Monday, March 31, 2014

Tek Kişilik Örgüt Olmaz! Sarp Kuray Özgür Bırakılsın!..

68 Kuşağının önderlerinden Sarp Kuray, 16 Haziran örgütünün kurucusu olduğu iddiasıyla yargılandığı İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesinde, AİHM’in adil yargılama yapılmadığı hükmünün ardından yeniden görülen davada yine müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

Yargıtay’ın 4 kez bozduğu 20 yıllık davada, AİHM’nin adil yargılama olmadığı kararı üzerine yapılan yeniden yargılamanın son duruşmasında karar çıktı. İlk yargılamada beraat ederek ardından 12 yıl hapis cezasına çarptırılan, son yargılamada da müebbet hapis cezasına çarptırılan Kuray, aynı mahkemede 6. kez yapılan yargılamada anayasal düzeni değiştirmeye teşebbüs ve örgüt yöneticiliği suçlarından yeniden müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

AİHM HÜKMÜNE RAĞMEN CEZA DEĞİŞMEDİ
 

İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesinde yapılan karar duruşmasında tutuklu Sarp Kuray, avukatları, arkadaşları ve ailesi hazır bulundu. İstanbul 9. Ağır Ceza Mahkemesinde 20 yıl önce açılan dava 4 kez Yargıtay tarafından bozuldu. Yargıtay beraat eden Kuray için en yüksek cezanın, yani ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının verilmesini istemişti. Mahkeme, bozma kararlarının ardından yapılan 5. yargılamada müebbet hapis cezası vermişti. Sarp Kuray'ın başvurusu üzerine AİHM, sanığın adil yargılanmadığını tespit ederek Türkiye'yi tazminat cezasına çarptırmış ve yeniden yargılama yapılmasına karar vermişti. 13 yıllık sürgün hayatının ardından kendi isteğiyle Türkiye’ye gelerek teslim olan Kuray, 2 Şubat 2009’da cezaevine konulmuştu.

SAVUNMANIN TANIK TALEPLERİ DİKKATE ALINMADI

Duruşmada ilk sözü avukat Saygın Bedri Gider aldı. Polis Akademisi’nde öğretim üyesi olan Önder Aytaç’ın Taraf gazetesinde Hanefi Avcı’ya yönelik yazdığı yazıyı hatırlatan Gider, Aytaç’ın “Sarp Kuray’ı içeri tıktırıp artanlarına kurdurduğun örgütü şimdi değilse ne zaman anlatacaksın” diye sorduğunu söyledi. Bu kadar vahim bir iddia karşısında hiçbir yetkiliden çıt çıkmadığının altını çizen Gider, dava kapsamında Aytaç’ın ve Avcı’nın tanık olarak dinlenmesini talep etti.

Birkaç hafta önce Sabah gazetesinde istihbarat muhabirlerinin yaptığı haberi hatırlatan Gider, “18 yıldır kırmızı bültenle aranan ve hem bu davanın sanığı olan hem de Devrimci Karargah örgütünün kurucusu olduğu belirtilen Serdar Kaya’ya haberciler Almanya’nın Nürnberg kentinde kolayca ulaşabilirken, nedense MİT ve Emniyet istihbarat kurumları ulaşamıyor, ya da daha doğrusu ulaşmak istemiyor” dedi. Bu nedenle söz konusu gazetecilerin de tanık olarak dinlenmesini talep eden Gider, “yansıttıkları kadar yansıtmadıkları yönler de olduğu inancındayız” dedi.

Basında Devrimci Karargah’ın finansörü olarak gösterilen Hakan Etyemez’in bu davanın da sanığı olduğunu belirten Gider, üstelik bu kişinin polise verdiği ifadelerde Sarp Kuray’ı Bekaa’da gördüğünü ve ondan talimat aldığını söylemesine rağmen, eşgalini bile tanımlayamadığını ifade etti.

Sarp Kuray’ın diğer avukatı Altan Görkem Gürcan ise, müvekkili hakkındaki 1993 tarihli iddianameye, AİHM’in adil yargılama olmadığını saptadığı hükmünden sonra başka hiçbir delil eklenmediğini belirterek, “Yaklaşık 20 yıldır talep ettiğimiz hiçbir delilimiz toplanmamıştır, elimizdeki davada müvekkille birlikte toplam 10 kişi 765 sayılı TCK’nın 146. Maddesinde düzenlenen anayasal düzeni yıkmaya ve değiştirmeye yönelik örgütsel faaliyette bulunmak suçuyla suçlanmaktadır, kanaatimizce bu sayıda bir grup anayasayı ya da anayasal düzeni değiştiremez, eğer adalet sistemi varsa bu dosyadan müvekkilin beraat etmesi gerektiği kanaatindeyiz” dedi.

YİĞİTLİK YANLIŞA KARŞI ÇIKMAKTIR

Son savunmasını yapan Sarp Kuray ise, davanın baştan beri şaibeli olduğunu savunarak, "Çok genç yaşımdan itibaren inandığım yolda düşe kalka ilerliyorum. İşkenceleri de sürgünleri de tattım. Hiç pişman olmadım. Yiğitlik, bedeli ne olursa olsun yanlışa karşı çıkmaktır. Devletin gücünden değil fitnesinden korkarım. Ömrümün 50 yılı devrim mücadelesiyle geçmiştir. Bir kişinin üzerinden bir takım operasyonlar yapılıyor" dedi. Kuray, "İnandığım ilkeler içinde kendi paçamı kurtarmak için yalana dolana başvurmak, adam kandırmak ve sahte davranışlara yer yoktur. 1993'te ülkeme döndüğümde gazetecilerin sorduğu soruya ‘Ödenecek bedel varsa öderim’ demiştim. O günden bugüne söylediklerime bağlı kaldım" diye sözlerine devam etti.

İddianamede iki örgütün birbirine karıştırıldığını belirten Kuray, 16 Haziran değil Partizan Yolu isimli örgütle 12 Eylülcülere karşı mücadele ettiklerini ifade etti. Ankara’da yargılanan Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya için ‘insan müsveddeleri’ ifadesini kullanan Kuray, “Onlar şimdi anayasal düzeni değiştirmek suçlamasıyla yargı karşısındalar. Biz de bunların sistemine karşı mücadele ettik. 12 Eylül’cülere karşı direnişimiz meşruydu. Amerikancı çeteye karşı varlığımızı koruma mücadelesiydi bu” dedi.

12 EYLÜL DARBESİNE DİRENMEK HAKTIR


Cezasını kendi vicdanında bitirdiğini ifade eden Kuray, "Bundan sonrası şekli hapistir benim için. Ben Hikmet Kıvılcımlı'nın öğrencisiyim. Bu tamamen 12 Eylül darbesine karşı çıkış meselesidir. 12 Eylül faşist darbesine direnmeyi hak olarak görüyorum. Bugün geriye baktığımda keşke elimden daha fazlası gelseydi diyorum. Bizim mücadelemiz rejimi değiştirme çabası değil, ayakta kalma çabasıydı. Bu rejime karşı çıkmaktan ceza almak onurdur. 700 bin kişilik ordu, 300 bin polis ve 600 bin milis kuvvete karşı 10 kişiyle rejim değişmez" dedi. Yakın ve uzak tarihimizde sahnelenen katliamların, acıların hala kanayan yaralar olduğunu belirten Kuray, “Cezaevinde geçirdiğim 5 yıl boyunca benden çok daha kötü durumda olan insanları gördüm. Sevk edildiğim hastanelerde, ayakları kesik, parmakları kesik ve kanser hastası birçok tutsak gördüm. Onlara nasıl da otomatik cezalar verildiğini gördüm. Bu tablo karşısında ben kendimi mağdur saymaktan utanç duyarım” dedi. Türkiye’de kim iktidara gelirse gelsin, kendi saltanatını kurduğunu ifade eden Kuray, “Avukatların, gazetecilerin, direnen gençlerin, düşünen herkesin hapse atıldığını, en son Gezi olaylarında görüldüğü gibi direnişe geçen gençlerin öldürüldüklerini, sakat bırakıldıklarını” söyledi ve Kürt sorununda ise yine küçük hesaplar uğruna olmamışa çevrilen, heba edilen çözüm süreciyle bu işin içinden çıkılamayacağını vurguladı.

