe, tıp bilimine ve kadın mücadelesine büyük bir terim kazandırmış oldu. Bugün O’nun adını belki az kişi bilir ancak yarattığı devrimin etkisi 21’inci yüzyılda kadın mücadelelerinde temel alanlarından birini oluşturuyor.

Ataerkil sistemin kendini sürdürmesi için kadın bedenini üreme sistemi ile kontrol almasına karşı bayrak açanlardandı anarşist-feminist Margaret Higgins Sanger. 11 çocuk doğuran annesinden aldığı ilhamla “Ve hiçbir kadın bilinçli olarak anne olup olmamayı seçene kadar kendine özgürüm dememelidir” sözleriyle yola çıktı ve kilise tarafından “günahkar” ilan edildi. Kiliseye göre Margaret, ‘Şeytanın ruhu’nu taşıyan kadının iradesini savunmaya başlamıştı.
…Kendi bedenine sahip olmayan ve bedenini kontrol edemeyen bir kadın özgür değildir…
Bu sözler 20’nci yüzyılın başında kadın bedenini üreme sisteminin bir parçasına dönüştüren ataerkil sisteme karşı doğum kontrol yöntemleri geliştiren ve Amerika’nın varoşlarında yasak olan kürtaj kliniği kuran Margaret Sanger’e ait.
‘Kadınlar arası bir sır’
Ataerkil sistemin geliştiği ilk yıllardan itibaren kadın bedenini kendine mülk gören eril anlayış, onu bir üreme makinasına dönüştürmek ve sistemini devam ettirmek için kontrol altında almak için çeşitli yol ve yöntemler buldu. Bu nedenledir ki dini metinler üzerinden kadın bedeni kontrol altına alınmak ve üreme sistemine dahil edilmesi sağlanmaya çalışıldı. Tek tanrılı dillerin eril yorumu kadınlara ve kadının cinsel kimliğe “şeytani vasıflar” atfederek onu lanetledi, kutsal evlilik bağlılığı ile erkeğin hizmetine yedekledi. Erkek sistemin üreme mekanizmasına karşı duran kadınlar ise çağlar boyunca kendi aralarında buldukları alternatif tıp yöntemleri ile doğum kontrolünü geliştirdi. Ortaçağ’da “Kadınlar arası bir sır” olan doğal kürtaj yönteminin uygulandığını döneme ait birçok tarihi metinde görmek mümkün.
Tarihin ilk çağlarında kendi bedenine doğal bir yaşam koşulu olarak sahip olan kadınların yeniden bu kararı ele geçirmek için direnişe geçtiği 19. ve 20. yüzyılda doğum kontrolü ve kürtaj, kadınlar için temel bir mücadele alanı ola geldi. Dünyanın birçok ülkesinde kadınlar “benim bedenim benim kararım” diyerek mücadele hattını belirledi. Tam bu mücadele hattının belirlendiği günlerde Amerika’da komünist anarşist ve feminist bir kadın, kadınların anne olup olmayacağına karar vermesinin kendi elinde olduğunu belirterek mücadele başlattı.
Yoksul kadınların nasıl ezildiğine tanıklı etti

