Saturday, May 31, 2014

Gül'e 'utanmıyor musunuz' diyen Altındiş: Korumalar beni tehdit etti

Sorusuyla Abdullah Gül'ün tepkisini çeken Dr. Emrah Altındiş, korumalarının ‘Sen insan mısın, insan değilsin sen, seninle görüşeceğiz’ diye tehdit ettiğini söyledi

 
HABER





 
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e, Harvard’da “Böyle bir devletin başında olmaktan utanmıyor musunuz?” diye soran Dr. Emrah Altındiş, “Türkiye’de böyle bir soruyu sormak mümkün olmazdı eminim. Ailelere başsağlığı dilemek yeterli değil ki? Bizler merhamet değil, adalet istiyoruz, kendi makamı da başsağlığı dileme makamı değil” dedi. Altındiş sorusunu yöneltirken Gül'ün korumalarının kendisine "Sen insan mısın? İnsan değilsin sen. Seninle görüşeceğiz" diyerek taciz ettiklerini söyledi.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün oğlunun mezuniyeti için ABD’nin en önemli üniversitelerinden biri olan Harvard’da katıldığı bir sempozyumda kendisine “Böyle bir devletin başında olmaktan utanmıyor musunuz?” diye soran Dr. Emrah Altındiş T24’e konuştu.
2011’den beri Harvard Üniversitesi, Tıp Fakültesi’nde doktora sonrası çalışmalarını sürdüren, Mikrobiyoloji ve İmmunobiyoloji bölümünde araştırmacı olarak bulunan Dr. Emrah Altındiş, geçen yıl dördü Nobel ödüllü, yirmi dört diğer bilim insanı meslektaşı ile birlikte Science’da Gezi sürecinde halkın maruz kaldığı devlet şiddetine dair bir protesto mektubu yayınlamışlardı.
Sorusuna bu makalelere referans vererek başlayan Altındiş, sorusuna aldığı yanıtın pek çok açından sorunlu olduğunu belirterek şunları söyledi:
“Türkiye’de süren adaletsizlik ve devlet şiddetine dair bir soru sordum. Gül, ‘her yerde böyle sorular soramazsın’ diye yanıt verdi. Burada hem gözdağı var, hem Türkiye’de olsak böyle olmaz mesajı, hem de kafasındaki anti demokratik kültür...
Gül, bunları söylediği esnada korumaları sürekli bana laf atarak, ‘Sen insan mısın, insan değilsin sen, seninle görüşeceğiz’ diyerek beni taciz etmeye çalıştılar. Türkiye’de böyle bir soruyu sormak mümkün olmazdı eminim. Ailelere başsağlığı dilemek yeterli değil ki? Bizler merhamet değil, adalet istiyoruz, kendi makamı da başsağlığı dileme makamı değil…”


‘Türkiye halkı yalnız değil’

“Benim sorumdan dolayı bütün dikkatler bana yönelse de aslında ben içerde soru sorarken, dışarıda Boston’da yaşayan Türkiyeli birçok kişi Abdullah Gül’ü işçi baretleri ile afişlerle, sloganları ile protesto ediyorlardı. Bu insanların çoğu işi gücü olan, avukat, bilim insanı, finans çalışanı, bilişimci insanlar. Boston’da işi gücü bırakıp geldiklerine göre ortada büyük bir rahatsızlık var. Protestoyu yurtdışında çeşitli Gezi forumları çatısı altında toplayan ‘GEZİNİYORUZ’ uluslararası ağının parçası ‘Bostonbul’ (Boston Gezi forumu) düzenledi. Gezi yurtdışında da hala forumları ile devam ediyor.

‘Salondaki ortam pek çok sahtelikten oluşuyordu’

“Harvardlı profesör giriş konuşmasında Abdullah Gül’ü öve öve bitiremedi ve Türkiye’nin ne kadar gelişmiş bir demokrasi olduğuna her ikisi de vurgu yaptı, sanki daha iki hafta evvel 301 işçi ölmemiş gibi kahkahalar, tebessümler havada uçuşuyordu. Ben de burada bir bilim insanı sorumluluğu almam gerektiğini düşündüm ve bu sahteliğe gerçekle cevap verdim, sorum aynı zamanda bir cevaptı.”

‘Kral çıplak’

“Türkiye, Gezi sürecinde, öncesinde ve sonrasında korkunç bir devlet şiddeti ile karşı karşıya kaldı, kalıyor. Sözünü söylemek isteyen her insan ya çıplak polis şiddeti ile ya bu tehdidi hissederek ya da hukuki araçlarla terörize ediliyor. Benimki,  bir nevi, ‘kral çıplak’ demek, zira bu bilim insanının sorumluluğu aynı zamanda,  bizim işimiz gerçekleri ortaya çıkarmak, gözlemlemek ve bunu toplumla paylaşmak, bu diyalogun üniversite çatısında olması ayrıca manidardı benim açımdan.”

‘Türkiye’de bir korku imparatorluğu kuruldu’

“Söylediklerim herkesin bildiği, herkesin yaşadığı gerçeklik, bunu dile getirmek için cesur olmanın gerekmesi gerçekten içler acısı halimizi gösteriyor. Ve fakat Gezi’de gördük, Kürt illerinde görüyoruz, cesaret bulaşıcı… Bu da yönetenlerin korkulu bulaşıcı hastalığı olmalı.
Bugünün, mesleki hayatıma zarar verip vermeyeceğini sordunuz, naiflikle “vermez” demek isterdim, ancak bizim ülkemizde kurumların nasıl çalıştığını biliyoruz, kadrolaşma, eleştirel bir bakış açısı taşıyanları dışlama malum. Fakat şunu söyleyeyim, mutlaka Türkiye’ye dönmek ve Türkiye’de bilim yapmak istiyorum, zaten iki yıldır da buna çabalıyorum.”

‘İnsanlarımız hiç hak etmedikleri şekilde yaşıyorlar’

“Türkiye insanı çok daha güzelini hak ediyor, barış, özgürlük, demokrasi, insan haklarına saygılı bir devlet için büyük bir mücadele veriliyor, bedeller ödüyor insanlarımız. Umuyorum eşit, özgür bir Türkiye’yi kuracağız. Gezi’nin yıldönümünde halkımızın yüzünde bir tebessüm oluşturabildiysem ne mutlu bana.”

‘Gül’ün her konuda birinci derece sorumluluğu var’

“Abdullah Gül’ün, Başbakan olmadığı için Türkiye’de yaşanan otoriterleşme ve antidemokratik iklimden sorumlu olmadığına dair bir yanılsama ile karşı karşıyayız. Öncelikle Abdullah Gül, Tayyip Erdoğan’ın yakın bir çalışma arkadaşı, en son Danıştay açılışında da gördük ilişkilerini, öte yandan Türkiye’de tüm yasalar kendisi tarafından onaylandı, MİT yasası, internet yasası dahil. Ayrıca cumhur devlet şiddeti altında inim inim inlerken bir Cumhurbaşkanı’nın suskunluğu kabul edilemez, dolayısı ile kendisinin de en az Başbakan Tayyip Erdoğan kadar sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Başbakanlık da yapmış bir isim kendileri ve Türkiye’nin imzalamadığı, maden işçilerini koruyan International Labor Organization yasası dahil, her konuda birinci derece sorumluluğu var.”
Dr. Altındiş, son olarak, Amerika’yı da eleştirip eleştirmediğine dair sorular aldığını, merak edenlere, T24 vasıtası ile yanıt vermek istediğini söyledi:
“Uzun yıllardır BirGün, Radikal 2, Birikim, Gelecek, Bianet gibi yayınlarda yazılarım çıktı. Dünya sistemine ya da Amerika’ya dair görüşlerim orada bulunabilir. Amerika’da yaşamak Amerika’nın dünyaya ve kendi toplumuna empoze ettiği sistemle barışık olmak anlamına gelmiyor. Burada da eşitlikçi bir toplum için emek verenlerle birlikteyim. Öte yandan, Amerika’da bizler, yabancı bilim insanları, önlüklü işçileriz ve bilimi gerçekten çok zor çalışma koşullarında üretiyoruz. Buna ek olarak Amerika’da bin tane başka sorunun varlığından bahsedebiliriz.” T24

