Sunday, April 19, 2015

Pier Paolo Pasolini Röportajı



Bu röportaj 31 Ekim 1975 tarihinde Paris’te Antenne-2 kanalında Dix de Der programında kaydedilmiş olup, Pier Paolo Pasolini’nin 1 Kasım 1975’te saldırıya uğramasından önce yapılmış son televizyon röportajıdır.
 
Son filminiz (Salo) gösterime girdiğinde bizi yine bir skandal mı bekliyor?

Hayır. İnsanların kanını dondurmak doğru olanı, skandal olmak büyük bir zevk. Skandal olmanın zevkini reddeden kişi, bildiğiniz üzere bir ahlâkçıdır.

Cinsellik, politik mi?

Doğal olarak.

Skatoloji?

O da. Politik olmayan hiçbir şey yoktur.

Yamyamlık?

Bazı yerlerde, politik ve gerçek bir olgu. Diğer yerlerdeyse, politik bir metafor.

Bu, politik düşmanlarınızdan kurtulmak için en iyi yol mu?

Bakın, bugünlerde Swift gibi iki dürüst öneride bulunmuştum: İlkokul öğretmenlerini ve İtalyan Televizyon yöneticilerini parçalayarak yemek.

Çok sert değil mi?

Sağlam midemiz var.

Burjuva ve Burjuvaziye hep aynı kininiz mi var?

Bu kin değil, daha çok hem artan hem de azalan bir şey. Ne yazık ki, bu noktada kine karşı çıkıyorum, çünkü İtalya’da herkes burjuva oldu.

Peki, burjuvalar filmlerinizden birinin başarısını geçerse, bu sizi üzer mi?

Burjuvalar asla böyle bir şeyi yapamaz. Bunu yapsa yapsa elit burjuvalar yapar ki ben, kendim, onların içindeyim.

Neden savaşmıyorsunuz?

Hangi anlamda?

Artık bir politik savaşçı değilsiniz.

Hiç olmadığı kadar politik savaşın içindeyim. Bu zamana kadar hiçbir partiye üye olmadım. Ben bağımsız bir Marksistim. Savaşmaya devam ediyorum.

İnsanların size sokakta küfrettiği dönemleri arıyor musunuz?

Hâlâ küfrediyorlar ki.

Bu size zevk mi veriyor?

Küfrü geri çevirmiyorum, çünkü ben bir ahlâkçı değilim.

Siz hangisini tercih ediyorsunuz? Şair mi? Romancı mı? Senarist mi? Oyuncu mu? Eleştirmen mi? Yönetmen mi?

Pasaportumda “yazar” yazıyor.

Böylesine bir gizemden, “Sodom’un 120 günü”nden neden her yerde bahsettiniz?

Bütün eserler gizemle doğmalı. Salo’yu diğer filmlerimden daha çok savundum, çünkü onda yakın, ansız tehlikeler vardı.

Ansız tehlikeler demekle neyi kast ediyorsunuz?

Skandal olma zevkini reddeden bir ahlâkçının saldırısını.

Savaş sırasında İtalya’da kurulmuş bir cumhuriyet modeli kurdunuz. Salo, Fransa’da işgal sırasındaki Vichy Rejimi’ni andırmıyor mu biraz?

Evet, kesinlikle Vichy ile aynı.

Bu yer nerede tam olarak?

İtalya’nın kuzeyinde, başkenti Salo. Filmin adı da buradan geliyor.
 
Kim kurdu peki?

Sanırım, Naziler tarafından püskürtülen Mussollini.

Gerileme Dönemi’nde olduğunu mu söylüyorsunuz?

Büyük Batı Kapitalizmi Dönemi’ndeki gerileme değil, Hitler zamanındaki gerileme.

Filmde yüzlerce genç erkek ve kadın oyuncunun korkunç ve şiddetli muameleye maruz kaldığını, hakaretlere ve işkencelere boyun eğdiğini biliyoruz. Bu gençleri nasıl bir araya topladınız?

Bunu yaparken Marquis de Sade’ın sihirli rakamlarını izledim, 4 rakamı gibi. Kurbanlar toplamda yirmi kadardı, yüz değil. Onları seçerken diğer filmlerimde yaptığımı yaptım. Yüzlerce insanla tanıştım ve sadece uygun olanları seçtim.

Bunlar mazoşist oyuncular mı?

Seçtiğime göre, hepsi birer mazoşist.