Bu kadının adı Margaret Higgins Sanger’di. Aslında doktor olmak istiyordu ancak eril sistem onun doktor olmasına izin vermediği için hemşire olmuştu. New York’un fakir işçi semtlerinin bulunduğu doğu yakasında sağlıkçı olarak çalışan Margaret, yoksul kadınların yüklenen ağır annelik rolü nedeniyle daha fazla ezildiğine tanıklık etti. Kadınların kendilerinden, sürdürmek zorunda oldukları yaşam koşullarından ve ekonomik standartlarından bağımsız çocuk sahibi olmaya zorlanmalarına ‘dur’ demek gerektiğine karar verdi. Margaret’e göre basit bir insan aktivitesi olan cinsellik erkeklere bir sorumluluk getirmezken kadınları tercih etmedikleri halde “ömür boyu annelik” denilen öğretilmiş ve din ve devlet aracılığı ile kutsanmış role mahkum ediyordu.
İlham kaynağı annesiydi
Aslında Margaret için ilk ilham kaynağı annesiydi. 11 çocuk doğuran annesinin yaşadığı dram O’nu kadınların bedenini anneliğe mahkum edilmesinden başka anlamları olduğunu da düşündürmeye başlamıştı.
Margaret 14 Eylül 1889’da New York’ta dünyaya geldi. Eğitiminin ardından ilk gençlik yıllarında kısa süreli öğretmenlik deneyiminden sonra New York kentinin Aşağı Doğu Yakası’nda hemşirelik yapmaya başlayınca gördüğü yoksulluk, denetlenemeyen doğurganlık, anne-çocuk ölümü gibi unsurlar karşısında bir şeyler yapması gerektiğine karar verdi ve her kadının ailesini planlama hakkı olduğunu savunarak, doğum kontrolü yöntemlerini yaygınlaştırmayı engelleyen yasal düzenlemelerle mücadele etmeye başladı.
Dini grupların ‘günahkarlar’ listesine girdi
1912’de çalışmalarını sadece doğum kontrol üzerinde odaklamaya karar verdi. Ki o günlerde geçerli olan kanunlar gereğince, doğum kontrolünü bırakın, kürtajın dahi dini açıdan günah ve yasalar açısından da yasaktı. Elden ele dolaşacak makaleler kaleme aldı. Yazdığı bildiriler adının bir anda dini grupların “günahkârlar” listesine girmesine neden oldu. Kiliseye göre artık O, “Tanrının iradesinin karşısında aciz, güçsüz ve şeytanın ruhunu taşıyan kadının iradesini savunmaya başlamıştı.”
Avrupa’ya yaptığı yolculuklar, bilim insanlarıyla yaptığı toplantılar ve basın açıklamaları yasa ve din adamlarınca hemen soruşturma konusu haline getirildi ve yaşamının son yıllarına kadar Amerika’nın kara listesindeki ‘günahkar kadın’ olmayı sürdürdü.
Bildirileri milyonlara ulaştı
Çünkü kadınlar binlerce yıldır kendi bedeni üzerinde hakimiyet kuran ataerkil din ve siyasetten kurtulmanın yolunun doğanın kendisine verdiği en büyük mucizeyi dizginlemekten geçeceğini Margaret kopyaları milyonlarca elde dolaşan bildirileriyle anlayacaktı.
Kadın gazetesi çıkarttı
Margaret bildirilerinin yarattığı etkiden güç alarak 1914 yılında “The Woman Rebel” isimli aylık bir gazete çıkarmaya başladı. Sekiz sayfalık bu küçük yayın organının okuyuculara ulaştırdığı yazılar ve makaleler o kadar devrimcidir ki muktedirlerin rahatsız olmaması beklenemezdi. Zaten gazetenin sloganı da tam onları rahatsız edecek cinsten, “Tanrılara ve Efendilere Hayır”dı.
Tıp bilimine ve kadın mücadelesine yeni bir terim kazandırdı
Çalışmalarında ilk kez “doğum kontrol” terimini kullanan Margaret tarihe, tıp bilimine ve kadın mücadelesine büyük bir terim kazandırmış oldu.
Postayla doğum kontrolü yanlısı yazı dağıtmak suçundan yargılandı, davası 1916’da düştü.  Aynı yıl Brooklyn’de ABD’deki ilk doğum kontrolü kliniğini açan Margaret, kamu huzurunu bozmakla suçlanarak 1917’de 30 gün ıslahevinde kaldı.
1921’de Amerikan Doğum Kontrolü Birliği’ni (American Birth Control League) kurdu ve 1928’e değin bu kurumun başkanlığını yaptı. 1927’de Cenevre’de ilk Dünya Nüfus Konferansı’nın toplanmasına öncülük etti. 1953’te kurulan Uluslararası Aile Planlaması Federasyonu’nun ilk başkanı oldu. Hindistan ve Uzakdoğu ülkelerinde doğum kontrolü konusunda çalışmalar yaptı.
1936’da federal mahkeme doğum kontrolü üzerine yazılanları ve doğum kontrolü araçlarını “müstehcen” olarak tanımlayan 1873 tarihli Comstock Yasası’nı yeniden yorumlayarak, hekimlerin ‘yaşamı kurtarmak ve hastaların sağlığını korumak amacıyla’ doğum kontrolü uygulamasına izin verdi.
Kadınlar doğum kontrolü hakkını kazandı
Margaret Sanger tarafından başlatılan kadınların doğum kontrolü kullanma hakkı çalışmaları sonucunda, 1965’de kadınlar kanunen doğum kontrolü hakkını kullanabildi. Margaret, “Medeniyetin Mihveri” (The Pivot of Civilization) adlı eserinde Katolik Kilisesi’nin doğum kontrolü için “doğal değil” demesini eleştirdi.
Margaret, doğum kontrol kullanım hakkını kadınların kullanmaya hak kazandıktan bir yıl sonra 6 Eylül 1966 yılında yaşamını yitirdi. Margaret yarattığı devrimleri keskin kalemiyle anlatmayı da ihmal etmemişti:
…Kendi bedenine sahip olmayan ve bedenini kontrol edemeyen bir kadın özgür değildir. Ve hiçbir kadın bilinçli olarak anne olup olmamayı seçene kadar kendine özgürüm dememelidir…
Bugün Margaret Sanger’in adını az kişi bilir ancak yarattığı devrimin etkisi 20’nci ve 21’inci yüzyılda kadın mücadelelerinde temel alanlarından birini oluşturuyor. Kadınların kendi bedeni üzerinde söz sahibi olması ve doğum kontrolünün sadece kadınların üzerinde yürütülmemesi gerektiği üzerine yürütülen tartışmalar kadın mirası olarak, bugünden yarına taşınıyor.
Kaynaklar: Margaret Sanger: 1883-1966 – Hans Lehfeldt – The Journal of Sex Research (1966)
http://www.pbs.org/wgbh/amex/pill/peopleevents/p_sanger.html

http://www.gunceltarih.org/2012/04/margaret-sanger-dunya-uzerindeki-en.html

Wednesday, November 9, 2016

Matild Manukyan: Türkiye'de 20.yy’ın en önemli işkadınlarından biri



İstanbul’da genelevler 19.uy’ın sonlarına doğru, özellikle de Kırım savaşı (1853-1856) zamanında askerlerin temel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla açılmış ve kurumsallaşmaya başlamıştır. Galata’da ve daha sonrasında Beyoğlu’nda açılan ve oldukça rağbet gören genelevler, günümüzde birçok zorluklarla karşılaşmış olsa dahi hala yerlerini koruyup, hizmetlerini sürdürmektedirler.  

Bugün Türkiye’de genelevlerin yaklaşık olarak % 85’i illegal olarak yürütülmektedir. Bunun sebebi ise, Türkiye’de 100.000’den fazla seks işçisinin çalışıyor olması ama sadece 15.000 seks işçisinin resmi olarak çalışılmasına izin verilmesidir.