Wednesday, May 28, 2014

İzmir’de genç kadına saldıran polislere dava açıldı

İzmir’de Haziran İsyanı sırasında polisin direnişçilere saldırdığı 2 Haziran günü  sahil kenarında oturan genç bir kadının saçını çekip copla saldıran iki polis hakkında “Görevi kötüye kullanmak” suçundan 1-3 yıl arasında hapis cezası istemiyle dava açıldı
izmir-polisGeçtiğimiz yıl 2 Haziran’da, İzmir Gündoğdu Meydanı’nda polisler Gezi Parkı direnişi ile dayanışma için sokağa çıkanlara saldırmıştı. Bu sırada Kordonboyu’nda rıhtım üzerinde oturan gençlere polis saldırdı. Üç polis buradaki gençleri coplarken biri de genç kadının saçını çekti. Bu görüntüler Türkiye genelinde büyük tepkiye neden oldu. İçişleri Bakanlığı’nın görevlendirdiği Mülkiye Müfettişi Arif Yıldırım ile Polis Başmüfettişi Osman Babadağ, sözkonusu iki polisi kask numaralarından belirleyip soruşturma açtı. Müfettişlerin önce pasif göreve çektiği iki polis daha sonra açığa alındı. İzmir Barosu’da saç çeken polislerin cezalandırılması için savcılığa suç duyurusunda bulundu. Müfettişlerde sanık polis memurları hakkında dava açılması için hazırladıkları dosyayı Valiliğe verdi. Valilik de dosyayı olayı soruşturan Cumhuriyet Savcısı’na gönderdi.
“Yorgun ve uykusuzduk”
Olayı soruşturan Cumhuriyet Savcısı, müfettişlerin hazırladığı dosya ve baronun şikayetini incelemeye aldı. Savcı, sanık polis memurları ile tanıkların ifadelerini aldı. Polis memurları görüntülerde yer alan kişilerin kendileri olduklarını, mağdurların kendilerine hakaret ettiklerini, ayrıca olaylar sırasında üç gün uykusuz ve yorgun olduklarından dolayı davranışlarına hakim olamayıp, böyle bir eylemi gerçekleştirdiklerini söyledi.
“Görüntülerde hakaret yok”
Savcı, hazırladığı iddianamade olayın detaylarını tüm ayrıntılarıyla anlattı. Savcı, görüntülerde yer alan ve kimlikleri tespit edilemeyen erkek şahısa polis memuru M.K.’nın elindeki copla iki kez sırtına vurduğunu, beyaz tişörtlü bayanın da saçını çekip, sırtında bulunan çantaya copla vurduğunu, görüntülerde yer alan üçüncü polis memuru M.B.’nin ise sanık polislere copla vurmaması için “vurma” diye bağırmasının ardından sanıkların eylemine son verdiğini belirtti. Savcı, ayrıca, görüntüyü çeken muhabir ile sanıkları uyaran pobisin de ifadesinin alındığını, bu kişilerin ifadelerinde, mağdurların sanıklara karşı hakaret ettiklerine veya saldırdıklarına dair bir bilgilerinin olmadığı ve kamera kayıtlarında da mağdurların iddia edilen şekilde hareket ettiklerine dair bir görüntü bulunmadığını vurguladı.
‘Zor kullanma yetkilerini aştılar’
Cumhuriyet Savcısı, iddianamede, yukarıda ayrıntılı olarak anlattığı gibi sanıkların olay tarihinde meydana gelen 2911 sayılı yasaya aykırılık teşkil eden “Toplantı ve gösteri yürüyüşlerini” sonlandırılmak amacıyla görevli olduklarını, fakat olaya karışmayan ve sahil kenarında oturan bayan ve erkek arkadaş grubu içerisinde bulunan şahıslara karşı “Hukuka aykırı” olarak zor kullanma yetkilerini aşarak gereksiz yere cop vurmak ve tokat atmak suretiyle vatandaşları darp ettikleri, bu nedenle görevlerinin gereklerine aykırı hareket ederek suçsuz vatandaşların mağduriyetine neden olacak ve kamuoyunda “Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve Kolluk Kuvvetlerini zan altında bırakacak eylemlere” neden olarak görevlerini kötüye kullandıklarını ve bu nedenle sanıkların “Görevi kötüye kullanma” suçundan yargılanmaları için dava açtığını, ayrıca mağdurların kimliklerinin tespit edilmemesi nedeniyle de sanıklar hakkında etkili eylem suçundan dava açma imkanı bulunmadığını belirtti. Sanık polis memurları önümüzdeki günlerde hakim önüne çıkacak.
Kaynak:DHA

Tuesday, May 27, 2014

Afgan mülteciler Ankara'da ağızları dikili adalet bekliyor

Afgan mülteciler Ankara'da ağızları dikili adalet bekliyor
27/05/2014 14:23
Ankara'da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği önünde kamp kuran Afgan mülteciler arasında ağızlarını dikerek ölüm orucu başlatan bir grup da var. Aldıkları tek yanıt: Ölseniz de bir şey değişmez.
Haber: ÖZGÜN ÖZÇER
ANKARA - Afgan mülteciler iltica başvurularında adil ve eşit muamele gözetilmesi için başlattıkları mücadelenin yedinci haftasına girdi. Ankara’da Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) genel merkezi önünde kamp kuran mülteciler arasında ağızlarını dikerek ölüm orucu başlatan bir grup da var. Kimileri ailesiyle, kimileri dostlarıyla, yarısı kadın ve çocuktan oluşan yaklaşık yüz kişi gece gündüz demeden, polis baskısına karşı göğüs gererek eylemlerini sürdürüyorlar. Ama onlar henüz ne seslerini geniş kitlelere duyurabilmiş, ne de talepleri yetkililer tarafından dikkate alınmış. 
“Bize ölsek bile hiçbir şeyin değişmeyeceğini, özellikle de ölüm orucunu sürdürdükçe herhangi bir cevap verilmeyeceğini söylediler. Dediklerine göre, aksi takdirde ‘açık vermek’ olurmuş ve sonra herkes ölüm orucuna başlarmış” diye anlatıyor mültecilerden Farzad Şafahi. 

Afganların tepkisini bu boyutlara taşıyan ise BMMYK’nın aylar öncesinden bütün iltica başvurularını askıya alması, hatta daha önce verilen randevuları dahi iptal etmesi olmuş. BMMYK’dan yetkililer bunun için üçüncü ülkelerin artık Afganistan’dan mülteci kabul etmek istemediklerini gerekçe gösteriyor. Ancak Farzad, zaten normal sürelerinin çok üzerinde bekletilen Afgan mültecilerin önüne yeni engeller örülmesi karşısında çaresiz durumda kaldıklarını söylüyor. 