Davanın her defasında artan hapis cezalarıyla yerel mahkemelerle yargıtay arasında pinpon topu gibi gidip geldiğini anlatan Kuray, "Bu davayla ilgili cezaevlerinde benden başka yatan kimse yoktur. 2 kaçak, 1 örgüt, bir de ben. Böyle komedi olmaz" dedi.

Zeynep KURAY

Saturday, March 29, 2014

Mehmet Ezer: Panzerden atıp TOMA ile saldırdılar

Polisin attığı gaz bombası kapsülüyle yaralanan 10 yaşındaki Mehmet Ezer, yoğun bakım servisinden normal servise alındı. Mehmet amcasına şunları anlattı: “Polis önce beni panzere aldı, ardından iterek panzerden attı. Ben koşmaya başladım, başıma bir şey isabet etti, yere düştüm, tekrar koştum, TOMA ile su sıktılar, sonrasını hatırlamıyorum.”
mehmetezer
Fotoğraf: @Faruk_Ayyildiz
Diyarbakır’ın Silvan ilçesinde BDP’in 25 Mart’ta düzenlediği mitingden sonra polisin attığı gaz bombası kapsülünün başına isabet etmesiyle yaralanan ve 4 gündür Dicle Üniversitesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde yoğun bakım servisinde tutulan 10 yaşındaki Mehmet Ezer, bugün (28 Mart) sabah saatlerinde normal servise alındı.
DİHA’nın haberine göre, Mehmet yaşadıklarını amcası Fikri Ezer’e anlattı. Yeğeninin ilk güne nazaran olumlu gelişme gösterdiğini söyleyen Fikri Ezer, “Dün bir filmi çektirildi. Filmde damarların birinde kan pıhtılaşması tespit edildi. Doktorlar, bu pıhtılaşmayı ilaç tedavisiyle gidermeye çalışıyorlar. Biz Mehmet’in bu halkın umudu olarak halka dönmesini istiyoruz” dedi.
“Panzerden dışarı atıp TOMA ile saldırdılar”
Mehmet Ezer’in, yaşadıklarını amcasına şu sözlerle anlattığı öğrenildi: “Mitingden bir saat sonra polisler beni panzere aldı, bana tokat attılar, daha sonra iterek panzerden dışarı attılar. Orada koşarken başıma isabet eden bir cisimden dolayı yere düştüm, tekrar kalkıp koşmaya başladım. Arkadaşlarım beni almaya çalıştı, ancak bu sefer de polis TOMA’yla üzerimize su sıktı, yaklaşık 15 metre suyun etkisiyle yerde sürüklendim. Ondan sonrasını hatırlamıyorum.”
Yeğeninin yüzündeki yaraların sürüklenmeden kaynaklı oluşmuş olabileceğini ifade eden Ezer, hükümeti olay hakkında üzerine düşen görevi üstlenmeye çağırdı. Amca Ezer, dünden beri Silvan’a olayı araştırmak için 2 müfettişin geldiğini söyleyerek, “Biz müfettişlerin olayı araştırırken, olayı bizden ve çocuktan, yani birinci ağzından dinlemesini istiyoruz” diye konuştu.
‘Devlet o polisleri ortaya çıkartsın’
Amca Ezer, sabah saatlerinde Yenişehir ilçesinin Sosyal Güvenlik Kurumu’ndan 2 yetkilinin gelerek kendilerine maddi ve manevi destek teklif ettiklerini belirtti. Ezer destek teklifi hakkında şunları söyledi:”Sosyal devlette yurttaş istemez, devlet verir. Bu şekilde aileyi avuç açmaya zorluyorlar. Biz açlıktan ölsek de başı dik yaşam istiyoruz. Devletten tek isteğimiz var; o polisleri ortaya çıkartsın.”
Sendika.Org/ANF

Friday, March 28, 2014

Fatih Altaylı: Tacizde Bulunmazsam Namerdim



Gazeteci Fatih Altaylının Radyo Ddeki Bab-ı Ali programında Eren Keskin ile ilgili sözleri kayıtlardan aktarıldı:Herhalde, bana niye cinsel tacizde bulunmuyorsunuz demek istiyor, manyak mıdır nedir? Keskin ve kadınlar tazminat davası açıyor.
Fatih Altaylı'nın İnsan Hakları Derneği (İHD) Şube Başkanı Avukat Eren Keskin'e yönelik "Keskin'i ilk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim" sözleri basın toplantısında radyo programının bant kayıtlarından dinletildi.
Programı dinleyen bir kadının bildirimi üzerine daha önce Altaylı'yı kınayan, ancak kayıtları dinlemeden suç duyurusunda bulunmayacaklarını söyleyen Keskin toplantıda, "Altaylı programında sadece kendi kimliğiyle değil, hem erkek egemen zihniyetin, hem de militarist sistemin sözcüsü olarak konuşmuştur" dedi.
Keskin'in avukatı Fatma Karakaş, "eleştiri boyutunu aşan" Altaylı'nın sözlerini Basın Konseyi'ne bildirmeyi, Cumhuriyet Savcılığı'na suç duyurusunda bulunmayı, Altaylı hakkında ve bu yayına izin veren radyo şirketi hakkında da bir tazminat davası açmayı düşündüklerini belirtti.
Altaylı: Manyak mıdır, nedir?