Türkiye`deki genelevlerden bahsedip bu alanda büyük rol oynayan Matild Manukyan’ı unutamayız.

Matild Manukyan 1914 yılında İstanbulda doğdu.İstanbullu aristokrat bir Ermeni ailesinin kızı. ``Notre Dame de Sion`` lisesini bitiren ve iş hayatına sosyete terziliği ile başlayan Manukyan, eşinin ölümünün ardından oğluyla tek başına kaldı.

Manukyan açtığı atölyede kıyafet dikerek para kazandı. Karaköyde babasına ait binaları genelev işletmecilerine kiraya veren Manukyan, buradan alacağını ödemeyen bir kiracısı vasıtasıyla geneleve ortak oldu. Önce ev sahipliği ile bu işe başlayan Manukyanın yıllar içinde işlettiği genelev sayısı 14ü buldu.
Daha sonra Manukyana ait genelevlerin sayısı 37`e ulaştı.

 Matlid Manukyan 20.yy’ın en önemli işkadınlarından biridir. O, genelevlerden kazandığı paralarla çok sayıda gayrimenkul aldı.Üstüste vergi rekortmeni seçildi, resmi görevlilerden vergi rekortmenliği plaketleri aldı. M&M adını verdiği özel müzede başarılarını sergiledi.

Genelev patroniçesinin son mal varlığı şöyle; Manukyan`ın 50 dairesi, 50 dükkânı, 4 hanı, 4 yazlığı,220 ticari taksi plakası, 37 genelevi, 40 binası, 2 fabrikası, Kalamış`ta yatı, bir Rolls-Royce, dört BMW ve dört tane de Mercedes otomobil ile oteli vardır. Kiracıları arasında Şişli Belediyesi ile Şişli Adliyesi de yer alıyor.

``Genelev kraliçesi`` ve ``Genelev patroniçesi`` olarak bilinen Matild Manukyan kendini hayır işlerine de adadı.  Sağlığında pek çok kimsesiz ve yoksul öğrenciyi okuttuğu bilinir. çeşitli vakıflara üzerinde dairebağışladı. Cemaatinin kilisesine bağış yapmak istemiş, ama kilise kabul etmemiş. Manukyanın iflastan kurtardığı üç iş adamı, Çinde yaptırdıkları Manukyan’ın heykelini ünlü işkadınının evinin bahçesine dikti.

Matild Manukyanın falliyetini çok sayıda kınayan olsa da, onun Türkiyenin iş hayatında oynadığı büyük rol hepimizin malumu.

 Genelev patroniçesi Matild Manukyan, 21 Şubat 2001 tarihinde Beyoğlunda bulunan Üçhoran Kilisesinde düzenlenen törenin ardından Şişli Ermeni Mezarlığında toprağa verildi.

Astghik Igityan
Kaynak: http://www.ermenihaber.am/tr/news/2014/03/19/Matild-Manukyan-T%C3%BCrkiye-de-20-yy%E2%80%99%C4%B1n-en-%C3%B6nemli-i%C5%9Fkad%C4%B1nlar%C4%B1ndan-biri/22793


Saturday, November 5, 2016

DERYA ÖZKAN YAZDI Aranızda Kürt Var mı?


Bu ülkede çocuklar annelerine hiç sormayacakları soruları sordular, bu ülkede anneler çocuklarından hiç duymayacakları soruları duydular. 