“Bizlere üçüncü ülkelerin kotalarının tamamen dolu olduğunu ve başka ülkelerden mültecileri tercih ettiklerini belirttiler. Hatta bir yetkili bize Afganistan’da 40 yıldır sorunların bitmediğini ve Suriyelilerin ‘artık daha çekici geldiğini’ söyledi. Biz ise onlara bütün bunları bildiğimizi, tam da bunu değiştirmek için burada olduğumuz anlattık” diyen Farzad, bu yaklaşımın ayrımcılık göstermeme ilkesiyle de çeliştiğine işaret ediyor. 

'İLK UÇAKLA ABD 'YE GİDELİM DEMİYORUZ'
24 yaşındaki Farzad iki yıldır iltica başvurusunun üçüncü ülkeye gönderilmesini bekliyor ancak söylediğine göre beş, hatta sekiz yıldır bekleyenler dahi var. Oysa iltica işlemleri diğer mülteciler için ortalama bir sene sürüyor. Farzad, en son BMMYK’yı aradığında ise yetkililerin ilgisizliğiyle karşılaşmış. “Telefonu açan kişi Afgan olup olmadığımı sordu. ‘Evet’ deyince ‘başvurularınız askıya alınmıştır’ diye cevap vererek telefonu kapattı” diyen Farzad, kendilerinden çok sonra başvuru yapan nice mültecilerin iltica etmeleri için çeşitli ülkelere dağıtıldığını söylüyor. Yazıştıkları üçüncü ülkeler ise kendilerine kesinlikle bir ayrımcılık uygulanmadığını ancak Afganların dosyalarının bir türlü ellerine geçmediğini belirterek topu BMMYK’ya atmış. En büyük endişe ise, İran’da yaşayan iki milyonu aşkın Afgan mültecinin Türkiye üzerinden iltica başvurularının artması. 

“Taleplerimiz kesinlikle mantıksız talepler değil. Ben ilk uçakla ABD’ye gönderilmeyi beklemiyorum. Tek istediğimiz, başka mültecilere uygulanan muamelenin aynısının bize de gösterilmesi” diyor Farzad. 

Türkiye’de yaklaşık 30 bin Afgan iltica başvurularını yaptıktan sonra kendilerine tanınan geçici sığınmacı statüsüyle yaşamını sürdürüyor. Ancak statü gereği çalışamadıkları için çoğu aile zor ekonomik koşullarda yaşamaya mahkûm. Ayrıca, Türkiye 60 yıldır kaldırmaya direndiği coğrafi çekince nedeniyle doğu sınırlarından giriş yapan mültecilere iltica hakkı tanımıyor. Dolayısıyla Afganların Türkiye’ye iltica etme gibi herhangi bir şansı yok.
Öte yandan Afgan mülteciler bu süreçte sadece üç defa görüşebildikleri BMMYK yetkilerinin binanın önünde durmamaları için kendilerini polise şikâyet etmeleri ve fenalaşan olduğunda ambulans çağırmaya bile tenezzül etmemelerine de sitem ediyor.



Polis amirinden sınır dışı tehdidi
Afgan mültecilerin maruz kaldıkları bir diğer baskı da polisler. Zira birçoğu eylemlerini sınır dışı edilme riskini göze alarak sürdürmek durumunda. Zira, mevzuata göre, mülteciler iltica başvurularını yaptıktan sonra uydu kentlere başvuruyor. Gittikleri kentlerde ise haftada üç kez karakola giderek orada bulunduklarına dair imza atmaları gerekiyor. Kanunlara göre, beş haftayı aşkın süre boyunca imza veremezlerse, yasal olarak geri gönderilme durumu doğabiliyor.
Polis, kamplarını Nisan ayının sonunda çok şiddetli bir şekilde dağıtmış. Müdahale sırasında kadın-çocuk farkı gözetmeden, kendilerini savunmak için insan zinciri oluşturan mültecilerden burnu kırılan ve omzu çıkanlar olmuş. Daha sonra da uydu kentlere geri dağıtılmışlar ancak gönderildikleri şehrin doğru olup olmadığına bakılmaksızın. Kayseri’de yaşayan Konya’ya götürülmüş, Nevşehir'de kalan kişi ise kendini Mardin’de buluvermiş.
Farzad, yabancı şubesinden bir amirin 'kamp yapmayı sürdürürlerse kendi cebinden iki uçak parası ödeyerek herkesi Kabil’e geri göndereceğini söylediğini' belirtiyor. “Bize ‘Bu devlet öyle 200-400 Afgan’la başa çıkmayacak bir devlet değildir. Bizim eşek kadar tarihimiz var. Artık kitle sorunu oluşturmaya başladınız’ dedi” diye anlatan Farzad, polislerin ele başı veya lider aradıklarını ve bir türlü bulamadıklarını da ekliyor.
“Oysa hiçbir organizasyon yok. Aileler diledikleri gibi geliyor, sıkılınca gidiyor, sonra tekrar geliyor. Çok kalıp duş almak gerekince de tekrar gidiyor” diyor Farzad.
Aynı şekilde, ağızlarındaki dikişler ambülans görevlileri tarafından zorla kesilen olunca da ölüm orucuna katılanlara yenileri eklenmiş. Halihazırda altı kişi bir haftayı aşkın süredir ölüm orucu tutuyor ve Farzad birçok mültecinin ölümü göze aldığı konusunda uyarıyor.
Bugüne kadar en büyük destekçileri Ankara’nın Sancak mahallesi halkı olmuş, dayanışma grupları ise yeni yeni oluşmaya başlıyor. Battaniye, kolay monte edilen çadır ve ölüm orucunda olmayanlar için gıda gibi birçok ihtiyaç var. Öte yandan, Change.org internet sitesi üzerinden de taleplerine destek için bir kampanya başlatıldı.
Farzad, bu koşullarda Türkiye’nin unutulan mültecileri olmayı kabul etmediklerini söylüyor ve ekliyor: “Sonsuza dek sığınmacı olarak mı yaşayacağız?”


Monday, May 26, 2014

Acının rengi var mı?

FOTOĞRAF: Şirnex'in (Şırnak) Cizîr (Cizre) ilçesinde sınırı geçmeye çalışan Rojavalı bir ailenin üzerine Türk askerinin ateş açması sonucu Saada Derviş (28) isimli kadın öldürüldü.

Coğrafyamızda son günlerde, büyük ve sarsıcı acılar yaşanıyor… SOMA FACİASI, herkesin,canını yaktı!

7’den 70’e herkesimden insan, yaşanan acının, büyüklüğü karşısında, yas tuttu.

Gerçekten içi acıyarak, yanarak yas tuttu.

Bu acı öyle derinden yaraladı ki toplumu, bir yüzleşme ihtiyacı da duyuldu.
ACILARIN, RENGİ VE DİLİ VAR MIYDI?

İnsan hakları savunucuları, demokratlar için gerçekten de acının rengi ve dili olamazdı.

Sermayenin kazanımları uğruna, kar uğruna bir felaket sonucu ölenler, işkencede katledilenler, savaşta ölenler, erkek cinayetleri sonucunda yaşamını yitiren kadınlar, hepsi ama hepsinin acıları, aynı biçimde yakar yürekleri…

Gerçekten, ‘vicdan’ sahibi olanlar, her acı karşısında aynı çaresizliği, aynı kalp çarpıntılarını, aynı kanamayı hisseder.