Hürriyet Gazetesi köşe yazarı Fatih Altaylı, haftanın beş günü Radyo D'de sabahları 8:15 - 9:30 arası Babı-Ali Yokuşu adıyla günün gazete haberlerini okuyarak, yorumlar yapıyor.
Altaylı'nın 18 Mart 2002 günkü Bab-ı Ali Yokuşu programında, Hürriyet gazetesinde "Avukat Eren Keskin'den çirkin iftira" başlığıyla yer alan haber üzerine yaptığı konuşma şöyle:
* Aslında bu kadınları hiç ciddiye almamak lazım. Almanya'nın Köln kentinde bir toplantıda konuşan İHD İstanbul Şube Başkanı avukat Eren Keskin, Türkiye'de askerler kadınlara cinsel taciz uyguluyor, sadece işkence olsun diye evli kadınlara bile bekaret testi yaptırıyor diye iftiralarda bulunmuş.
* Ben bu Eren Keskin'i ilk gördüğüm yerde cinsel tacizde bulunmazsam namerdim. Ya olacak şey değil ya. Yani Türkiye'yle ilgili gerçekleri söylesen. Türkiye'de yeteri kadar sorun var zaten, abartmanın ne alemi var. Palavranın ne alemi var. Herhalde şunu demek istiyor, Eren Keskin bana niye cinsel tacizde bulunmuyorsunuz demek istiyor, manyak mıdır nedir?
Gözcü haberi yorumu: Keskin'in taciz alacağı var
18 Mart 2002 tarihli Gözcü gazetesinde "Askerler Taciz Ediyor İddiası" başlığı ve "Eren Keskin'den çirkin suçlama" alt başlığıyla yayımlanan haberi aynı programında okuyan ve yorumlayan Altaylı'nın kayıtlardaki konuşması şöyle:
* Eren Keskin biliyorsunuz avukat. Fransızların bu tip insanlara ilişkin çok güzel bir lafı vardır ama kullanmak çok istemem... Mal (*) bilmem ne derler ona, söylemeyeyim.. Onlar böyle saldıracak yer ararlar, bu tipler. Eren Keskin de galiba öyle.
* Kadın hakları konulu bir toplantıda konuşan İHD İstanbul Şube Başkanı Eren Keskin, "askerler kadınlara cinsel taciz uyguluyor" diye iftira atmış. Keskin'e tepki gösteren Prof. Necla Arat ise bazı izleyiciler tarafından yuhalanmış. Eren Keskin geldiğinde bir taciz alacağı var diye düşünüyorum ona. Etmiyorduk ama edelim demek lazım hakikaten. Belki de istediği kendisinin de o."
Keskin: Bu kadarına inanmak istemedim
İHD İstanbul Şubesi'ndeki toplantıya, Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) Kadın Kolları, Dicle Kadın Kültür Merkezi, Özgür Kadının Sesi, Emekçi Kadınlar Birliği, Kadının İnsan Hakları Projesi, Barış Anneleri, Kadın Tavrını Geliştirme İnisiyatifi (KATAGİ), Mezopotamya Kültür Merkezi, Yedinci Gündem Gazetesi Kadın Çalışanları ve Feminist Kadın Çevresi'nden kalabalık bir kadın topluluğu katıldı.
Radyo programının kayıtlarının dinletilmesi öncesi Keskin şu açıklamayı yaptı:
* 16 Mart 2002'de Almanya'da katıldığım toplantıda söylediklerim Hürriyet ve Gözcü gazetelerinde çarpıtılarak haberlerde kullanıldı.
* Toplantıda kadınların devlet kaynaklı cinsel şiddet ve tecavüze maruz kaldığını söyledim.
* Altaylı'nın programda buna benzer sözler söylediğini arkadaşlardan öğrenmiştik. Yine de bu kadarını söylemiş olabileceğine inanmak istemedim.
* Suç duyurusundan da öte esas önemli olan, devlet kaynaklı cinsel şiddete ve işkenceye uğrayan kadınlarla ilgili yaptığımız çalışmanın ne kadar haklı olduğunun göstergesidir.
* Tüm medya kuruşlarına duyuru yapmamıza rağmen çok az medya mensubunun toplantıya katılması, Türkiye'de medyanın taciz ve tecavüzcüleri içinde barındırmaktan hoşnut olduğunu gösteriyor.
Kadın grupları da suç duyurusu yapacak
Kayıtların ardından, Fatih Altaylı'nın ifadelerini "tüm kadınlara ve kadın kimliğine yöneltilmiş bir hakaret" olarak değerlendiren kadın kuruluşları temsilcileri, bu nedenle kendilerinin de suç duyurusunda bulunacaklarını açıkladı.
Emekçi Kadınlar Birliği'nden (EKB) Hülya İmak da, Altaylı'nın geçen yıl Kanal D televizyonunda "Teke Tek" programında "gözaltında tecavüz"ü işlediğini hatırlatarak şunları söyledi:
"Gözaltında tecavüze uğrayan Nazlı Top programa çıkmıştı. Nazlı Top programda tecavüzü ayrıntılı bir biçimde anlatmıştı. Altaylı da hiçbir yorum yapmaksızın dinlemişti. Esasında bugün düşündüğümüzde o programa gitmemeliymişiz. Çünkü, hangi duygularla Nazlı'yı dinlediğini anlamış olduk." (ÖG/NM)
* "Mal" sözcüğü Fransızca'da "kötü", fena", "vahim", "yakışıksız" anlamına geliyor. Ancak, kadını ima eden, önüne ya da sonuna gelen kelimelerle "kadınları aşağılama", "açıkça hakaret etme", "aksi", "lanet" anlamına geliyor. En çok kullanılan şekli, "mal baiseé" ise "kötü düzülmüş" anlamına geliyor. Olumsuzlamak için kullanılan bu sözcük, "kötü beslenmiş", "yeterli zekası olmayan" anlamında da kullanılıyor.

Tuesday, March 25, 2014

Ortadoğu’nun kimsesizleri, çingeneler, zor durumda!


