Saturday, February 22, 2014

Berfo Ana'dan bir yıl sonra: Analar daha çok ağlıyor şimdi

Hasan Aksay

Zulümdür bu toprakların kaderi, yüzyıllardan beri.
Zalim hükümdarların biri gider, biri gelir.
Büyük zalimlerin mağrur ve kaygısız ayaklarına uzanan eziyet merdivenlerinin her birinde irili ufaklı birçok zalim vardır.
En fazla zulme uğrayanlar en kalabalık olanlardır. Kalabalıklar zalimlerine delicesine tutkundur. Onların tek bir haykırışıyla alkış fırtınaları koparırlar. Ölmeye, öldürmeye koşarlar tek bir sözle.
Bazen hayır demeye çalışanlar çıkar. İsyan bayrağı dalgalanmaya başlar.
O zaman buyruklar, emirler, kurallar, yasalar ve yasaklar seferber olur. Polisi, askeri, savcısı, hakimi isyancıların üzerine çullanır.
Kimi içeri atılır, kimi dışarı kaçar, kimi işkence tezgâhına yatırılır, kimisi de kurban edilir, sürüp gitsin diye bu zulüm.
Kurbanlardan geriye birer acı bulutu kalır. Gözyaşı yağmurları yağdırır o bulutlar yıllar boyunca.
O bulutların adı anadır.
Evlatsız analardır zulüm memleketlerinin kahrını çeken suskun kahramanlar.
 
*      *    *
 
Evlatlardan geriye bazen bir kanlı gömlek kalır...
Bazen bir hüzünlü mektup ya da veda dizeleri...
"Bağışla beni güzel annem
Oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana
Eller değsin istemedim, gözler değsin istemedim
Ağlayıp koklayacaktın belki bir ömür taşıyacaktın boynunda
Yaşamak ağrısı asıldı boynuma oysa türkü tadında yaşamak isterdim
Ölmek ne garip şey anne…"
Kara toprak bazen, ıssız rüzgârlarda üşüyen bir mezar...
Bazen o bile kalmaz; mezarsızlıktır, cenazesizliktir elde avuçta kalan...
Hayatın anlamsızlığında kaybolmak kalır cesetleri buharlaşmış evlatların ardından...
Ağlamak kalır, kahrolmak kalır, isyan etmek kalır hem avazı çıktığınca sesli, hem de yürek parçalayacak ölçüde sessiz...
 
*      *    *
 
Berfo Ana bu kayıp analarının en başta gelen sembollerinden biridir.
Tam bir yıl önce, 21 Şubat 2013'te öldüğünde 33'ü oğul acısıyla geçen 105 yıllık bir ömrü geride bırakmıştır.
Onun uzun hayatında en önemli tarih, ne doğduğu 1908'in İkinci Meşrutiyeti, ne birinci ve ikinci dünya savaşları, ne cumhuriyetin ilanı, ne de hükümdarların geliş ve gidiş günleridir.
13 Eylül 1980'de evlerinin basılması, küçük oğlu Cemil Kırbayır'ın gözaltına alınmasıdır:
"Son defa ‘Cemil’ dedim, o da ‘Anne’ dedi; bir daha göremedim yavrumun yüzünü…"
8 Ekim'de devletin resmî tutsak evinde kaybolur Cemil. "Yok", derler, "kayboldu", derler, "bilmiyoruz", derler. Ve küçük bir eşya misali kaybederler aslan gibi delikanlıyı.
Berfo Ana yıllarca, on yıllarca oğlunu arar. Bekler; kapısını kapamadan, evinin duvarını boyamadan bekler. İsyan eder.
"Hiç olmazsa mezarını gösterin", der. Oğlundan kalan kemiklere kavuşmaya bile razıdır.
Ama devlet oralı değildir.
Cemil'in varlığıyla yokluğu devleti ilgilendirmez pek.
Bir gün devletin ta tepelerine, Başbakan Erdoğan'ın karşısına çıkar Berfo Ana. O Başbakan ki, bir vakitler onun çileli hayatıyla sıkı bir belagat senaryosu yazmış, 2-3 bakanı ağlatmıştır bile.
Berfo Ana, evladının mezarına kavuşma umuduyla görüşmeden çıktığında, aslında devletin mahkemesinin 2002'de "takipsizlik" kararı vererek zaten pek takip etmediği oğlunun dosyasını karanlık dehlizlere fırlattığını bilmemektedir.
"Oğlumu gömmeden ölmeyeceğim" der Berfo Ana. Epeyce de direnir. Ama sonunda dayanamaz ve amacına ulaşamadan ölür.
Kim bilir, belki de böylelikle kavuşur Cemili'ne. Son nefesle birlikte devlet zulmünün artık ulaşamadığı bir yerde.
 