Bu olmuyorsa, zaten ‘vicdan’da yoktur!
AHLAK dediğimiz şey, sadece VİCDAN’dır.

Vicdanlı olan, ahlaklıdır aynı zamanda.

Ancak vicdan, herkeste var mıdır? O ayrı bir konu…

SOMA için hepimiz yas tuttuk!

Sağcılar, solcular, sosyete, Kürtler, Ermeniler herkes, herkes ayrımsız yas tuttuk.

Çünkü gerçekten acı büyüktü ve YAS tutmak gerekiyordu? Ancak biraz geriye döndüğümüzde, ROBOSKİ’yi anımsadığımızda görüntü farklıydı!

ROBOSKİ katliamından, birkaç gün sonra, yılbaşı eğlenceleri, vicdanları kurutmuştu adeta!

Belli bir keim dışında, YAS tutmak hiç düşmedi, akıllara! ROBOSKİ, kendi yasını tuttu!

SOMA faciası ile içimiz yanarken, başka olaylar da oldu.

Toplumun belki yarısından fazlası duymadı, görmedi ama Rojava’dan Cizre’ye geçmek isterken, Saada Derviş isimli bir Kürt kadın, Türk askerlerinin açtığı ateş sonucu, iki çocuğunun gözü önünde öldürüldü.

Henüz 28 yaşındaydı… Geride gözleri yaşlı 2 çocuk bıraktı…
Saada’dan kimse söz etmedi.

Televizyon kanalları, bu acıyı görmezden geldi. Oysa bir ‘can’ gitmişti!

Bu olaydan bir gün sonra, Mardin / Kızıltepe’de, küçücük bir çocuk vuruldu.

13 yaşındaki Ali Özdemir, yine Türk askerinin açtığı ateş sonucunda, başından vurularak, iki gözünü kaybetti.

Küçük Ali, artık dünyayı göremeyecek…

Ancak yine ses yok!

Yas tutan vicdanlar sessiz…

Çünkü bu kez acının rengi başka!

Acının rengi KÜRT!

Eren Keskin, 26 Mayıs 2014, Sesonline.net

Friday, May 23, 2014

Önce dilini kopardılar sonra diri diri yaktılar



Önce dilini kopardılar sonra diri diri yaktılar

1591 yılının bahar aylarında Roma Katolik Kilisesi’ne bağlı Venedik Engizisyon Mahkemesi’ne, dönemin en soylu ailelerinden Mocenigoların sarayından bir ihbar mektubu geldi.
Mektubun altıda Mocenigo imzası bulunuyordu bulunmasına, ama I. Alvise Mocenigo öleli 14 yıl olmuştu. I. Alvise’nin yaşadığında bile böyle bir mektup yazma ihtimali yoktu. II. Alvise ailenin başına geçtiğinde Bruno öleli yıllar olmuştu.
Moceniogo ailesi de tıpkı Mediciler gibi sanatçının ve bilim insanın yanında olan bir aileydi. Oysa Mektup Mocenigo sarayından gönderilmişti, buna hiç kuşku yoktu.
Mektup, dönemin en ünlü filozoflarından Giorda Bruno’nun düşüncelerini “sapkınlık” olarak niteliyor ve cezalandırılmasını istiyordu.
Mektubu yazan Mocenigo, Akdeniz’e bakan sarayına davet ettiği Bruno’yu bir süre dinledikten sonra, mektubunda onun fikirlerinden dehşetli ürktüğünü, tanrıyı tanıtanımadığını ve evren ile ilgili konulardaki fikirlerinin kabul edilemez olduğunu yazıyordu.
Zavallı Bruno ise, Katolik Kilisesi’nin hışmından korktuğu için hayatının büyük bölümünü Venedik ve Floransa’dan uzakta, sürgünde geçirmişti. Mocegino ailesinden biri kendini davet edince de hiç düşünmeden Venedik’e dönmüştü.
Mahkeme dönemin en soylu ailelerinden birinden geldiği için ihbar mektubunu önemsedi ve Giordano Bruno için “tutuklama” kararı çıkarttı. İşin tuhafı, ihbar mektubunu alıncaya kadar mahkeme Bruno’nun ülkesine döndüğünden habersizdi.
Birkaç gün içinde Bruno tutuklandı ve “Piompi” cezaevine atıldı. Cezaevi, çevresi kurşun plakalarla çevrilmiş, yerin birkaç metre altında, deniz kıyısında üst güvenlikli bir zındandı aslında. Günün her saatinde dalgaların kurşun plakalara vurmasıyla insanı çıldırtan sesler çıkartması bütün Avrupa’da ünlüydü ve bir çeşit işkence merkezi olarak görülüyordu. Dalgaların gürültüsü zındanda bulunan kişinin okumasını, düşünmesini ve yazmasını tamamen yok ediyordu.
Bruno burada tam dokuz yıl yattı. Çıldırma noktalarına geldiğinde, kulaklarını tıkamaktan bitkin hale gelmiş kollarıyla bir süre sır üstü yatıyor ve küçük aralıklar veren sessizliği dinleyerek huzur bulmaya çalışıyordu. Bu dingin saatler günde ancak bir ya da iki saati geçmiyordu. Deniz asla tam anlamıyla suskunlaşmıyor, bir süre sonra küçük çırpıntılarla başlayan gürültü, bir saat içinde dayanılmaz noktaya ulaşıyordu.
 
 
 "BÜYÜK PATLAMA"YI 400 YIL ÖNCE SÖYLEMİŞTİ
16. yüzyılın büyük filozofu, Ortaçağ karanlığını aydınlatan kişi olarak tarihe geçti. Tek başına ve usanmadan Kilise ve bağnaz düşüncelerle savaştı.
Daha üzerinden on yıllar anca geçmiş, Stephen Hawking’in “Büyük Patlama” kuramını, uzayın giderek genişlediğini bize anlatan Hubble Uzay Teleskopunun bize anlattıklarını Bruno dört yüz yıldan fazla zaman önce öne sürmüştü.
Aslında yaşam savaşına bir rahip olarak başlamıştı Bruno. Yirmili yaşlara gelmeden Dominiken manastırına girdi. Orada Tales, Pisagor ve Socrat gibi filozofları inceleme fırsatı buldu. Oysa bu filozoflar ve eserleri kilise ve manastırlarda yasaklanmış kitaplardı. Bu yasağı delmesi sonucunda Bruno manastırdan ayrıldı.
Peki neydi Bruno’nun önce dilinin kopartılmasına, ardından da diri diri yakılmasına neden olan düşünceleri.
Belki inanmayacaksınız ama, birinci neden şuydu: Doğadaki her şey tanrının bir yansımasıdır, diyordu. Daha da ilerisini düşünerek, dünyanın insanın bilincinde olduğu için var olduğunu savunan idealist felsefeye karşıydı. Fizik ile düşünce arasında bir ayırım yoktu Bruno için ve herşey ayaklarının üzerinde somutlaşmak zorundaydı.
Bruno ile başlayan bu diyalektik yaklaşım çarçabuk boğuldu ve insanlar yeniden Bruno ve benzeri filozofların düşüncelerine dönmek için Karl Marks’a kadar beklemek zorunda kaldı.
Evrenin sonsuzluğu konusunu da ortaya atan Bruno’dur ve Bruno’ya göre yine, uzayda dünya gibi onlarca, yüzlerce benzer uydu bulunmaktadır. Kiliseyi rahatsız den bir başka konu da elbette bu oldu. Dünya merkezdi kilise için ve bütün her şey dünyanın etrafında dönüyordu. Ne demek oluyordu bu uzayın sonsuzluğu, genişlemesi ve benzer dünyaların bulunması?
Tanrı bunu istemiş miydi herşeyden önce, buna izin var mıydı? Evrenin merkezi dünya nasıl olur da güneşin etrafında dönerdi? Nasıl olur da kendi etrafında dönerdi ve biz insanlar düşmezdik?
Bu da tanrının bir lütfu sayılabilirdi belki, ama inandırıcı değildi. Kilise eğer dünyanın kendi etrafında ve güneşin etrafında döndüğünü kabul ederse, tanrının gücünü de reddetmiş olacaktı, bu kabul edilemezdi.
O halde bu fikri ortaya atanlar yok edilmeliydi.
Bruno işkence evinde yattığı sıralarda, tıpkı yüzyıllar sonra Rosenbergler ve benzerlerinde olduğu gibi, düşüncesinden vazgeçmesi, bunu tüm dünyaya açıklaması halinde serbest bırakılacağı söylendi.
 