Derya Özkan İstanbul - BİA Haber Merkezi 06 Kasım 2016, Pazar 00:01 

Şimdi bir yumurta 
en mahrem yerinden çatladı
her yer safran bu masal diyarında…

“Soran olursa sakın Kürt olduğumuzu söyleme” diyordu annem. Neredeyse her sabah montumu giydirirken fermuarı tamamen çekip yüzümü ellerinin arasına alır ve gözlerimin içine delecek gibi bakarken söylerdi. Sanırım sene 1992, Taş Mektep’in 1-A sınıfının 523 numaralı mini mini birinci sınıf öğrencisiydim.
4 katlı bir apartmanın en üst katında oturuyorduk, annem, bir sabah bir de akşam sobanın kovasını değiştiriyordu. Sabahları kova seremonisine yetişemiyordum çünkü evde değildim ama akşam okuldan geldiğimde büyük bir ciddiyetle önlüğümü çıkarır, üstümü değiştirir sonra da annemin yanına gidip “hadi ben hazırım” der gibi bakardım. Kömürlük yerin altındaydı, çok ekşi ve mayasıl bir kokusu olurdu, her daireye ayrılmış küçük bölmelerde bütçelere göre alınmış kömürler odunlar olurdu. Hem çok korkar hem de çok keyif alırdım. Çıkabilecek büyük fareleri düşündükçe annemin eteğine bir el mesafesinde durur ama diğer yandan da cesaretle etrafı süzerdim. Annem ne kadar acele etse ben o kadar hüzünlenir biraz daha kömürlük kokusu solumak için hızlı hızlı nefes alıp verirdim.
Bir gün okuldan geldiğimde benden dört yaş küçük kardeşimi ve beni karşısına alıp, çok büyük uçakların seslerini duyarsak hızlıca kömürlüğe gitme oyunu oynayacağımızı söyledi. Uçakların bu oyunla nasıl bir alakası olabilir ki diye içimden geçse de pek oralı olmadım. Televizyonlarda Saddam diye biri dönüp duruyor, başka başka yerlere bombalar attığı söyleniyordu. Ne zaman bir uçak geçse, hemen kömürlüğe ineceğimizi düşünüp heyecanlanırdım.
Bir gün sınıfa okulumuzun asık suratlı müdürü girdi, yanında ondan daha asık suratlı bir adam vardı. Öğretmenimiz fırlar gibi ayağa kalkınca kader ortaklığı etmemek ayıp olur diyerek bizler de fırlamıştık. Asık suratlı müdürün yanındaki ondan daha asık suratlı adam, ülkemizin zor zamanlar geçirdiğini, bizlerin bunlara alet olmamamız gerektiğini birlik ve beraberlik içinde yaşamamız gerektiğini çok üst bir perdeden anlatıyordu.
Sonra o asık suratlı adam öyle bir soru sordu ki sanki herkes o anda dönüp bana bakmış gibi hissettim.
“Aranızda Kürt var mı?”
Annem tembih etmişti, söyleme demişti. Söylemedim, söyleyemedim. Ama kendimi elimi kaldırmış halde bulunca ben de duruma inanamamıştım. O anda aslında bir soru sormak istediğimi söyleyerek toparlamaya çalıştım. Asık suratlı adam sormam için başıyla onay verdi.
“Öğretmenim, bu Kürtler bizden ne istiyor?”
İlk defa içinde bulunduğum o ölümlü duygudan uzaklaşmış, ilk defa kendime dışardan bakmıştım. Kürt olduğumu saklamam gerektiği düşüncesi bile çok ağır geliyor her an bir yerde aniden “Ben Kürdüm” diyecekmişim gibi tedirgin oluyordum ama bu soruyla koskoca yedi yıllık –ki bunun 5 senesini bellek öncesi dönem kabul edersek- hayatımda kendimi o toz bulutunun dışında bulmuştum.
Bir ferahlık ama bir olmamışlık duygusu hatırladığım.
Duyduklarım ise beni duygudan duyguya sürüklüyordu. Meğerse Kürtler bu ülkeyi bölmek isteyen, bebekleri öldüren, askerleri öldüren, bombalar patlatan ve daha birçok kötülükler yapan insanlarmış. O an yıkılıyorum. Benim annem kimseyi öldürmemiştir inşallah diye geçiriyorum içimden.
Akşam okuldan döndüğümde eve çıkmak gelmiyor içimden, hızlıca tek gizlenecek yerime, kömürlüğe iniyorum. Ben katil olmayacağım, ben bebek öldürmek istemiyorum diye bir kütüğün üzerine oturup ağlamaya başladığımı hatırlıyorum.
Uzunca bir süre ağlamış olacağım ki saatin nasıl geçtiğini fark etmemişim, annemin bir komşuyla birlikte terliklerini şapırdatarak kömürlüğe indiğini duyduğumda panikten ne yapacağımı şaşırmıştım.
Annemse beni bulmanın mutluluğu ama diğer yandan yaşadığı korkunun siniriyle bana sarıldı. Eğilip yine yüzümü ellerinin arasına alıp sordu;
“Neden buradasın, ne oldu? Çok korktum…”
“Anne, sen hiç bebek öldürmedin değil mi? Asık suratlı adam dedi ki biz bebek öldürüyormuşuz”
Annemin dizlerinin üstüne çöküp ağlamaya başladığını görünce hemen boynuna sarıldım.
“Ağlama anne, ben biliyorum sen kimseye kıyamazsın” diyordum ama yetmiyordu. Annemin kalbi o gün orada çok kırıldı. Günlerce annemin suratına bakamadım.
Bu ülkede çocuklar annelerine hiç sormayacakları soruları sordular, bu ülkede anneler çocuklarından hiç duymayacakları soruları duydular.
Asık suratlı adamlar kendi yarattıkları gerçeklere inandılar, yaktılar, yıktılar…
Ve çocuklar, en çok çocuklar parçalandılar bu yalanlar altında.
Umut vadeden yarınlar dileğiyle. (DÖ/EKN)
Derya Özkan
Sakarya Üniversitesinde Türk Edebiyatı eğitimi aldı. 2006'da sivil toplum alanında çalışmaya başladı. 2009'da İtalya/Sicilya’ya gitti ve arkeoloji çalıştı. 2011'de Türkiye’ye döndü ve Mardin’e yerleşti. Uluslararası Sürdürülebilir Kalkınma Derneği genel sekreterliğini yaptı. 2014'den beri İstanbul’da yaşıyor.

Thursday, November 3, 2016

The Year in Pictures 2011, Los Angeles Times


PHOTOGRAPH BY: Carolyn Cole

PHOTOGRAPH BY: Carolyn Cole

PHOTOGRAPH BY: Michael Robinson Chavez

PHOTOGRAPH BY: Luis Sinco

PHOTOGRAPH BY: Luis Sinco

PHOTOGRAPH BY: Carolyn Cole

PHOTOGRAPH BY: Brian van der Brug

PHOTOGRAPH BY: Barbara Davidson


PHOTOGRAPH BY: Rick Loomis


PHOTOGRAPH BY: Irfan Khan


PHOTOGRAPH BY: Mark Boster


PHOTOGRAPH BY: Francine Orr


PHOTOGRAPH BY: Genaro Molina


PHOTOGRAPH BY: Liz O. Baylen


PHOTOGRAPH BY: Mariah Tauger


PHOTOGRAPH BY: Luis Sinco


PHOTOGRAPH BY: Wally Skalij


PHOTOGRAPH BY: Mariah Tauger


PHOTOGRAPH BY: Mel Melcon


PHOTOGRAPH BY: Ricardo DeAratanha

Monday, June 20, 2016

Babasının Yuvarladığı Çığın Altında Kalan Kadın: Nilgün Marmara



Ozan Aziz Dilber 09 Mayıs 2016
  
“Ben babamın yuvarladığı çığın altında kaldım.”
(Kan Atlası)