Ortadoğu'nun neredeyse her ülkesinde yaşayan Çingeneler, son yıllarda yaşanan iç savaşlar ve çatışmalar nedeniyle çok zor günler yaşıyor. Bu kadim halkın Ortadoğu'da ki savaş ve iç-savaşlarda yaşananları, toplumsal hafızlarında yer edinmiş bu zor zamanları, onlardan dinlemek için, ne zamandır, Suriye sınırında ki kentlerde izlerini sürüyorum. Sınırı geçebilenler sığındıkları kentlerin yanı başına derme çatma çadırlarda ve harabelerde yaşamaya çalışıyorlar. Evet, Ortadoğu'nun kimsesizleri, Çingenler, zor durumdalar. Özellikle son yüz yıldır dünyada yaşanan savaş ve iç savaşlarda yaşadıkları hep göz ardı edildi, bu halkın. Seslerini duyuracakları araçlardan yoksundular. Nazi kamplarında yaşadıkları kitlesel ölümleri, uzun süre, ağıtlarla taşıdılar  genç kuşaklara. Sonra doksanlı yıllarda, doğu blokunun çözülüşüyle birlikte kan gölüne döndü "Orta ve Doğu Avrupa" yaşanan iç savaşlarda binlercesi ırkçı fanatik tarafından  katledildiler, yüz binlercesi evlerini ve yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar. Daha on yıl önce, Amerika'nın Irak'ı işgalinden sonra, işkence haneleriyle ünlü Ebu Ghraib mahallesi yakınlarında ünlü bir Çingene (Gajar) mahallesi vardı. Bağdat'ta yaşayan Çingene kökenli "Gajar" topluluğunun başına gelenler, bu toplulukların savaşlarda ve iç-savaşlarda yaşadıklarının küçük bir örneğiydi. Saddam döneminde yaklaşık 50 bin nüfusuyla, kendi dilleriyle düğün ve eğlencelerde müzik ve dans ederek yaşamaya çalışıyorlardı. Amerikan işgali ve rejimin yıkılmasıyla birlikte, rejim yandaşlarının, etnik ve dinsel azınlıkların evleri ve işyerleri, dini mekanları tahrip edildi. Bu talanda Gajarlar da nasiplerini aldı. Gajarların yaşadıkları mahalleler tamamen talan edilip, evleri yakıldı, kadın çocuk demeden şiddete maruz kaldılar ve bu insanlar evlerinden göç etmek zorunda kaldılar. Kadınlara cinsel şiddet de dahil olmak üzere her türlü şiddet uygulandı. Çingenler işgalden sonraki çatışmalı süreçte, Irak genelinde Şii militanlar ve El-Kaide gibi radikal gruplar tarafından çok sayıda vahşi saldırıya maruz kaldılar. Bu saldırılar sonucunda binlerce kadın, çocuk ve erkek hayatını kaybetti. Irak yönetimi bu saldırılara sessiz kaldı. Bu tür saldırılar o denli vahşileşiyordu ki; Arap geleneklerine göre kılıç kullanılarak bir insanı ensesinden kesip öldürmek, kurbanın değersiz ve aşağı sosyal gruplarda olduğu anlamına gelir, nefret ve vahşice ölümü ima eden bu yöntemle pek çok Çingene katledildi. Bu gün Irakta her Çingene ailesinden bir yada bir kaç kişi bu fanatik gruplar tarafından katledilmiştir. Bu katliamlara Irak hükümetinin göz yuması sonucu binlerce Çingene aile yaşadıkları köyleri ve kentleri terk edip büyük şehirlere kalabalıklar arasına sığındı. Dilencilik, hırsızlık, fuhuş gibi yasal olmayan işlerle uğraşmak zorunda bırakıldılar. Büyük bir bölümü de gittikleri her yerde, bu topluluklara uygulanan ayrımcılık yüzünden, yeniden göçebe hayata geçmek zorunda kaldı. Pek çok grup da ülke dışına sürüldü. Yeni rejimin muktedirleri "bir İslam ülkesinde alkol satıcılarına ve fahişelere yer yoktur" diyordu. Bu şiddete maruz kalan bir Çingene "İşgalden sonra, şimdi Iraklılar Müslüman olduklarının farkına vardı, benim burada yaşamam zor hale geldi" diyordu. Bu gün, radikal Şii grupların liderleri sık sık Çingeneleri ahlaka uygun davranmaları ve İslami yaşam koşullarını yerine getirmeleri için uyarıyor. Kızlarının çıplak dolaştığını, dans ettiklerini, alkol ve uyuşturucu satıp kullandıklarını söyleyerek toplumu Çingenlere karşı kışkırtıyorlar.
Mısır'da ise yaklaşık iki buçuk milyon Çingene bulunmasına rağmen, bunların büyük çoğunluğunun doğum kayıtları, kimlik kartları resmi olarak bulunmuyor. Kahire ve İskenderiye gibi pek çok şehirde nüfusları yüzbinleri bulan Dom (Çingene) grupları yaşamaktadır. Sosyal olarak izole edilen Çingene grupları Mısır'ın yoksul bölgelerinde yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Nil vadisinde, kirli su kanallarının çevresinde son derece kötü evlerde yaşamaktalar. Daha çok metal işçiliği, dansçılık, falcılık gibi gündelik işlerde çalışmaktalar
2011 yılında Mübarek'in devrilmesinden sonar, Nil kıyısında ki pek çok Çingene devrime büyük umutlar bağlamıştı ama kısa zamanda "gelenin gideni arattığı" güçlenen İslamcıların etnik ve dinsel azınlıkları kendilerine eşit görmeyecekleri ortaya çıktı. Yaşanan son darbeyle de geleceğe dair belirsizlik artı. Son günlerde, özellikle, Sina ve İskenderiye de Dom gruplarına saldırı haberleri gelmekte.
Mart 2011'de Suriye'de başlayan ve üçüncü yılına giren savaş sonucunda her etnik gruptan milyonlarca insan yaşadıkları yerlerden ayrılmak zorunda kaldı. Bir kısmı çatışmaların daha az olduğu, nispeten güvenli kentlere göç etti, bir milyonu aşkın Suriyeli de ülkelerini terk edip, komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldı. Suriye'nin nerdeyse her yerine dağılan, Dom, Dummi, Nawar, Kurbet, Zott gibi adlarla anılan, yerleşik ve yarı göçebe beş yüz binin üzerinde Çingene yaşıyordu, bugün Suriye'den ülkemize sığınan Çingenelerin verdikleri bilgilere göre; üç yıldır süren savaş ve çatışmalı durum nedeniyle, Çingenelerin rejim ve muhalifler arasında ki çatışmalarda tarafsız kalmalarından dolayı, hem rejim hem de muhalifler tarafından göçe zorlanmakta, evleri ve malları yıkılıp yağmalanmaktadır. Halep'e yapılan hava saldırıları sonucu Çingenlerin yoğunluklu yaşadığı Haydariye, Eşrefiye gibi mahallerde pek çok ölüm olmuş, bu gün bu mahalleler tamamen boşalmış durumdadır. Buradan göç edip gelen onlarca aile Birecik'te Fırat'ın kenarında çadırlarını kurmuşlar ve burada yaşamaya çalışmaktadırlar. İçlerinde yaşlı olan "ne zaman savaş olsa bize gelip dokunuyor, biz Domları kimse istemiyor. Irak'ta Lübnan'da şimdide Suriye'de il bize düşman oluyorlar. Siz namussuzsunuz, Hırsızsınız, içki içip davul çalıyorsunuz diyorlar, oysa asıl hırsız onlar bizim her şeyimizi çaldılar. Esat da evlerimizi bombaladı. Şimdi çoluk çocuk aç, Fırat'ın suyuna muhtacız, diyor. Özellikle son dönemde güçlenen El Kaideyle ilişkili gruplar denetimlerinde ki bölgelerde Çingenelere karşı da şiddet kullanmaya başlamış "yeterince Müslüman" olmadıkları gerekçesiyle evlerine el koyup, ölümlere varan şiddet uygulamaktadır. Çatışmaları mezhepsel ve dinsel saiklar üzerinden yürüten bu gruplar farklı inançlardaki topluluklara şiddet uygulamayı gün geçtikçe artırmaktadır. Özellikle Alevi ? Bektaşi inanca sahip Çingene toplulukları radikal İslamcıların baskılarından dolayı Halep, Hama, Homs gibi kentlerde  yaşadıkları evleri bırakıp ya rejim denetiminde ki bölgelere yada  çevre ülkelere sığınıp göçebe olarak yaşamak zorunda kalmaktadırlar. İslâhiye'de rastladığım bir grup Alevi olduklarını söyleyip Hacı Bektaş törenlerine katılmak için yola çıkıyorlardı. Ali ile çadırı sökerken ayak üstü konuştum; "Bizim için yaşama şansı kalmadı oralarda, eskiden kimin Alevi kimin Sünni olduğuna kimse aldırmazdı şimdi kan girdi araya, her kes birbirinin malına mülküne el koyuyor. Göçeriz diye bizi zaten sevmiyorlardı, şimdi bir de  Alevi olduğumuz için kaçıyoruz, diyor. Hava saldırıları sonucunda ölümler ve ağır yaralanmalar olduğunu, Cihatçıların hırsızlık yaptığı gerekçesiyle, bir çocuğun ellini kestiğini, şiddetli çatışmalar, sağlık ve besin yetersizliği nedeniyle, son günlerde, çevre ülkelere hızla göç etmeye başladıklarını. Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak'a her gün yüzlerce Çingenenin sığındığını söylüyor. Ali son olarak da; "zaten yuvasız kuşlardık, şimdi yine yollara düştük, diyor.
Suriye'den ülkemize sığınan Çingene sayısına net veriler olmamakla birlikte sadece, Urfa'da on binin üzerinde Suriyeli sığınmacı Çingene'nin olduğu resmi toplantılarda dile getiriliyor. Suriye ve Ortadoğu'da ki Çingenleri asırlık Fatma nineyle konuşuyoruz. Antep'te ağırlıklı olarak Çingenelerin yaşadığı Şirinevler mahallesine yakın boş bir araziye çadır kurmuşlar. Çocukları, torunları ve akrabalarıyla yaklaşık 50 kişiler. Fatma nine yaklaşık bir asırlık ömrünü Ortadoğu'nun çeşitli ülkelerinde göçer olarak geçirmiş. "Kışları Halep'te diğer mevsimleri ise Türkiye, Suriye, Irak ve Lübnan'da konar göçerdik, her yerde akrabalarımız var. Bakmayın şimdi sınırlar, jandarmalar var. Eskiden bir birimizin düğünlerine bile gelirdik, diyor. Zaten küçük erkek kardeşi Urfa'da yaşıyormuş. "Gençken buralara, buğday zamanı, çok gelirdik o zamanlar sınırda tel, mayın yoktu, diyor. Sonra tel çekilince, kimimiz burada kaldık, kimimiz başka yerlerde, daha az geldik ama kız alıp verdik. Büyüklerimiz hep gelip gitti, diye ekliyor. Peki ya savaş, diyorum. Savaş hep vardı, kendimi bildim bileli. Savaş vardı çünkü bizim kabiledekiler savaş yüzünden hep oraya buraya savruldular. Biz fakir milletiz. Yarı aç yarı tok yaşarız. Lübnan'da savaş yüzünden bir kısım akrabalarımız ta ötelere gitti, kimi Kudüs'te kadar ulaştı,  kimi kayıp oldu. Irakta bir bacım vardı, Saddam'ın  savaşından kaçtı, çocuklarını öldürdüler, Halep'e geldi. Evlerimizi bombaladılar teröristler var diye. Şimdi nerde bilmiyorum, çocuklar Urfa'da diyor ve sesi titriyor.
Fatma ninenin oğlu Mehmet, "biz ekmeğimizin derdindeyiz, hurda toplayıp satardık Halep'te, savaş çıkınca, bizim mahallelerimize muhalifler geldiler. Evlerimize girip, arabalarımıza el koydular. Bize buradan gidin diyorlardı. Bizi hor görüyor, siz dinsizsiniz diyorlardı, sonra çatışmalar başladı, kardeşimin bacağı koptu, diyor. Yirmili yaşlardaki kardeşini gösteriyor, dizinin üzerinde kopmuş bacağıyla çadırda yatıyor.
Antep'de zamanın yıkıcı etkisine direnen, kadim kentin Ermeni evlerinin harabelerine sığınmış pek çok aile. Kapısız ve penceresiz evde on iki aile yaşıyor. Halep'in Eşrefiye mahallesinden buralara sığınmışlar. Kentin merkezinde ulu bir mabettin, karşısında bu dar sokakta ki harabelerin içinde, çocukların çöplerde topladığı  çöp yığınlarının içerisinde yaşamaya çalışıyor. Genç kadınlar ve bebekler dışında neredeyse her kes çöp topluyor. Satılabilenler satılıyor, geri kalanlar sobada yakılıyor. Eski taş evlerin çamları kapıları naylonlarla kapatılmış, su yakındaki camiden alınıyor, elektrik yok, mutfakta kap kacak yok, küçük tüpler boş. Küçük çocuklar sokakta yakılan ateşin başına ısınmaya çalışıyor. Kırkını çıkarmamış bebek paçavralara sarılmış, sobasız bir odada annesinin kucağında yaşama sıkı sıkıya sarılmış. Babası; "Benim mesleğim terzi, ben terziyim, ama iş yok sokakta çöplerde kağıt, lastik topluyorum, iş olsa bir göz ev tutar bebeğime süt, mama alırım." diyor.
 