DİLİ KOPARILDI, DİRİ DİRİ YAKILDI
Bruno düşünmek için zaman istedi ve kurşun plakalarla çevrili işkence evine döndü. Günlerce kendisinden hiç ses çıkmadı. Aracılarla konuşmadı, kilisenin mesajlarını karşılıksız bıraktı.
Tüm hayatını adadığı düşünceleri, görüşleri, değerleri, karakteri… Nesi varsa hepsini istiyordu kilise ve buna karşılık yalnızca canını bağışlama sözü veriyordu.
O anda anladı ki Bruno, kilise kendisini kandırıyor. Hayatını mahkeme aracılığıyla bağışlayacak olan kilise, daha evine bile varamadan kendisini öldürecek. Ölüm bu kadar kesin ve yakın olduğuna göre, ölmenin daha uygun olduğunu düşündü Bruno ve bağışlanmasını istmedi.
“Siz karşımda oturanlar,” dedi son duruşmasında mahkeme heyetine. “Siz benim yüzüme ölüm cezamı okurken benden daha çok korkuyorsunuz.”
Önce dili koparıldı, ardından da Roma’nın Campo de Fiori meydanında diri diri yakıldı.
Bir anlamda Hallacı Mansur, Şeyh Bedrettin’dir aslında. Bağnazlığın karşısında ödün vermeden durmayı bilmiştir. Bruno ve benzerleri olduğu için dünya hala bilimsel bilgi çevresinde toplanmayı başarmakta, bunu savunan insanlar sayesinde de daha yaşanılır bir ortam sağlanmaktadır.
Dinsel bilgiyi ve uygulamalarını sadece kendilerinin bildiğini savunan yobazlar, hem din hem de bilimsel bilgi açısından hep açmazda kalmış, bilimsel bilgiyi reddetmeyi öğrenmekten daha kolay olduğu için reddetmişlerdir.
Tarih onların aydınlık dünya ile açtığı savaşla uğraşmak zorunda kalmıştır ve hala da bu savaş sürmektedir.
Yol yapmak için ormanları yok edenlerin, yolu medeniyet görenlerin; viyadükleri, alt geçitleri, köprüleri ilerlemenin bir “nişanesi” sayanların tarihten alması gereken çok ders var…
Yeter ki okusunlar…
Mümtaz İdil

Wednesday, May 21, 2014

Prometheus Kafkasya'da


Albert Camus
















Karşı koyanı olmadıkça Tanrının bir yanı eksik geliyor bana(Prometheus Kafkasya'da) Lukianos Bugünün insanı için Prometheus nedir? Gerçi, Tanrılara kafa tutan bu adam çağdaş insanın örneği sayılabilir.Binlerce yıl önceki bu kafatutma bugün tarihin eşsiz bir sarsıntısı ile sona eriyor da diyebiliriz. Ama, bir yandan da,öyle geliyor ki, bu ezilmiş insan bizim aramızda da ezile gitmekte;dünyaya saldığı çığlığa, insan başkaldırısının büyük çığlığına hâlâ sağırız hepimiz.

Gerçekten bugünün inşam sayısız yığınlar halinde bu daracık yeryüzünde çile dolduruyor.Ateşten,yiyecekten yoksun bu insan için özgürlük hiç de acelesi olmayan bir lükstür. Çok daha çekecekleri var insanların; özgürlük ve onun son tanıkları da azalacak gittikçe.Prometheus insanlara ateşi ve özgürlüğü,teknikleri ve sanatları bir arada verecek kadar onları seven bir kahramandı.Bugünkü insanlıksa,yalnız tekniğe gereksinim duyuyor, yalnız onun kaygısında. Başkaldırmasını makineleri içinden yapıyor. Sanatı ve ona bağlı her şeyi bir engel, bir kölelik belirtisi sayıyor. Prometheus'un özelliği, tam tersine, makineyi sanattan ayırmasıdır. Onca, bedenler ve ruhlar bir arada özgürlüğe kavuşabilirler. Bugünün insanı, önce bedenin kurtulması gerektiğini sanıyor. Bu uğurda ruhun bir süre için ölmesine bile razı oluyor. Ama, ruh bir süre için ölebilir mi? Doğrusunu isterseniz, Prometheus yemden gelecek olsa, bugünün insanları ona Tanrıların yaptığını yapardı.İlk simgesi olduğu insanlık adına onu kayaya çivilerlerdi. Bu yenilmiş insana küfür edecek düşman sesleri, Aiskhylos'un tragedyasının eşiğinde çınlayan seslerin aynı olurdu : Gücün ve şiddetin sesleri.

Acaba kısır mevsim, çıplak ağaçlar, dünyanın kışı mı yıkıyor beni? Ama, bu ışık özlemi hak veriyor bana. Bir başka dünyayı, benim gerçek yurdumu anlatıyor bana. Başka insanlar için hâlâ bir anlamı kaldı mı o dünyanın? Savaşın başladığı yıl, Odysseus'un izlerinde dolaşmak için gemiye binmek üzereydim. O günlerde yoksul bir delikanlı bile bir denizi aşıp ışıklı dünyalara gitmeye kalkabilirdi.

Ama, ben de o zaman herkesin yaptığını yaptım. Binmedim gemiye. Cehennemin açılan kapısında tepinen kuyrukta yerimi aldım. Yavaş yavaş girdik hepimiz ve öldürülen ilk günahsızın çığlığı ile kapı kapandı arkamızdan. Cehennemdeydik artık, bir daha da çıkmadık içinden. Altı uzun yıldır alışmaya çalışıyoruz ona. Mutlu adaların sıcak hortlakları çok uzaklarda, ateşsiz ve güneşsiz uzun yılların arkasında görünüyor bize.

Bu ıslak ve karanlık Avrupa'da insan nasıl,yaşlı Chateaubriand'ın Yunanistan'a giden Ampere'e söylediği şu sözü anımsayınca hüzünle ürpermez, aynı acıyı duymaz : «Benim Attika'da gördüğüm hiçbir şeyi bulamayacaksınız. Ne o zeytin ağaçlarının bir yaprağını, ne de üzümlerin bir tanesini.Benim zamanımın otuna bile özlem duyuyorum. Bir çalıyı bile yaşatmaya gücüm yetmedi.»Biz de taze kanımıza karşın, bu son yüzyılın korkunç yaşlılığına gömülü, bütün çağların otunu, salt kendisi için görmeye gideceğimiz zeytin yaprağını arıyoruz. Her yerde, her yerde onun çığlıkları, acısı, korkuları. Bu yığın yığın yaratıklar arasında cırcırböceklerine yer yok artık. Tarih, üstünde fundalık bitmeyen kısır bir topraktır. Bugünün insanı yine de tarihi seçti. Ondan ayrılamazdı festen, ayrılması da gerekmezdi. Ama, tarihi kendi buyruğu altına alacak yerde, her gün biraz daha onun kölesi olmaya razı oluyor.