‘‘Nilgün Marmara’da kim?’’ sorusunu duyduğumuz bazı zamanlar oluyordu, büyük ihtimal hala oluyordur. İşte o zamanlar da, onu tanıyanlar olarak mırıldandığımız gibi yineliyorum: Marmara, canım Marmara, güzel Marmara…
Kendi deyişiyle “paniğini kukla yapmış hasta bir çocuk” idi Nilgün Marmara. Çoğumuz gibi birilerinin yuvarladığı çığın altında kalmış yerleşik bir yabancı. Sert bir dünyanın sert bir çağında yeşermiş olsa da yumuşacık oluşundan bir an için bile olsun vazgeçmemiş, yaşamının yirmi dokuz uzun yılına bu inat sayesinde tahammül etmiş.
Sylvia Plath’ı bir ayna gibi kabul edip ona bakarak kendini görmeyi denemiş ama bir türlü başaramamış. Sylvia Plath üzerine yaptığı çalışmalar ve ona sevgisi, evinin balkonundan 13 Ekim 1987’de atladığında, onun gibi intiharı tercih etmesi kafalarda soru işaretleri yarattıysa da onun özgün kalmasını engelleyememiştir.  ‘Şiir Atı’ dergisinde 1993’te yayımlanan eski bir yazısında Marmara, Plath için şöyle diyor: “O kendi varoluşunun ayrımının ne olduğunu bulmak ve onu dönüştürmek istiyordu.” Marmara ve Plath arasındaki fark da burada ortaya çıkıyor aslında. Nilgün Marmara hayat üzerine “düşünce boyutunda” derin ve tehlikeli bir felsefe geliştirmişken, Sylvia Plath, daha eyleme dönük yaşamış, açıkça ölümle oyun oynamıştır. Marmara için intihar, kutsal bir son hamledir. Plath için ise, sonu belli olmayan tehlikeli bir oyunun ara hamlelerinden biridir. Sylvia Plath kendi hayatını anlatır eserlerinde, Nilgün Marmara ise kendi hayatı hakkında düşünür sadece.
Cemal Süreya ölümünün ardından Nilgün Marmara için şöyle diyor: “Bu dünyayı başka bir dünyanın bekleme odası gibi görüyordu.” Süreya haksız değil. Nilgün Marmara dünyayla yaralı bir kız çocuğu.

Ölümü, ölü evini şöyle anlatıyor bu hüzün yüzlü kadın: “Geliyorlar, bu evde doğan yeni bir ölümü görmeye, koşarak, düşe kalka yuvarlanarak, sürünerek. Nasıl olursa olsun; görmek için bu eski dostların yeni cesetlerini ve göstermek için kendi dirimlerinin kıvılcımlarını – geliyorlar! Uyuyan arzunun düşün imgelemenin anlağın belleğin leş kokularını duymaya geliyorlar. Ölüm sessizliği, toz ve küf kokan evden ayrıldıklarında seviniyorlar canlıyız diye.”
Nilgün Marmara’yı bu denli büyük bir karanlığa iten şey babasını kendisine yara yapması mıdır yoksa sert dünyanın sert diyarlarında yetişmiş olması mıdır bilinmez ama öyle bir cümlesi var ki, bu, onu duyabileceğimiz en karanlık sözlerden birinin sahibi yapıyor. ‘Hepiniz mezarısınız kendinizin’ diyor Marmara. Tüm insanlığı içine çekmeye zorlayan bir kara delik gibi bu söz. Hatta şairin oldukça kendinden emin ve sitemkar bir biçimde insanlığa zaten o kara deliğin ufkunda oldukları iddiasını haykırma ve bunu onların yüzlerine vururcasına yapma çabası aşikar.
“Bak bu yara annemden, işte bu babamdan, buradaki ilkokul öğretmenimden, haaa şu en derin olan mı onu ben açtım bilmeden… En çok da o acıtıyor canımı, en çok o kanıyor.”
Nilgün Marmara hiçbir zaman çocuk sahibi olmak istemiyor. Çocukken annelerinin kendilerine verdiği sütü balkon deliğinden kedilere birlikte döktüğü ablası Aylin bir gün çocuklarına bağırırken Nilgün şöyle diyor: ”İşte bu yüzden anne olmuyorum, kendi çocuğumu incitirim diye.” Ve yine bir başka konuşmada da anne olmak istememesinin sebebini şöyle söylemiş: ”Mutsuzluk ordusuna yeni bir nefer katmamak için.”
Ve ne yazık ki bir gün geliyor, Nilgün Marmara’nın ölüme dönük olan ucu; hiçliği tercih ediyor. O da varoluşunu bu yolla daha anlamlı kılacağını düşünüyordur belki de. Ece Ayhan, Nilgün Marmara’nın intiharının nedeni olarak ‘dünyanın arka bahçesini görmüş olmasını’ gösterir. Çünkü, der ki, orayı görürseniz, renkler solar. Kendisine ‘siz gördünüz mü?’ diye sorulduğunda ise konuyu değiştirir, sonra siyah-beyaz şiirler yazar.
Yaşayacağı ve göreceği çok fazla bir şey kalmadığını en güzel şekilde yine kendi sözleriyle ifade eder Nilgün: “Ey iki adımlık yer küre, senin bütün arka bahçelerini gördüm ben.”