Sonuç olarak; Çingenler yüzyıllardır birlikte yaşadıkları halklar, etnik ve dinsel gruplar, arasında çıkan  "iç savaşların" kurbanları oldular. Ortadoğu'da halk ayaklanmaları sonucu yeniden şekillenen ülkelerde ki yeni yönetimler ve siyasal yapılar Çingenler dahil olmak üzere dinsel ve etnik azınlıklarla ilgili gelecekte ne düşünmektedirler? sorusu ortada durmaktadır. Kurulacak olan "yeni düzen" bu insanların "barış ve eşitlik" içinde insanca yaşama hakkı teminat altına alınmadığı sürece Ortadoğu'nun çok kültürlü yapısı hızla deforme olacaktır.

Sunday, March 23, 2014

Ölü çocuklar ve kemikler

Yıldırım TÜRKER
Çocuklarını, gençlerini bir bir yiyen Cumhuriyet, kim bilir kaçıncı sarsıntısını yaşıyor. Bu depremden hangimizin sağ çıkacağı henüz belli değil. Kirli tapelerden sinsi mezarcıların sesleriyle tanışıyoruz bir süredir. Fütursuzca canımızı, ekmeğimizi paylaşırken kimi aceleye getirilmiş televizyon dizilerinin kötü adamları gibi kaba saba, imlasız bir dille vatan diyegeldiklerinin ne menem bir cehennem olduğunu anlatıyorlar. Nefret kusan, küfürlü bir dille.
Demokratlığı külfetsiz bir meslek olarak benimsemiş olanlar, devlet çöktü diye dizlerini dövüyor. Çalışmayan, kilitlenmiş, kendi içinde birbiriyle hesaplaşan bir devlet harabesi karşısında hayıflananlar, yargının güvenilmezliğini kabul etmek için bugünleri beklermiş. Muktedirin dişlerini boğazında hissetmek, ellerini ceplerinde yakalamak için. Riyakarlığın, görmezden gelip yok saymanın, velhasılı orta sınıf mensubu iyi vatandaş olmanın göstergelerinden biri, durmadan şaşkınlık taklidi yaparak dizlerini dövmek değil mi zaten?

Onlara kötü bir haberimiz var. Bildiğinizi biliyoruz.

Kapınızın önünde düştüğü için görmezden gelemediğiniz ölü çocuklar, on yıllardır ‘bir karışını vermem’ diye diye dev bir kimsesizler mezarlığına çevrilmesine göz yumduğunuz memleketin her karışından fışkıran ergen ölülerinin peşinden gittiler.

Berkin, Uğur’la buluştu geçen gün. Ceylan’la buluştu. Daha yüzlercesiyle, binlercesiyle buluştu. Çoban Abdurrahman’la buluştu.  Abdurrahman Coşkun’un kemikleri, iki gün önce defnedildi.

Abdurrahman, Mardin’in Dargeçit ilçesindendi. Bir yandan çobanlık yapıyor, bir yandan okuyordu. Ailesi, o toprakların binlerce ailesi gibi koruculuğa zorlanıyordu. Direniyorlardı ama.

Bedelini ağır ödediler. Abdurrahman’ın babası, bütün köyün gözleri önünde askerler tarafından işkenceyle öldürüldü.

Aynı yıl, 1993’de, bir grup asker Abdurrahman ve iki arkadaşını bir mağaraya götürdü. “Gidin içine bir bakın, ne var orda”dediler. Önceden döşenmiş mayından habersiz içeri giren üç çocuktan ikisi mayının patlaması sonucu yaşamını yitirdi, Abdurrahman ise bir gözünü kaybetti. Vücudunun birçok yeri parçalanan Abdurrahman, 4 ay hastanede tedavi gördü.