İşte, bunda ihanet ediyor Prometheus'a,«bu atılgan düşünceli ve uçarı yürekli» insanoğluna.Bunda dönüyor bugünün insanı,Prometheus'un kurtarmak istediği insanların
zavallılığına. O insanlara ki, «düşlerde yaşar gibi bakmadan görüyor, duymadan dinliyorlardı.» Provence'da bir akşam, pürüzsüz güzel bir tepe, bir parça deniz mavisi yetiyor insana her şeyin yeni baştan yapılması gerektiğini anlatmaya. Bedenin isteklerini karşılamak için ateşi yeniden bulmak,tezgâhları yeniden kurmak zorundayız.Attika,özgürlük ve meyveleri, ruhun ekmeği bir başka zamana. Elimizden ne gelir? Kendi kendimize bağırmaktan başka ne yapabiliriz, onları hiçbir zaman bulamayacağız ya da başkaları bulacaklar diye. Hiç değilse bu başkalarının onlardan yoksun kalmamasına çalışmaktan öte çare yok. Ne yapabiliriz? Bunlar hiç olmayacak artık, ya da başkaları-nın olacak diye yerinmekten ve hiç değilse bu başkalarının onlara kavuşmasına çalışmaktan başka ne gelir elden diye. Bunu acı ile duyan, yine de küsmeden yaşamaya çalışan bizler, çok mu geç geldik, çok mu erken? Çalılıkları yeşertmeye gücümüz yetecek mi? Zamanımızda yükselen bu soruya Prometheus'un karşılık vereceğini düşünün.Gerçekte bu karşılığı çoktan vermiş o : «Size yeni düzeni ve kalkınmayı vaat ediyorum ey ölümlüler! Eğer, bunu kendi elinizle yapacak kadar usta, değerli ve güçlü iseniz.» Kurtuluşun bizim elimizde olduğu doğruysa, çağımızın bu sorusuna ben evet diyeceğim, tanıdığım birkaç insanda gördüğüm kafalı güce, bilgili yiğitliğe güvenerek.

«Evet doğruluk! diye bağırır Prometheus, ey anam benim! Görüyorsun bana neler çektirdiklerini!» Hermes ise alay eder kahramanla : «Şaşıyorum sana, madem kâhindin, neden önceden görmedin bu çektiklerini?» «Biliyordum» diye karşılık verir asi Prometheus. Benim sözünü ettiğim insanlar da adaletin oğullandır. Onlar da bile bile herkesin derdiyle dertleniyorlar. Biliyorlar ki gözleri yoktur onun, Prometheus'un ve onun adaletini atıp yerine akim bulduğu adaleti koymak gerekir, işte, Prometheus bu yoldan çağımızın insanı oluyor.

Söylencelerin kendi yaşamları yoktur. Onlara bizim can ve kan vermemizi beklerler, yeryüzünde onların çağrısına bir tek insan karşılık verdi mi, özlerini taptaze sunarlar bize. Bizim işimiz bu özü korumak ve yeniden dirilmesi için ölüm uykusuna dalmamasını sağlamaktır. Bugünün insanım kurtarmanın olanaksız olduğunu düşünüyorum kimi zaman. Ama, bu insanoğulları ruhça ve bedence kurtarılabilir hâlâ. Onlara mutluluk ve güzellik yollarını açabiliriz. Güzelliksiz ve özgürlüksüz yaşamaya razı olursak, Prometheus söylencesi daha başkalarıyla birlikte bize insanın ancak bir zaman için paramparça edilebileceğini,insanın tümüne yararlı olmadıkça, hiçbir şeye yararlı olunamayacağını anımsatır bize.İnsan ekmek ve çalı istiyorsa ve eğer ekmeğin daha zorunlu olduğu doğru ise çalının anısını korumayı öğrenelim.Tarihin en karanlık günlerinde Prometheus insanları, zor işlerini duraksamadan toprağa ve durmadan biten ota bir yanlarıyla bağlı kalacaklardır. Zincire vurulmuş kahraman, Tanrının yıldırım ve şimşeklerinde,insana olan o rahat güvenini yitirmez.Onun için, Prometheus bağlandığı kayadan daha sert, dalağını yiyen akbabadan daha sabırlıdır. Tanrılara başkaldırmaktan daha önemli olan şey bizce, bu sürekli diretmedir. Ve bu hiçbir şeyi ayırt etmeme ve atmama gücüdür ki, insanların dertli yüreğini dünyanın ilkyazıyla uzlaştırmış ve uzlaştıracaktır.

Sunday, May 18, 2014

Eyleme çağrı:Madenciyi öldürüp diktikleri plazalarda rahat yaşamasınlar diye…


İstanbul Kent Savunması  “Soma’daki canlarımıza bir sözümüz var, diktiğiniz plazalarda yaşayamayacaksınız” diyerek Soma Holding’e ait Spine Tower önüne eyleme çağırıyor
SPINE_TOWERA_YURUYORUZ-19MAYIS-1700 (1)İstanbul Kent Savunması bir açıklama yayımlayarak herkesi 19 mayıs Pazartesi günü Soma Holding’e ait Spine Tower önünde buluşmaya çağırdı. Savunma yaptığı açıklamada madencileri katleden, onların emeğini sömürerek plazalar dikenlerin o plazalarda yaşayamayacağını ifade etti.
19 Mayıs’ta YTÜ Meslek Yüksek Okulu önünde saat 16.30’da buluşacak olan eylemciler buradan plazaya yürüyecek.
İstanbul Kent Savunması’nın açıklaması ve eylem bilgileri şöyle;
SOMA’DAKİ CANLARIMIZA BİR SÖZÜMÜZ VAR!
Ayaktayız!
Ülke olarak ayaktayız! Yüzlerce öldük Soma’da;  canlarımızı bıraktık yerin yedi kat altında.
Ama yerin yedi kat üstünde binler ayakta, milyonlar ayakta; ayaktayız!
Soma’nın ateşi yaktı hepimizi. Ama sadece biz olmayacağız yanan!
Soma’daki madenci kardeşlerimizin canları üzerine yerin üstünde, İstanbul’da plazalar, gökdelenler diken, villalarda yaşayan Soma Holding de hesap verecek!
İstanbullular olarak Somalı madencilere bir sözümüz var. Bu sözü vermek üzere bütün İstanbul’u Soma Holding’e ait Spine Tower önüne bekliyoruz!
UNUTMAYACAĞIZ! AFFETMEYECEĞİZ!
KADER DEĞİL MÜCADELE!
BULUŞMA SAATİ: 16: 30
YÜRÜYÜŞ SAATİ: 17: 00
BULUŞMA YERİ:  YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ MESLEK YÜKSEK OKULU ÖNÜ  (BÜYÜKDERE CADDESİ / MASLAK)
(Ulaşım: Beşiktaş yönünden gelen toplu ulaşım araçları, Metro: İTÜ Maslak durağından Sarıyer -Atatürk Oto Sanayi durağından Beşiktaş yönüne doğru, iki durak arası)
UNUTMAYACAĞIZ! AFFETMEYECEĞİZ!
KADER DEĞİL MÜCADELE!
 İSTANBUL KENT SAVUNMASI
LEVENT SOMA NÖBETİ
 TARİH: 19 MAYIS 2014 PAZARTESİ
BULUŞMA SAATİ: 16: 30
YÜRÜYÜŞ SAATİ: 17: 00 BULUŞMA YERİ:  YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ MESLEK YÜKSEK OKULU ÖNÜ  (BÜYÜKDERE CADDESİ / MASLAK)
(Ulaşım: Beşiktaş yönünden gelen toplu ulaşım araçları, Metro: İTÜ Maslak durağından Sarıyer -Atatürk Oto Sanayi durağından Beşiktaş yönüne doğru, iki durak arası)