Tanıkların söylediğine göre yere düşerken hiç çığlık atmayan ama şiirlerinde çığlıklar atarak dünyaya veda eden o güzel kadına selam olsun: “Erken vazgeçişlerim vardı benim  seninse  erken tükenişlerin  ve gece  uygun değildi  beklemeye yine de bekledim…  avcumda unutulmuş binlerce gölge  yeraltında  öldürülmeyi bekledim  günışığı vururken gözüme  ölmeyecektim  katilim yoktu,  katilim çok…”


Tuesday, June 7, 2016

Kanım bozuk çıktı… Kurtarın beni!


06/06/2016 18:07
HAYKO BAĞDAT


Son yazımda Kürt illerine yaptığım geziyle ilgili notlarımı paylaşacağımı söylemiştim. Sözüm baki kalsın. Çünkü hayati bir mesele araya girmiş bulunuyor.
Evet, konu yine pek kıymetli dünya liderimiz, Reisimiz Erdoğan’ın söylemleriyle ilgili.
Yarım kadın-tam kadın meselesi değil ama… “Kızdırmayın beni kovarım ulan Ermenileri yine buralardan” minvalindeki veciz cümlesine de takılmadım. “Delikanlı ol ciğerimi ye” meselesine, “He, asıl sen delikanlı ol da çıkar diplomanı ortaya” da demeyeceğim…
Konu çok daha ciddi ve bilimsel arkadaşlar. Galiba ben hastalıklı bir vatandaşım ve yüce cumhurbaşkanımız erken teşhis konusunda benim ufkumu açtı. Allah bin kere razı olsun kendilerinden.
Malumunuz Avrupa’da bir ülke yine Ermeni soykırımı mevzusunda kanaat bildirdi. Üzerinden 101 yıl geçmiş bir olay hakkında, uluslararası dengelerin ancak izin verdiği bir dönemde “He ya Ermenilere çok yazık olmuş” diyerek Avrupa medeniyetinin vicdanlı ve halden anlar tavrını ispatlamış oldu yeniden.
Böylece 4’üncü kuşak Ermeniler “Bizim de şüphelerimiz vardı ama Almanya artık kafa karışıklığımızı giderdi. Evet, fena şekilde öldürülmüşüz” noktasına gelebildiler. 101 yıl sonra bir neslimizin yok edildiğini ispat edebildik hamdolsun.
Şimdi sıra Kürtlerde… Onlar da yaşadıklarını ispat edebilirlerse tüm sorunlarımız hallolacak inşallah.
Fakat Almanların ölüm ve cinayet karşısındaki hızlı ve güçlü tepkisi Erdoğan’ı çok fena kızdırdı. Ona gore böylesi olaylarda 200 yılı devirmeden konuşmak olsa olsa patavatsızlık olmalıydı.
Üstelik Türkiye ziyaretinde en varaklı sandalyemize oturtarak adam yerine koyduğumuz Merkel bile bu tuzağa düşerek delikanlılık raconunun içine etti.
Tercumanlar, “Ey Merkel, delikanlı ol ciğerimi ye” cümlesini şansölyeye çeviredursun asıl felaket beklenmedik yerden geldi.
Alman parlamentosunun ‘Türk’ milletvekili Cem Özdemir tasarıyı en ateşli şekilde savunanlar arasındaymış.
Düşünebiliyor musunuz? Bir Türk, 101 yıl once yaşanan bir olay karşısında hükümetimizin düşündüğünden farklı davranabilecek kadar alçalmış yani… Milli, yerli, kutsal dava sahibi, kinder neslin evladı, potansiyel üç çocuk babası, Necip Fazıl’ın hayranı olması için kendini yırtan bir liderin tebası olan bir Türk kalkmış ne haltlar karıştırmış.
Buna eyvallah diyemeyiz dostlar… Böylesi bir eylemi normal sayamayız gençler… Cem Özdemir’in hiçbir Türk’ün yapmayacağı bu hareketini acilen irdelememiz gerekiyor.
Sorunun kaynağını bulmak için çalışmalara nereden başlayalım diye kafa patlatmanıza hiç gerek yok.
Şanlı başkanımız adresi gösterdi bile.
Şöyle ki: “Şimdi oradan çıkıyor bir ukala, bir şey hazırlıyor, Alman parlamentosuna sunuyor. Neymiş? Birileri de diyor ki, güya Türk… Ne Türk’ü be? Bunların kanlarının laboratuvar testinden geçmesi lazım. Onun kanının öyle olması, böyle olması bizi ilgilendirmiyor.”
Gördünüz?
Meğer herifin kanı bozukmuş. Türk hekimleri acilen bunun kanını laboratuvarda incelemeye almalıymış.
Oradan çıkacak sonuçlara göre kanı bozuk olan bu tiplere uygulanacak muameleyi bulmalıyız sanırım.
Hemen korkmayın ama size kötü bir haberim var: Ya Cem Özdemir’in kanındaki mikrop bizlere de bulaştıysa? Ya kanı bozukluk salgın olarak Misak-ı Milli sınırlarına da girdiyse?
Demeci okur okumaz bir hastahaneye koştum ben.
Hemen siz de koşun. Sabah aç karnına olmak kan testi için elzem. Sakın kahvaltı yapıp gitmeyin.
İki tüp kan aldılar sağ kol damarımdan. Ölüm gibi gelen 45 dakika sonra sonuçlar geldi.
B Rh (+) imişim…
“Bu ne demek doktor? Kanım bozuk mu benim de? Türk değil miyim yoksa?” diyerek yakasına yapıştım hemen.
Endişeyle, “Bilmiyorum ben de. Sadece B Rh (+) yazıyor kağıtta” dedi adamcağız.
Altında kolesterol değerleri vardı.
Aman tanrım… Sınırı aşmışım orada!
“Doktor, ölümü gör söyle. Neyin sınırını aştım?” diye biraz daha hırpaladım hekimi.
“Asıl sorun trigliserit…” dedi. “Normalin üç katı çıktı…”
Yandaki hademe “Abi o rakıdandır” demese oracıkta yığılıp kalacaktım.
“Başka ölçümler yapın doktor. Kafamın çevresini ölçün, bel kalınlığıma bakın, sünnet kontrolü yapın gerekirse. Kurtarın beni bu hastalıktan” diye bağırırken hastane güvenliği yaka paça attı beni binadan.
Koşarak annemin evine vardım. Belki çocukken geçirdiğim bir hastalık vardır da bugünlerde  yaşanan salgın için tetikleyici olmuştur.
Alt komşuda kahve içen anneme haykırarak sordum: “Artık benden saklama anne! Çabuk söyle, çocukken hangi mikroplar girdi bedenime? Ben aslında neyim?”
Kadıncağız boynunu öne büktü ve mırıldanır bir sesle korkunç gerçeği söyleyiverdi: “Evet oğlum, sen yarı Ermeni, yarı Rum kanı taşıyorsun…”
Beynimden vurulmuşa döndüm… Benim kanım da bozukmuş…
Ondan Cem Özdemir’le aynı fikirdeymişim… Türklük bilincim ondan eksik kalmış…
Yapacak ne var bilmiyorum.
Buradan yüce cumhurbaşkanımıza sesleniyorum: Bu durumda olanları kurtarın lütfen. SSK bu hastılığın tedavi masraflarını karşılasın.
Çok zor durumdayız ey devlet… Kanımızı temizlemek için davranın artık.
Böyle giderse kanımızla duş alacak kahramanlara da virüs bulaşabilir. En azından onların hatrına bir şeyler yapın.
Daha Gürcüler, Çerkesler, Lazlar var sırada kurtarılacak.
Benim kanımı da Erdoğan’ın kanı gibi temiz ve pürü pak yapın.
Beni kurtarın…