İki yıl sonra, 29.10.1995 tarihinde gece saat 03.00 sıralarında askerler evlerine baskın düzenledi. Abdurrahman’ı gözaltına aldılar. Anne Hediye Çoşkun “oğlumu götürmeyin” diye yalvardı. Karnına tekmeler yedi. Yediği tekmeler nedeniyle uzun bir süre yataktan kalkamadı. Bu arada aynı köyden 6 kişi daha gözaltına alınmıştı. Ertesi gün aile, Dargeçit savcılığına ve askeri tabura Abdurrahman’ı sordu. “Abdurrahman bizde” dediler. İkinci gün ailesi hem savcıya, hem de taburdakilere Abdurrahman’ı tekrar sordu. “5 kişiyi bıraktık, iki öğrenciyi de Mardin’e gönderdik” dediler. 9 gün boyunca hep aynı cevabı alan aile, Abdurrahman’ın hayatından iyice endişe etmeye başladı. Mardin’e gidip savcılığa tekrar Abdurrahman’ı sordular. Savcı, “Sizin Dargeçit’te savcınız var, niye buraya geliyorsunuz” diye tersledi. Döndüklerinde Dargeçit savcısı bu kez, “Bana kâğıt geldi, sizinkileri serbest bırakmışlar” dedi. Başvurular hep sonuçsuz kaldı. Abdurrahman Coşkun’dan bir daha haber alınamadı.  Abdurrahman 19 yaşında mayınla yaralanmış, 21 yaşında da kayıp edilmişti.

Yıllar sonra anası Hediye Coşkun, Cumartesi Anneleri’nin Dolmabahçe’deki görüşmesinde Başbakan Erdoğan’a,”Sen başbakansın, istersen çocuklarımızı bulabilirsin, çocuklarımızı bul bize” dedi. Başbakan Erdoğan Hediye Çoşkun’un oğlunun bulunması için hiçbir girişimde bulunmadı ama bu görüşmeden sonra†oğlunun faillerinden biri olan Bodrum Gümüşlük Belediye Başkanı Emekli Albay Mehmet Tire’yi partisine transfer etti, bu seçimlerde de yeniden aday gösterdi.

Abdurrahman’ın katillerinden biri, uzun zamandır Gümüşlük’de yerli yabancı turistleri ağırlıyor. İ.H.D’nin ısrarlı takibinin sonunda, Dargeçit’te gözaltına alınan Abdurrahman’ın kemiklerine Kızıltepe / Tilzerin Köyü’ndeki bir kuyuda ulaşıldı. Üstünde bir asker üniforması vardı.  Anacığı Abdurrahman’ın kemiklerini okşadı, gömülmeden önce. Nusaybin’de binlerce kişi, seslerinin Kürdistan’ın dışına ulaşamayacağını bilerek sessiz bir törenle uğurladı Abdurrahman’ı.

Friday, March 21, 2014

Man goes 60 years without a bath

Iranian man hasn't had a bath in 60 years
PHOTOSAn Iranian man has broken the world record for the number of years spent without bathing. He spent the last 60 years without a bath. The Iranian News Agency (IRNA) recently published pictures of the 80 year old man.
In its report, the agency noted that the man, Amoo Hadji, lives in the village of Dezhgah in the Dehram district of Fars province in Iran.
The man eats dead animals, and his most prized possession is his pipe, which is 3 inches in diameter, in which he smokes animal dung. Amoo Hadji lives in a stone shack built for him by his neighbours and he rests in a hole in the ground resembling a grave.
The news agency also noted that when he feels cold, he wears a helmet and lights up several cigarettes at a time.
Source: Al-Sharq. Photos by Mohammad Babaei, Islamic Republic News Agency













Tuesday, March 18, 2014

Sosyalistlerin tahliye talebine 2. kez ret


Sosyalistlerin tahliye talebine 2. kez ret

7 yılı aşkın süredir hapishanede tutulan 8 sosyalistin tahliye talebi bir kez daha reddedildi. Avukatları, Anayasa Mahkemesi'ne başvuracak.

•••

İSTANBUL- Tutuklu yargılama süresini siyasi davalar için 5 yıla indiren yasa değişikliğinin ardından aralarında gazeteci ve yazarların da olduğu 8 sosyalistin tahliyesi için yapılan başvurusu ikinci kez reddedildi.
Atılım Gazetesi yazarları Arif Çelebi ve Bayram Namaz, gazeteci Füsun Erdoğan ile Naci Güner, Seyfi Polat, Turaç Solak, Mehmet Ali Polat ve Erkan Özdemir, 7 yıl 6 ay 10 gündür hapishanede bulunuyor. Özel Yetkili Mahkeme tarafından 4 Kasım 2013 tarihinde ağır cezalara çarptırılan sosyalistlerin avukatları, tutuklu yargılama süresini siyasi davalarda 10 yıldan 5 yıla indiren yasa değişikliğinin ardından tahliye için başvuruda bulunmuştu.
İstanbul 4, Ağır Ceza Mahkemesi, Ergenekon sanıkları hakkında tahliye kararları verirken, aynı hukuki durumda olan sosyalistler hakkındaki tahliye istemini reddetti. Avukatlar bunun üzerine İstanbul 5. Ağır Ceza Mahkemesi'ne itirazda bulundu. Mahkeme, kararını bugün verdi. Tahliye talebini reddeden mahkeme, gerekçe olarak, kararın verildiği tarihte tutukluluk süresinin 10 yıl olmasını gösterdi.
Ezilenlerin Hukuk Bürosu avukatlarının, Anayasa Mahkemesi'ne başvuracağı öğrenildi.

Etha

Monday, March 17, 2014

6 tecavüz sanığı, hâkimin takdir yetkisiyle serbest!

  • Tarih
Bingölde, 30 haneli bir köyde gençlerin faili olduğu 4 yıllık bir tecavüz skandalı ortaya çıktı
T24
Bingöl’ün bir ilçesinde yaşayan ve lisede okuyan 16 yaşındaki Ç. adlı kız çocuğunun geçen hafta 8 aylık hamile olduğunun anlaşılması ile, 30 haneli köyde gençlerin faili olduğu 4 yıllık bir tecavüz skandalı ortaya çıktı. Ç.’nin ifadesine göre, 4 yıl önce, 12 yaşındayken, köyünde çobanlık yaptığı sırada yanına gelen K.T. adlı genç tehdit ederek Ç.’ye tecavüz etti.
12 Mart’ta Karlıova Sulh Ceza Mahkemesi’ne çıkarılan 7 şüpheliden; K.T., ‘nitelikli cinsel istismar’ iddiasıyla tutuklanırken diğer 6’sı ‘basit cinsel istismar’ iddiasıyla adli kontrol kararı verilerek serbest bırakıldı. Kararda, “.. tutuklanma nedenlerinin var olması ancak adli kontrol hükümlerinin uygulanmasının yeterli olacağı” takdir edildi. 
İddiaya göre K.T.’nin tecavüzleri 2013’ün Ağustos ayına kadar haftada bir açık alanlarda sürdü. Radikal'den İsmail Saymaz'ın haberine göre, K.T.’nin tecavüzünden 1-2 yıl sonra ağabeyi B.T., “Sen K. ile birlikte olmuşsun, benimle birlikte olmazsan ailene söylerim” diyerek Ç.’yi istismar etti. Daha sonra da, sırasıyla köyün gençlerinden E.B., N.G., ağabeyi K.G., T.M. ve ağabeyi T.M. de aynı tehdit yöntemiyle Ç.’ye tecavüz etti. Ç., ifadesinde, T.M.’nin “Elimde videon var, internete koyacağım, benimle birlikte olacaksın” diyerek tehdit ettiğini ileri sürdü. Ve tüm sanıklar ‘tehdit ettiği ve mecbur kaldığı’ için bu tecavüzlere itiraz edemediğini söyledi. Ç. , bebeğin babasının K.T. olduğunu ifade etti.
Bu ifade üzerine 7 şüpheli gözaltına alındı. Sanıklardan 19 yaşında olan K.T., Ç. ile 4-5 kez sürtünme şeklinde birlikte olduğunu, Ç.’nin bu gönüllü ilişkiler karşılığında para ya da sigara istediğini iddia etti. K.T., Ç.’nin komşu köyden N.G. ile de birlikte olduğunu ileri sürdü. 22 yaşındai olan N.G. ise Ç.’nin bacaklarını okşadığını fakat birlikte olmadığını savundu. Diğer 5 şüpheli ise iddiaları reddetti. 12 Mart’ta Karlıova Sulh Ceza Mahkemesi’ne çıkarılan 7 şüpheliden; K.T., ‘nitelikli cinsel istismar’ iddiasıyla tutuklanırken diğer 6’sı ‘basit cinsel istismar’ iddiasıyla adli kontrol kararı verilerek serbest bırakıldı. Kararda, “.. tutuklanma nedenlerinin var olması ancak adli kontrol hükümlerinin uygulanmasının yeterli olacağı” takdir edildi. Serbest kalan 6 kişi köylelerine geri dönerken, 8 aylık hamile olan Ç. komşu bir ilde devlet tarafından bir eve yerleştirildi. Şimdi bu 30 haneli köy bir barut fıçısı halinde... Aile kızını kabul etmezken, bir ay sonra doğacak bebeğin akıbeti de meçhul.
T24