Tuesday, May 6, 2014

Ödüllü satranççı Eşber Yağmurdereli


 
69 yaşında, avukat, oyun yazarı, "demokrasi" ve "özgürlük" girişimlerinin sözcüsü, ödüllü satranççı. Hepsinden fazlası kıdemli mahpus...

BİA Haber Merkezi

BİA (İstanbul) - Yağmurdereli Erzurum Tortum'da 1945'te doğdu, 1964'te üniversite merkezi sınavını üçüncülükle kazandı.

12 Mart 1971'den sonra üniversiteden uzaklaştırıldı. 1972'de Samsun'da avukatlığa başlayan Yağmurdereli "Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi/ Acilciler" grubunun kurucusu ve lideri olduğu iddiasıyla 13 Mart 1978'de tutuklandı, Türk Ceza Kanunu'nun (TCK) "Anayasal düzeni silah zoruyla değiştirme" fiilini düzenleyen 146. maddesinin 1. fıkrası uyarınca Samsun Ağır Ceza Mahkemesi'nce müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

13 buçuk yıl sonra, Terörle Mücadele Yasası (TMY) ile öngörülen "şartlı tahliye"den yararlanarak, 1 Ağustos 1991'de serbest bırakıldı.

Kısa süren "özgürlük"

Yağmurdereli, serbest bırakılmasından sonra, "barış" ve "demokrasi" girişimlerinde yer aldı, ölüm oruçlarında aracı oldu. "Barış için 1 Milyon imza kampanyası"nın sözcülüğünü yaptı.

Yağmurdereli, 8 Eylül 1991'de İnsan Hakları Derneği (İHD) mitingindeki konuşması nedeniyle 10 ay hapis cezasına mahkum oldu. Karar Yargıtay'da onanınca, daha önce, "şartlı tahliye" edildiği için 10 aylık hapis cezası daha önceki cezasının geri kalanıyla birleştirildi.

6 yıl sonra yeniden cezaevi

Böylece, Yağmurdereli 22.5 yıl hapis cezası için 1997'de cezaevine konuldu.

İç ve dış kamuoyunun baskısı sonucu, 9 Kasım 1997'de, ceza infazı 1 yıl süreyle ertelenerek serbest bırakıldı. Karar, 16 Aralık'ta geri çekilince, Yağmurdereli 1 Haziran 1998'de yeniden tutuklandı ve 18 Ocak 2001'de serbest bırakıldı.

Akrep ve ödüller

İnsan hakları mücadelesinin en önde gelen isimlerinden Yağmurdereli'nin 13 buçuk yıllık cezaevi günlerinde yazdığı "Akrep" oyunu Ankara Sanat Tiyatrosu'nda sahneledi.

Akrep, Yağmurdereli'ye iki de ödül getirdi: 1998'de Sanat Kurumu'ndan "bütün zamanların en iyi yazılmış oyunlarından", 1999'da İsmet Kuntay En İyi Oyun Yazarı ödülleri...

1985'de Nelson Mandela'nın aldığı, Fransa'nın Bordeaux kentindeki İnsan Hakları Enstitüsü ile Avrupalı Avukatlar Derneği'nin verdiği Ludovic Trarieux ödülü 2000'de Yağmurdereli'nin oldu.

Pek çok ödül sahibi Yağmurdereli, 8 Temmuz 2001 Görme Engelliler Satranç Turnuvası'nda da beşinci oldu. (NM/BB)

 

Sunday, May 4, 2014

Dersim Katliamı AYM’ye taşınabilir

Dersim Katliamı AYM’ye taşınabilir Dersim Katliamı’nın 77. yılında, hala katliama ait toplu mezarlar ortaya çıkmaya devam ederken; Av. Reyhan Helin Bulut, bugüne kadar Uluslararası Ceza Mahkemesine bireysel başvurular yapıldığını belirterek “Artık Anayasa Mahkemesine başvuru yapılabilir” dedi
Dersim Katliamı kararının alındığı 4 Mayıs 1937 Dersim Tertelesi’nin 77’nci yılında, katliamda yaşamını yitirenler başta Dersim olmak üzere Türkiye ve Avrupa’da düzenlenen etkinliklerle anılacak. Üzerinden 77 yıl geçmesine rağmen katliama ait toplu mezarlar ortaya çıkmaya devam ederken, Av. Reyhan Helin Bulut, bugüne kadar Uluslararası Ceza Mahkemesine bireysel başvurular yapıldığını belirterek, “Artık Anayasa Mahkemesine başvuru yapılabilir” dedi.
Katliama “zaman aşımı” gerekçesi
Yapılan araştırmalara göre Dersim’de, 1938 Dersim Katliamı’nda yaşamını yitirenlere ait 30’a yakın toplu mezar ile 100 katliam noktası olduğu belirtilirken, günümüze kadar ulaşılan toplu mezarların açılması talepleri ise “zaman aşımı” engelline takıldı. İnsan Hakları Derneği (İHD) ve katliamda yaşamını yitirenlerin yakınlarının yeri tespit edilen toplu mezarların açılması ve katledilenlerin kimliklendirilmesi için Dersim Cumhuriyet Başsavcılığına yaptıkları başvurular, “zaman aşımı” gerekçesiyle reddedildi.
Katliam UCM’ye taşındı 
İHD Eski Temsilcisi Av. Barış Yıldırım’ın, Dersim merkeze bağlı Alacık (Roşnek) köyünde bulunan ve 1938 Katliamı’nda yaşamını yitirenlere ait olduğu belirtilen toplu mezarın açılması için 2011 yılında Dersim Cumhuriyet Başsavcılığına yaptığı başvuru  “zaman aşımı” gerekçesiyle reddedildi. Yıldırım’ın geçtiğimiz yıl Laç Deresi’nde bulunan ve katliamda yaşamını yitirenlere ait olduğu belirtilen kemiklerin kültürel pratiklere göre definlerinin sağlanması ve kimliklendirme işleminin yapılması için yaptığı başvuru hakkında da “zaman aşımı” gerekçe gösterilerek takipsizlik kararı verildi.
24 Kasım 2010’da ise Berlin’de yapılan Dersim Konferansı’nda katliamın Uluslararası Ceza Mahkemesine (UCM) taşınması kararı alındı. Avukat Erdal Doğan, Dersim Katliamı’na ilişkin hazırladığı 225 sayfalık dilekçe ile 23 Kasım 2012’de Hollanda’nın Lahey Şehrinde bulunan UCM’ye başvurdu.
AYM yolu açık 
Katliama ait toplu mezarların açılması için yapılan başvurulara ilişkin bilgi veren Av. Reyhan Helin Bulut, günümüze kadar yapılan bireysel başvuruların tamamının reddedildiğini söyledi. Bulut, “Konuyla ilgili UCM’ye yapılan başvurular var. Ancak Türkiye soykırım suçunu tanımıyor. Soykırım suçuyla ilgili yaptırım uygulanabilmesi için Türkiye’nin taraf olması gerekiyor” dedi. Bugüne kadar katliamla ilgili Anayasa Mahkemesine (AYM) yapılan herhangi bir başvurunu olmadığını söyleyen Bulut, konuyla ilgili AYM’ye başvurulabileceğine işaret etti.
Resmi özür dilenmedi 
Resmi tarih anlayışı ve Türkiye, katliam gerçeğini “isyan bastırma” adı altında reddetse de, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 23 Kasım 2011’de, partisinin genişletilmiş il başkanları toplantısında, katliama ait raporları göstererek, “Devlet adına özür dilemek gerekiyorsa; böyle bir literatür varsa ben özür dilerim, diliyorum” sözleri yeni bir tartışmaya yol açtı. Resmi ağızdan dilenen “özür” ilk olma niteliği taşırken, geçen süre zarfında Bakanlar Kurulu kararıyla resmi özür dilenmedi. Dersim adının iadesi konusundaki tartışmalar sürerken, katliamda idam edilen Seyit Rıza ve arkadaşlarının mezar yerlerinin halen açıklanmaması ve toplu mezarların açılması yönündeki talepler de reddedildi.