Monday, June 6, 2016

Franz ve Dora: Küller küllere



Felice Bauer’in ailesi kızlarının ismini Fransızca telaffuz etmeyi tercih etmiştir. Franz Kafka’dan dört yaş küçük bu “güzel olmayan, saçı sıradan ama güzel vücutlu” kadının babasından yadigar insanlara güvenmeme refleksi, Berlin merkezli Odeon plak şirketinde yazman diyeçalıştığı zamanlardaki yaşamını şekillendirmiştir. Böyle olacaktır. Firmanın ürettiği Parlograph isimli dikte makinesinde kullanılan teknolojiye Kafka hayran olmuştur. (Bu noktada, ortalama Fütüristika okurunun Poe’nun hayranlık duyduğu satranç makinesini hatırlamasını talep ediyoruz.) Kafka telefonda rahat edemezken, gramofon korkusundan bahsederken, telefon ve parlograf arasında icat edilmesi gereken bir aygıt daha olması gerektiğini savunmuştur. Belki böyle hatırlıyoruz mektuplardan. Felice’in Kafka’nın kulağına, arkadaşlarla yenen bir yemek sonrasında otelin kapısında “her şeyi bırak ve Berlin’e gel benimle,” diye fısıldadığını iddia ediyoruz. Ofiste, evde ve her mevsimde aynı kıyafetleri giyen, bir kasabın oğlu olan babasının aksine vejetaryen, içki, sigara, çay ve kahve içmeyen Kafka’nın cevabını söylemeyi gerekli görmüyoruz. Kendisine sayısız mektup yazan Kafka’nın birden “Mektupları azaltalım, mesela haftada bire indirelim,” demesinin şokunu yaşayan Felice’e Brod gizlice fısıldar, “Franz’ı idare et, tamamen o andaki ruh haline göre cevap veren biridir.”