1 Kasım 1975. Pier Paolo Pasolini’nin ölümünden birkaç saat önce Salo üzerine konuşması:

Circeo cinayetinden önce Salo Cumhuriyeti üzerine film çektiniz…

Evet,  görmek için sabırsızlanıyorum. Filmimi ilk başta olabildiğince korkunç bir sezgi, sonraysa düşündüğümüz olguların huzuru ve uyumu olarak düşündüm. Hâlâ üzerine çalışıyorum, sinema biraz da tekniktir, sahne sahne, plan plan. Bu çalışma büyük bir alışmışlık, zamanları ferahlatıyor, sizleri detaylarda düşündürüyor, şuanda montaj aşamasındayız. İzlendikten sonra sonucu görürüz. Sonuç aynı zamanda benim yaptığım ve istediğim bir şey. Ama ilk kez izlemeden önce birkaç şey daha var. Huzursuzum ve korkuyorum.

2 Kasım 1975 sabahı Pasoli’nin hırpalanmış cesedi, Roma’nın dışında Ostia tatil sitesinin yakınlarında ıssız bir arazide bulundu.

Fransızcadan çev.: Ali Hasar
 

Monday, April 13, 2015

Tarih, adalet ve Galeano



 Taraf / SİBEL ORAL - Istanbul - 04.01.2010
  Eduardo Galeano Aynalar’da Türkiye’de Ermenilere yapılanların Hitler’in gaz odalarının ve toplama kamplarının önemli bir habercisi olduğunu söylüyor
Biz ki şu koskoca dünyanın savaşan, üreten, çoğalan, tüketen toplumları sosyal amnezinin doruk noktalarında yaşıyor olabilir miyiz? Yanıtınız “evet” olabilir ya da yanıtınız bile yoktur ama yine de bu soru üzerinde düşünmeye cesaretiniz varsa o zaman Eduardo Galeano’nun Aynalar kitabının sayfalarını açın ve tarihin yansımasını görmeye hazırlanın. 
İnsan tümüyle suçlu değildir
1971 yılında yazarlık kariyerine Latin Amerika’nın Kesik Damarları adlı kitabıyla başlamıştı Galeano. Tam 38 yıl sonra ise Hugo Chavez, ABD Başkanı Barack Obama’ya bu kitabı hediye etti. Obama bu kitabı okudu mu bilinmez ama Galeano’nun yayımlandıktan çok kısa bir süre sonra Sel Yayıncılık tarafında Türkçeye kazandırılan kitabı Aynalar’ı tarihe meraklı herkesin ilgiyle okuyacağına dair de şüphe yok. Aynalar adlı kitapta Galeano, en açık şekilde tarihi yeniden yazıyor desek yanılmış olmayız. Politik olarak tüm fikirleri her zamanki gibi radikal bir şekilde Aynalar’a yansıyor Galeano’nun ve aklımıza Albert Camus’nun tarih üzerine şu sözü geliyor; “İnsan tümüyle suçlu değildir çünkü tarihi o başlatmadı ama tümüyle suçsuz da değildir çünkü tarihi sürdürür.”

Evrensel bir tarih

Kitapta yer alan uzun ya da kısa tüm yazılar zaman zaman ezberimizi bozmamız için sert çimdikler atıyor ve o çimdiklerle yüzleşmelere gebe bırakıyor. Evet yüzleşmek; silip bozulan, sahiplenilen, reddedilen tarihle yüzleşmek. Galeano’nun Aynalar adlı kitabı evrensel bir tarihi gözler önüne seriyor. Kapitalizmin dişli çarkları, eşitsizlik, engizisyon, sömürülen haklar, keşifler, savaşlar ve bunların toplamında dünya tarihinin en başından beri aç olduğu tek şey: Adalet. İnsanın macerasını ele alan Galeano, Aynalar’da bize bu maceranın Afika’da başladığını anlatıyor. Cennetin Bahçesi’nde başlayan ve 21. yüzyıla dek devam eden insanlık tarihi sürecinde yazarları, olayları, sanatçıları, savaşları, tanrıları ele alıyor ve tüm bunların çevresinde dünya tarihinin aynasını yüzümüze tutuyor. Yüzlerce öykü ve yazıdan oluşan kitaptaki Umursamama unutmanın akrabasıdır başlığı ise Türkiye’nin halen tartışılan konularından biri olan Ermeni Soykırımı ile ilgili.