Friday, May 2, 2014

Delara Darabi was hanged in the morning of 1 May, 2009.

 
Delara Darabi was born in the northern city of Rasht, in the province of Gilan, Iran. Before her arrest she was a high-school student.
Delara was accused, together with her boyfriend, of murdering her father's female cousin and stealing her gold. She was 17 years old when the murder took place. Her boyfriend was 19 years old at the time of the murder and is serving a 10 year prison sentence for the crime. She initially confessed, but later recanted. She claimed her boyfriend persuaded her to confess by convincing her that he would be executed, but she would be spared being a minor.
Iran has decided to prohibit juveniles executions for none-lethal offenses like drug trafficking, but for murder, death sentence remain mandatory even for juveniles and only the victim's family has power to grant clemency.
Darabi was tried by a lower court in Rasht, found guilty and sentenced to death. The sentence was upheld by the Supreme Court. She maintained her innocence, and claimed that she was under the influence of sedatives during the burglary. However, she was convicted for murder and theft and was executed after five years imprisonment.
While on death row, Darabi, having developed a love of painting at an early age, completed several works that depicted her incarceration. A collection of her art was displayed at an exhibition in Tehran by supporters campaigning her release.

Darabi was hanged in the morning of 1 May, 2009.
It was 7am when Delara Darabi phoned home. "Oh mother, I see the hangman's noose in front of me," she garbled. "They are going to execute me. Please save me." Moments later a prison official snatched the handset away. "We will easily execute your daughter and there's nothing you can do about it," he barked at the parents. Then, with a chilling click, the line went dead.
The desperate couple rushed to the Central Prison in Rasht, Iran, wailing at the guards to let them see their 22-year-old daughter. As they prostrated themselves, an ambulance emerged. Most probably carrying a dead Delara with her neck severely marked by the cheap nylon noose.
"They took Delara to the gallows with nobody around her," one of her lawyers said in a letter distributed to human rights groups. "They put the rope on her delicate neck. I do not know who the cruel person was to pull the chair from under her feet."



Thursday, May 1, 2014

Ölüm iğnesiyle 40 dakika can çekişti, tartışamalar sürüyor

Ölüm iğnesiyle 40 dakika can çekişti, tartışamalar sürüyor
ABD'de yeni bir ilaç kullanılarak idam edilmek istenen mahkûm, işkence gibi geçen dakikaların ardından kalp krizinden öldü.
AABD'de 19 yaşındaki bir kızı diri diri gömdüğü için idama çarptırılan 38 yaşındaki Clayton Lockett, üç ilaçtan oluşan karışımın enjekte edilmesinden 10 dakika sonra bilincini kaybetti. Ancak üç dakika sonra Lockett, acı içinde kıvranmaya, dişlerini kenetlemeye ve kafasını şiddetle sallamaya başladı. İnfazı izlemek için salonda bulunanların yaşananları görmemesi için perdeler kapatıldı. Kalp krizinden öldüğü açıklanan Lockett'in avukatı David Autry, “Tanık olduğumuz şey, dehşet vericiydi. Yetkililer, kesinlikle beceriksizce davrandılar” dedi. Cezaevi yetkilileri, Lockett'e önce 100 miligram sakinleştirici midazolam, sonra felç eden bir ilaç, son olarak da kalbin durmasına neden olan potasyum klorür enjekte edildiğini söyledi. Lockett'in infazının, ABD'de idam cezalarında kullanılan ilaçlar ile ilgili tartışmaları yeniden alevlendirmesi bekleniyor.

ABD'de Oklahoma Eyalet Hapishanesinde, bir idamın infazında ilk defa denenen ilaç karışımının, mahkumun 43 dakika çırpınarak ölmesine yol açmasının yankıları devam ediyor. Üç ilaç karışımının denendiği  Clayton Lockett adlı 38 yaşındaki idam mahkumun, infazdan önce kalp krizi geçirerek hayatını kaybetmesi üzerine otopsi yapılmasına karar verildi.Eyaletin Cumhuriyetçi Partili Valisi Mary Fallin, olayın ardından eyaletteki idam prosedürünü inceleteceği sözünü vermesine rağmen, eyaletteki infaz standartları yüzünden eleştirilerin odağında yer almaktan kurtulamadı.Bu arada Vali Mary Fallin, 1997'de sevgilisinin 11 aylık kızına tecavüz ettikten sonra öldüren ve Lockett ile aynı gün idam edilecek Charles Warner'ın cezasının infazını 13 Mayıs'a erteledi.Avrupalı ilaç şirketlerinin, ABD'deki cezaevlerine, infazlarda kullandıkları ilaç satmayı reddetmesiyle Oklahoma'da ilk defa 3 ilaçtan oluşan yeni bir karışım Lockett'in infazında denemişti.

Beyaz Saray'ın açıklaması

Başkan Obama'nın sözcüsü Jay Carney de bugünkü basın toplantısında yaptığı açıklamada, başarısız infazın ''insani standartların eksikliği''nden kaynaklandığını ifade etti.
Carney, Başkan Barack Obama'nın, bazı iğrenç suçların ölüm cezası gerektirdiğine inandığını ifade ettiğini belirterek ''Ancak aynı zamanda bir idam cezası haklı olsa bile bunun insanca yapılması gibi ABD'de bir temel standart var ve en son  olayda herkesin bu standarda uyulmadığını kabul ettiğini düşünüyorum'' dedi.
Amerikan Sivil Özgürlükler Birliğinin  Oklamoha'daki şubesi de 38 yaşındaki idam mahkumu Clayton Lockett'un infazdan 43 dakika önce kalp krizi geçirip hayatını kaybetmesinin ardından, eyaletteki idam mahkumların infazının ertelenmesi çağrısında bulundu.
İdam mahkumu Lockett, 1999 yılında iki arkadaşı ile hırsızlık için girdiği evde 19 yaşındaki Stephanie Neiman'ı tüfekle yaraladıktan sonra canlı canlı gömmüştü.