Dora Diamant (soyadı daha sonra Dymant olacaktır) Kafka’nın yaşamımın son on bir ayında aşkı olmuştu, Berlin’de bir dairede, Kafka kötüleştiğinde yazdıklarının bir kısmını onun adına yakmıştı. Dora berlin’e 1920 yılında yerleşmişti. Anaokulu öğretmeniydi ve Baltık Denizi’nde, Muritz’de bir yaz kampında çalışırken, ciğerlerini ısıtmaya çalışan Kafka’ya denk geldi. İkili orada geçen birkaç haftada her gün birlikte vakit geçirdi. Felice’in kulağına fısıldadığını, Dora ile yaptı. Berlin’de aynı dairede yaşadılar ve Siyonizm, Yidiş edebiyatı, sosyalizm ile ortak noktaları hakkında konuştular. Filistin’e, ana yurda gidip bir restoran açmayı hayal ettiler. Kafka garson olacaktı. Kafka’nın veremi aniden kötüleşmese, Viyana’da bir sanatoryumda kırk birinci yaş gününe bir ay kala ölmese, bu gerçekleşebilirdi. Kafka’nın ölümü sonrasında Dora, tiyatro grupları aracılığıyla Kafka’nın yapıtlarını duyurmaya çalıştı, denebilir. Gestapo ensesine binmese, bu da gerçekleşebilirdi. Yer altına çekilen Dora Lutz Lask isimli bir komünist ile evlendi. Gestapo kocasını tutuklayınca kızını da alıp Londra’ya kaçtı. Bugün bir Bangladeş mahallesi olan Doğu Londra’nın Brick Lane semti, savaş sonrasında bir Yahudi mahallesiydi. Kafka ile hayalini kurdukları restoran böylece Londra’da açılmış oldu. Bugün Tottenham Hotspur taraftarlarının lakabının Yidiş olmasında, Kafka’nın gölgesi vardır, olmalıdır.
Dora, Kafka’nın son anlarında hastaneye bir tutam çiçek ile gelmiş denir, Kafka’yı görmesine izin verilmez. Bir yerli film sahnesini aratmayacak gerçeklikle, hemşirenin tanıklığında, Kafka son aşkını görememiş, gönderdiği çiçeği koklamıştır. Dora, daha sonra Latz’dan olan kızına Franziska Marianne adını verir, kim bilir.
Dora Diamant, Baltık kıyısında Yahudi çocuklar için açılan bir yaz kampında çalışırken, o sırada kırk yaşındaki Franz Kafka gözüne nevrotik, hasarlı biri olarak değil omuzları geniş, ince ve hoş bir erkek şeklinde belirmiştir. Berlin’in banliyösünde geçirdikleri son aylar, Kafka’nın vereminin ilerleyişine rağmen, yazar için üretken bir dönemdi ve bu dönemde yazarı ziyaret edenler, kendisini mutlu ve huzurlu gördüklerini aktarmışlardı. 1924 yılında bir kış gecesi Kafka uzanmışken, Dora kendisine uzatılan sayfaları yavaş yavaş, teker teker yaktı. Kafka’nın birçok mektubu, öyküsü, notları parmaklarının arasından küle döndü, bir kovada üst üste, genzi yakan bir koku bırakıp yığıldı. Dora, yaptığını Max Brod’a anlattı. Brod kendisine aynı amaçla verilen kağıtlara aynısını yapmadı. Yıllar geçtikten ve Gestapo evleri bastıktan sonra, 1933 Mayıs’ında kitap yakmalar başladığında Kafka ilk önce fark edilmedi. Nice sonra, Naziler Jack London, Paul Klee, Ernst Ludwig Kirschner, Marc Chagall gibi isimlerin olduğu “dejenere sanatçılar listesi”ne Kafka’yı da ekledi.
Dora diyorduk, Kafka ile uykusuz kalma yarışı yaptıkları oyunlar oynadı, birlikte devamlı gittikleri vejeteryan lokantasının yanındaki dükkanın tabelasına bakıp hınzırca gülümsediler, tabelada “H. Unger” yazıyordu, “hunger-açlık” birlikte doyduklarından artık önemini kaybeden hikayelerden biriydi.



Friday, May 20, 2016

Arusyak Mıgırdiçyan Arşivi - İstanbul

Bu sayfada yayınlanan materyaller İstanbul, Balat doğumlu Arusyak Mıgırdiçyan’a aittir. Bu nesne ve fotoğraflar kendisine anne ve babasından kalmış. Annesi Şınorhig Mıgırdiçyan (evlenmeden önceki soyadı Kıltyan), 1910’da Sivas, Kangal’da doğmuş ve 1985’te İstanbul’da vefat etmiş. Babası Kevork Mıgırdiçyan 1910’da Erzincan’da doğup, 1983’te İstanbul’da vefat etmiş. 1938 yılında evlenmişler. Arusyak’ın sahip olduğu eşyaların bazıları annesi Şınorhig’in çeyizinin parçalarıdır.

Arusyak’ın anne tarafından büyükbabası Hagop Kıltyan’ın, 1935 yılında İstanbul, Kumkapı’daki patrikhane kilisesinde düzenlenen cenazesi merasimi.
Sivas, Kıltyan ailesi. Sağda oturan: Hagop Kıltyan. Ortada ayaktaki Takuhi Kıltyan (Hagop’un karısı). Diğerleri Hagop’un kızları Baydzar ve Lusig. Hagop, ilk eşinin vefatından sonra, dul bir kadın olan ve Misak isimli bir oğlu bulunan Takuhi’yle evlenir. Hagop ve Takuhi’nin evliliklerinden Şınorhig (Arusyak’ın annesi) adını verdikleri bir kızları olur.
Sivas, Kıltyan ailesi. Oturan Hagop Kıltyan, onun sağındaki karısı, Takuhi Kıltyan. Diğerleri kızları Baydzar, Şınorhig ve Diruhi.
Sivas, Kıltyan ailesi. Ayaktakiler, soldan sağa: Baydzar, Diruhi ve Şınorhig. Oturanlar: Takuhi ve Hagop Kıltyan. Onların önündeki iki küçük çocuk, torunları Azniv ve Krikor.

Fotoğraftakiler Arusyak’ın teyzesi Baydzar Der Minasyan (evlenmeden önceki soyadı Kıltyan) ve kocası Bedros Der Minasyan. Fotoğraf muhtemelen Sivas’ta çekilmiş.