Türkiye’den kovulan Ermeniler

“Osmanlı İmparatorluğu lime lime dağılıyordu ve kabak Ermenilerin başında patladı. Birinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü sırada, hükümet tarafından zemini hazırlanan bir can pazarı Türkiye Ermenilerinin yarısının hayatına mâl oldu: Yağmalanan ve yakılan evler, aç susuz yollara saçılan gariban kervanları, köy meydanında gündüz vakti tecavüze uğrayan kadınlar, nehirlerde yüzen insan cesetleri.” Galeano Türkiye’den kovulan Ermenilere yapılanların Nazi Almanya’sındaki gaz odalarının habercisi olduğunu yazıyor. Ve tüm bunların sonrasında Hitler’in Polonya işgali planlarını yaparken bu işgalin uluslararası alanda gürültü koparacağını ama bunun uzun sürmeyeceği garantisi verdiğini belirtiyor. Bu garantiyi doğrularken Hitler, Ermenilerin Türkiye’den kovuluşunu hatırlatıp şu soruyu soruyor danışmanlarına: “Bugün Ermenileri hatırlayan var mı?”

Sahi hiç geldi mi adalet

Kendi deyişiyle anlatılmayı hak eden hikâyeler yazıyor Galeano ve bir tarihçi değil. Aynalar adlı kitap çok farklı başlıkları ve diliyle eşine zor rastalabilecek bir dinamiğe sahip. Zaman zaman şaşırıyor, zaman zaman gülüyor zaman zamansa alaycı bir şekilde düşündürüyor tarihe yaptığı ironik göndermelerle. Dilindeki gizemli güç ise bize adalet diye savaş diye, barış diye insanlık diye yutturulanları hatırlatıyor. Onlar da kitabın son bölümünde Kaybolan Şeyler başlığı altında: “Barış ve adalet haykırarak doğan 20. yüzyıl kanın içinde boğulmuş olarak öldü ve bulduğundan çok daha adaletsiz bir dünya bıraktı arkasında.” Ve tarih maalesef o meşhur sözdeki gibi tekerrür ederek Galeano’nun satırlarına şöyle konuyor; “Yine barış ve adalet haykırarak doğan 21. yüzyıl da önceki yüzyılın izinden gitmekte.” Yani değişen hiçbir şey yok. Galeano’nun bize tuttuğu ayna adalete ve resmi olmayan tarihe bir çağrı değil, alaycı ama bir o kadar da ağır bir sorudur; Adalet diye bir şey hiç oldu mu? Yanıtı bulmak hiç de zor olmasa gerek, adaletin ta kendisi veriyor zaten; “Aradığın yerlerde değilim artık.”
 



Eduardo Galeano


Köle sahibi güneye karşı endüstrileşmiş kuzeyin savaşının galibi General Ulysses Grant, bu savaşın arkasından Birleşik Devletler başkanı olacaktı.

1875’te İngiltere basınının sorularına ise şöyle yanıt verecekti: İki yüzyıl içerisinde yerli sermayemizi koruma politikasından yeterince kazandıktan sonra, serbest ticareti de benimseyeceğiz.

Bu bakış açısıyla, 2075 yılında dünyanın en korumacı ulusu serbest ticareti benimseyecek.

***

Looty (Ganimet), Little Booty (Küçük Yağma) Avrupa’ya getirilen ilk Pekin köpekleri idi. Londra’ya 1860 yılında geldiler. İngilizler onları vaftiz etti çünkü onlar iki uzun afyon savaşının ardından Çin’den yağmalananların bir parçasıydı.

Viktorya, narko-trafik kraliçesi, uyuşturucuyu kurallarını dünyaya empoze etti. Çin, özgürlük adına, serbest ticaret adına uyuşturucu bağımlısı bir ulusa dönüştürüldü.

Yine özgürlük ve serbest ticaret adına, Paraguay 1870’te paramparça edildi. Beş yıllık savaşın ardından, bu ülke, ki Paraguay Amerika kıtasında hiçbir ülkeye tek sent borcu olmayan tek ülke idi, dış borç batağına saplanmıştı bile. Savaşın ardından harabeye dönmüş ülkeye ilk krediler Londra’dan geldi. Ülke, Brezilya’ya, Arjantin’e ve Uruguay’a inanılmaz tazminatlar ödemek zorunda bırakıldı. Katledilen ülke, kiralık katillerine para ödedi.

***
Haiti de büyük miktarlarda tazminat ödedi. 1804 yılında bağımsızlığını kazanmasının ardından enkaz halindeki yeni ulus bağımsızlık günahının bir bedeli olarak Fransa’ya bir yüzyıl boyunca servet ödedi.

***
Büyük işletmeler Birleşik Devletler’de ‘insan’ haklarına sahipti. 1886 yılında Yüksek Mahkeme özel şirketlerin ‘insan’ haklarını genişletti.