Sunday, March 16, 2014

Teenage Rape Victim Dies after Setting Herself Ablaze

WARNING-STORY CONTAINS GRAPHIC IMAGES 
A daughter in flames. A mother in anguish. And a public act of desperation in Pakistan. A 17-year-old gang rape victim has died after setting herself on fire.

Tuesday, March 11, 2014

Berkin Elvan hayatını kaybetti

11 Mart 2014 / 09:13
Gezi Parkı olayları sırasında bakkala ekmek almaya giderken başından biber gazı fişeğiyle vurulan ve 269 gündür yoğun bakımda tedavi gören Berkin Elvan hayatını kaybetti...
Acı haberi Berkin Elvan'ın ailesi Twitter'dan duyurdu...
Mesajda ''Halkımıza: Saat 07.00. Berkin Elvan'ı, evladımızı kaybettik. Başımız sağolsun'' denildi...

269 gündür komada olan Berkin Elvan vurulduğunda 45 kiloyken son günlerinde 16 kiloya düşmüştü...

Vücut direnci giderek azalan Berkin Elvan'ın beyin fonksiyonlarının çok alt seviyede çalışması nedeniyle iç organlarındaki zarar giderek artmıştı...

8 Mart'ta kalbi durmuş ve 20 dakika süren müdahale sonucu çalıştırılmıştı.

Berkin Elvan, hayatını yaşam destek ünitesine bağlı olarak sürdürmekteydi...

14 yaşındaki Berkin Elvan bu sabah saat 7'de yaşam mücadelesini kaybetti...

Monday, March 10, 2014

Zirve’de ‘Sonsöz’ü söylemiş


10 Mart 2014 Pazartesi 01:08 |

Malatya’da misyonerleri hedef yapan gazetenin sahibi, AKP’li vekil çıktı

Zirve’de ‘Sonsöz’ü söylemiş Malatya’da 18 Nisan 2007’de Zirve Yayınevi’nde, Tilman Geske, Necati Aydın ve Uğur Yüksel adlı Hıristiyanlar, Salih Gürler, Cuma Özdemir, Hamit Çeker, Abuzer Yıldırım ve Emre Günaydın tarafından boğazları kesilerek öldürülmüştü. Beş sanık olaydan hemen sonra polis ekiplerince olay yerinde yakalanmıştı. Sanıklardan Emre Günaydın ise üçüncü kattan atlayıp yaralanmış ve hastanede yaklaşık bir ay tedavi görmüştü.
Davada aslî fail olarak suçlanan sanıklar, Emre Günaydın, Salih Gürler, Abuzer Yıldırım, Hamit Çeker ile Cuma Özdemir, tutuklu bulundukları Malatya E Tipi Cezaevi’nden salıverildi.



YEREL BASININ ROLÜ



Zirve cinayetlerinin organize bir yapı tarafından işlendiği ve olayda yerel basının oynadığı kritik rol, dava dosyasına girdi. Zirve Yayınevi mağdurlarının avukatları cinayet öncesinde mağdurların yerel basın tarafından hedef gösterildiğinin altını çizmişti.

Halkı bu Hıristiyanlara karşı kışkırtan yerel basının ilginç bağlantıları ortaya çıktı. Zirve davasında kışkırtıcılık yapan bir gazete özellikle dikkat çekiyor. Malatya SonSöz gazetesinin, cinayet öncesinde kampanya şeklinde haberler yaptığı görülüyor.

Önceki adı Kayra olan Zirve Yayınevi hakkında Malatya SonSöz gazetesinin “Kayra’nın gerçek yüzünü açıklıyoruz,” “Misyonerlik Faaliyetleri ve “Dinlerarası Diyalog Masalı” gibi manşetlerle yayımladığı haber serisinde Zirve katliamında öldürülen kişileri hedef gösterdiği görülüyor.



RÖPORTAJ DEĞİL PROVOKASYON



Malatya Sonsöz Gazetesi haberi duyururken yayınevi sorumlusu olarak görünen Martin De Lange hakkında röportaj kılıfı altında provokasyon yapmıştı: “Türkiye’de misyonerlik faaliyetleri artık alenen devam ederken, Malatya’da bu çalışmalar son hızıyla devam ediyor. Son bir örneği ise geçtiğimiz yıl bir vatandaşımızın dinini değiştirmesi oldu. Peki çalışma alanları içerisinde yer alan Malatya’da gerçekten misyonerlik çalışmaları var mı? Nasıl çalışıyorlar? Neden Malatya’yı seçtiler? Malatya bu tür çalışmalar için daha mı uygun? Sizler için Malatya’da misyonerlik çalışmalarını yürüttüğü iddia edilen ancak Hıristiyan dini kitapları satışı yapan Kayra (Zirve Yayınevi’nin eski adı) Yayınevi müdürü Martin De Lange ile görüştük. Okurlarımız için Malatya’ya damgasını vuracak yılın röportajı?”

Bu ropörtajın ardından Malatya Sonsöz gazetesinde “Başyazı” kaleme alan Osman Karakaş’ın Zirve Yayınevi’ndeki Hıristiyanları doğrudan hedef gösterdiği görülüyor. Karakaş yazısında şu ifadeleri kullanıyor: “Kitap firması olduğunu iddia eden Kayra’nın Güney Afrika’lı müdürü Martin De Lange, misyonerlikle ilgili haberleri üstü kapalı eleştirip suç işlendiğini ve suça teşvik edildiğini söylüyor. Ne günlere kaldık! Dünyanın öbür ucundan bir Avrupa kökenli bir yine dünyanın öbür ucundaki Avustralya’daki bir dinî örgütün temsilcisi olarak Türkiye’ye geliyor ve Türkiye’de Malatya’yı seçiyor. Gerekçesi de ilginç, ‘Malatya’da potansiyel var. Malatya’nın jeopolitik önemi var’. Martin efendi böyle diyor. Farkında olarak veya olmayarak bunları ağzından kaçırıyor. Ancak misyonerlik faaliyetinde bulunmadığını ısrarla söylüyor. Ama gerçekler böyle demiyor. Araştırmacı gazetecilik örneği sergileyerek Martin efendiyi araştırdık karşımıza çok ilginç bilgiler çıktı. Meğer Martin efendi bir ticaret adamı değil resmen din görevlisi. Türkiye’ye de özel olarak gönderilmiş. Hem de ne için olduğunu bugünkü gazetenin manşetinden okuyabilirsiniz “Tanrı’nın Krallığını Genişletmek Amacıyla...”