Birkaç yıl sonra işletmelerin ‘insan’ hakları savunusu adı altında Birleşik Devletler, dünyanın başka başka kıyılarında on ülkeyi işgal etti.

İlerleyen zamanlarda Anti-emperyalist Lig’in başkanı olacak olan Mark Twain, bu durum karşısında ABD’ye yeni bir bayrak önerdi: yıldızlar yerine iskeletler….

Başka bir yazar, Ambrose Bierce, bu fikri rötuşladı: “Savaş, tanrının bize coğrafyayı öğretme biçimidir.”

***

Toplama kampları ilk kez Afrika’da kuruldu. İngilizler, deneyi başlattı; Almanlar geliştirdi. Herman Goering babasının 1904’te Namibya’da denediği modeli Almanya’ya uyguladı. Joseph Mengele’nin öğretmeni Namibya toplama kampında ‘aşağı’ ırkların anatomisi üzerine çalışmalar yapmıştı. Gine ‘domuz’larının hepsi ‘aşağılık zenci’lerdi.

***

1936 yılında, Uluslararası Olimpiyat Komitesi, bir “küstahlığa” tahammül edemedi. 1936 Olimpiyatları, Hitler tarafından organize ediliyordu, Peru futbol takımı Avusturya’yı, Führer’in asıl memleketini, dört iki yenmişti. Olimpiyat Komitesi maçı iptal etti.

***

Hitler arkadaştan yoksun değildi. Rockefeller Şirketi, Nazi tıbbının ırkçı araştırmalarını finanse etti. Coca-Cola, Fanta’yı savaşın ortasında Alman pazarı için üretti. IBM, Yahudilerin tanınmasını ve sınıflandırılmasını mümkün kıldı, ki bu delikli kartlar sisteminin (perfore kağıtlar) büyük ölçekli kullanımı konusunda ilk kahramanca hamle idi.

***

1953 yılında, Komünist Almanya’da işçilerin protestoları patlak verdi.

İşçiler, sokakları işgal ettiler ve Sovyet tankları onları susturmak için ülkeyi işgal etti. Ardından Bertold Brecht şunu önerdi: “Hükümet halkı tamamen yok etseydi/fesh etseydi ve yeni bir halk seçseydi daha kolay olmaz mıydı?”

***

Pazarlama organizasyonlarında hedef kamuoyuydu. Yalanlar söylenerek, tıpkı arabaların satıldığı gibi savaşlar da satıldı.

1964 yılında Birleşik Devletler, Tonkin Körfezi’nde iki ABD gemisine saldırdığı gerekçesiyle Vietnam’ı işgal etti. Savaş, yığınlarca Vietnamlıyı yok ettikten sonra, Savunma Bakanı Robert McNamara, Tonkin saldırısının aslında hiç gerçekleşmediğini açıkladı.

Kırk yıl sonra, tarih Irak’ta tekrar edecek/ettirilecekti.

***

Birleşik Devletler’in Irak’a medeniyet götürmesinden binlerce yıl önce evrensel tarihin ilk aşk şairi bu ‘barbar’ topraklarda yetişecekti. Kil tabletlere Sümerce yazan şair, bir tanrıça (İnanna-Sümer mitolojisinde aşk ve hayat tanrıças-ç.n) ile çobanın mücadelesini destanlaştırıyordu. İnanna, bir ölümlü gibi bir gece aşık oluvermişti. Dumuzi (Tammuz-çoban kral) gece sürdükçe ölümsüz olarak kaldı.

***
Paradokslar arasında gezelim ve paradoksları kışkırtmaya devam edelim:

Aleijadinho, Brezilya’daki en çirkin adam, Amerika sömürge çağının en güzel heykellerini yaratmıştır.

En büyük caz gitaristlerinden çingene Django Reinhardt’ın sol elinde yalnızca iki parmağı vardı.

Grimod de la Reynière’nin, Fransız mutfağının büyük şefinin, elleri yoktu. O, demir kancalarla yazıyor, yiyor ve pişiriyordu.
*Eduardo Hughes Galeano, Uruguaylı ünlü bir gazeteci, yazardır. Galeano'nun, Latin Amerika'nın Kesik Damarları da dahil pek çok kitabı birçok farklı dile çevrilmiştir. Yazı, Galeano'nun son kitabı Aynalar'dan ikinci seçmelerdir. İlk seçmeleri 'Yürüyen Bir Paradoks' adı altında daha önce çevirmiştik.

***

ATILIM