UYARIYA KARŞI TEHDİT



Bu ve benzer yayınların arkasından Kayra (Zirve) Yayınevi’nin sahibi Martin De Lange, bu tehlikeli yaklaşıma karşı uyarıcı bir basın açıklaması yaptı. Ancak bu uyarı kendisine yönelik tehdit ve takiplerle yanıt buldu. Ve 2006’da Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı.

Taraf, Zirve Yayınevi katliamının öncesinde kışkırtıcılık yapan SonSöz gazetesi hakkında ilginç ayrıntılara ulaştı. Gazete’nin İmtiyaz sahibi, Yedirenk Yayıncılık Matbaacılık A.Ş. olarak görünüyor. Yedirenk Yayıncılık Matbaacılık A.Ş’nin ortakları arasında çok ilginç bir isim dikkat çekiyor: AKP Malatya Milletvekili Mahmut Mücahit Fındıklı.

Daha da ilginci şu: O dönem Malatya Sonsöz gazetesinde Hıristiyanlara karşı yapılan provokasyon haberlerini istihbarat birimlerinden alıp gazetede yayımlayan muhabirin şimdilerde havuz medyasında operasyon muhabiri olarak çalıştığı iddia ediliyor. Zirve Yayınevi soruşturmasında da adı geçen muhabir hâlen provokatif haberleriyle görevine devam ediyor.

Zirve Yayınevi davasında sahibi olduğu Malatya Sonsöz Gazetesi’nin attığı manşetlerin Malatyalıları misyonerlere karşı kışkırttığı iddia edilen AKP’li vekilin Zirve sanıklarının tahliyesi konusunda ne diyeceği merak ediliyor...

 
dremreuslu@gmail.com
EMRE USLU / HABER ANALİZ

Sunday, March 9, 2014

Babasınız ya, sizin oğlunuzu hiç çırılçıplak soydular mı? Hiç çıplak bir boşluğa attı mı kendini, evladınız?



Umur Talu
utalu@htgazete.com.tr  

 Bebeklikten söz etmiyorum, beyefendi!
Karyoladan düşmekten de değil.
Bir karakolda, mesela.
Siz yine başbakansınız mesela o sırada.
Bir “kahraman” bir “çete” dediğiniz kimi polis, 2010 Haziran başında, henüz 28 yaşında, mimar Onur Yaser Can’ı gözaltına aldı.
Pardon, gözaltı bile değil.
Ailesine haber verilmedi, Avukat istenmedi.
Ama nezarete kondu. Çırılçıplak soyuldu. Cinsel tacize maruz kaldı.
Çıkışta doktor raporu bile aynı polislerin huzurunda hazırlandı.
(Hıdır Tok’un Başka Haber’deki hakikaten başka türlü haberi!)
İfadesiyle defalarca oynandı.
Kağıt üstünde ne kadar hukuk kuralı varsa hepsi çiğnendi.
***
Kendisi şöyle aktarmış orada başına gelenleri:
“Gözaltında çırılçıplak soyuldum. Duvara yaslanmamı söylediler. Bir süre çömelerek bekletildim. Tokatlandım, aşağılandım. İfademden farklı ifadeler imzalatıldı.”
Sonra bir daha çağırmışlar karakola.
Haberdeki anlatımla, “Çırılçıplak soyulduğu karakola bir daha gitmektense çırılçıplak soyundu…”
Ve kendini öylece, devlet tacizine karşı bu kez kendi iradesiyle kaldığı çırılçıplaklığıyla, yaşadıkları apartmanın penceresinden boşluğa attı.
Hemen ölmedi. Ambulans bir türlü gelemedi. Hastane hastane dolaştırıldı son nefesini vermeden önce.
Yani yaşarken işkence, ölürken işkence.
Siz o sırada başbakansınız mesela.
***
Sonra ne mi oldu?
11 ay sonunda o polisler hakkında işkenceden takipsizlik kararı verildi.
Savcı, tanıdık.
Hani kendi oğullarınıza işkencesiz, tacizsiz, çırılçıplak soymadan; sadece paranın rengi vesilesiyle dokununca “Hain, çete, haşhaşi, örgüt, paralel devlet” diyerek hukuku, HSYK’yı, adliyeleri, emniyeti, istihbaratı altüst ettiğiniz savcılardan biri.
“Başkasının oğlu” olunca, çırılçıplak soyulunca, olunca ne kelime, ölünce, böyle bir fırtına kopmuyor, bir deprem olmuyor, hükümet sinirlenmiyor, Ô savcı var ya, o savcı” demiyor haliyle.
Tamam, “oğullar ölmesin” diyen bir karış barışımız ellerinizden öper de, bakın yerde yatan onca evladın bedenine:
20-25-30 diye, Havuz Kuru’yla üç-beş kuruş 1 trilyon diye sayarken kimi oğullar…
Kimi de işkence izleri, sopa darbeleri, mermi delikleri, kapsül sillesiyle çırılçıplak!
***
Sonra daha ne mi oldu?
Polisler hakkında evrakta sahtecilikten dava açıldı.
İki polis mahkum oldu. İyi halden indirildi, şu bu.
O duruşmalarda anne Hatice Can, sanki son nefesiyle, son sesiyle demiş ki:
“Bebekliğinden itibaren ailesinden tek kötü ses duymadan, bir fiske dahi vurulmadan büyütülen mimar, müzisyen, heykeltıraş bir genci çırılçıplak soydular, aşağıladılar. Kamera kayıtları da ortada yok.”
O sırada da, misal, siz başbakansınız.
***
Daha daha sonra ne mi oldu?
Önceki gün, günlerden pazarken, oğullarınızın, danışmanlarınızın, adamlarınızın, rezalarınızın, rızalarınızın, biteviye heves ve nefeslerinizin “montaj-dublaj-arbitraj” sesleri üzerimize üzerimize sızarken, gümbür gümbür azarken…
Hatice Can, hani bir daha çırılçıplak soyulmamak için karakolda, çırılçıplak atlayıp da boşluğa, kendi canını alan gencin annesi;
İntihar edip kendi canını da verdi bu adalet düzenine!
Siz tabii, o esnada yine başbakansınız…
Bağırıyorsunuz, “Çocuklarımız” diye…
Bağırıyorsunuz, “İnsanın mahremi” diye…
Bağırıyorsunuz, “Çocuğu olmayan anlamaz” diye...
Bağırıyorsunuz kısık sesle, “Oğlum anlamadın mı” diye!
***
Belki şimdi artık merak edersiniz o oğlun da adını; unutmayın, “not etsin oğlunuz” diye…
Yazıvereyim bir kez daha, şu köşeye:
Adı Onur’du…
Soyadı Can.
Canını verdi… Onuru baki kaldı!
***
Hiç unutmayın, aklınızdan hiç çıkmasın…
Hafızanıza bir kazınsın:
Bir anaydı, onun da bir oğlu vardı…
Bir canı kaldı…
Belki biraz utanırsınız diye…
Onu da kendi aldı.
**
Şimdi saymaya, sıfırlamaya devam edebilirsiniz:
20… 25
30… 40!

İşkenceye Uğradığı Karakola Gitmek Yerine İntihar Eden Onur Yaser Can'ın Annesi 

Hatice Can İntihar Etti