*      *    *
 

Berfo Ana'sız geçen bir yıl, keşke kayıpların, "cumartesi anaları"nın ve devlete kurban verilen evlatların sayısının azaldığı bir dönem olsaydı.
Ama olmadı.
Tersine...
Giderek kalabalıklaşıyor acılarımız.
İşte 105 yaşındaki Berfo Ana...
Yanında 18 yıldır oğlu Metin Göktepe'nin mezarı başında adalet bekleyen 77 yaşındaki Fadime Göktepe...
Arkadan kol kola girmiş genç ölülerin (Ahmet Atakan'ın, Abdulah Cömert'in, Ali Korkmaz'ın ve ötekilerin) anneleri Emsal Atakan, Hatice Cömert, Emel Korkmaz ve hızla yaşlanıp önce Fadime Teyze'ye, sonra da Berfo Ana'ya benzeyecek olan diğer kadınlar...
Acılar katmerleniyor.
Daha da ağırlaşacak muhtemelen.
Çünkü kaderdir bu topraklarda zulüm.
Ve zalimler isyan korkularını bastırmak için isyancıları yok etmek zorundadırlar.
 
*      *    *
 
Kayıplar ve kayıp analarıyla ilgili çok yazı yazıldı. Ve maalesef daha çok yazılacağa benzer.
Ben son demlerinde konuşma, sesini duyma şansına eriştiğim Berfo Ana'yla ilgili daha önce iki yazı yazmıştım: "Berfo Ana ve Devlet Baba" ve "Berfo Ana'nın ardından: Bir günlüğüne dindar olmak istiyorum
İkincisini Ahmet Kaya'nın seslendirdiği bir hüzünlü şarkıyla bitirmiştim:
"Şu dağlarda kar olsaydım olsaydım
Bir asi rüzgâr olsaydım olsaydım
Arar bulur muydun beni beni
Sahipsiz mezar olsaydım olsaydım..."
Yine aynı şeyi yapmak istiyorum izninizle:

Monday, February 17, 2014

Güney Afrika’da 200 madenci göçük altında

Güney Afrika’nın Johannesburg kenti doğusundaki Benoni’de kaçak bir altın madeninde meydana gelen göçükte 200 madenci mahsur kaldı
güney-afrika 1
Alexander Joe – AFP Photo
AFP’nin haberine göre, Güney Afrika’nın Johannesburg kenti doğusundaki Benoni’de kaçak bir altın madeninde meydana gelen göçükte 200 madenci mahsur kaldı. ER24 isimli özel acil durum operatörü Russel Meiring, “Şimdiye kadar 11 kişiyi kurtardık, çoğunda görünür bir yaralanma yok ama sağlık kontrolünden geçecekler” dedi.
Mike Hutchings - Reuters
Mike Hutchings – Reuters
ER24 sözcüsü Werner Vermaak, yaptığı açıklamada 30 kadar madenci ile iletişime geçtiklerini ve göçük altında 200 kişinin olduğunu söylediklerini aktardı. Yerel belediye yetkilileri ise maden ocağında mahsur kalan 30 madenciyi tespit ettiklerini, 200 sayısını teyit edemediklerini belirtti.
Polis sözcüsü Mack Mngomezulu, tutuklanma korkusuyla çıkmayı reddettiklerini ve yeraltında sayılarının daha fazla olabileceğini söyledi. Sağ çıkarılanların da “ yasadışı madencilik ve haneye tecavüz” suçlamasıyla tutuklanacağı belirtildi.
Belediye yetkilileri, Benoni mahallesinde bir kriket stadyumun arkasına kazılan altın madenine
Alexander Joe - AFP Photo
Alexander Joe – AFP Photo
Cumartesi günü kaçak bir şekilde indikleri belirtildi.  Bir kaya blokunun düşerek kuyuların girişini kapatması nedeniyle madencilerin mahsur kaldığını açıkladı.
Altın madeninde kurtarma çalışmaları sürüyor. Alandaki ekipler büyük bir taş bloku kaldırarak girişi açmaya çalıştı. Yetkililer, bir iple çocuklara yiyecek ve su ulaştırdıklarını bildirdi.
Güney Afrika Cumhuriyeti dünyanın en derin maden ocaklarına sahip. Ülke, altın ve platin üreticisi olarak dünyada ilk sıralarda yer alıyor. Buna ek olarak Güney Afrika Cumhuriyeti madenlerde işçi ölümlerinin ve çocuk işçi çalıştırma oranında da yüksek olduğu bir ülke olarak dikkat çekiyor.

Saturday, February 15, 2014

İran'ın 'Ölü Ozanlar Derneği'

İran'ın 'Ölü Ozanlar Derneği'
Haşim Şabani'nin infazı, kalemin kılıçtan daha güçlü olabileceğini gösteriyor. Pasifist aile babası Şabani, Arapça şiir yazdığı için idam edildi.
Haber: ROBERT FISK
İran’da bir Ölü Ozanlar Derneği olsa gerek. Ya da belki Şehit Ozanlar Derneği. En yeni üyesi de ülkenin güneybatısından, Irak sınırındaki Ahvaz bölgesinden bir İranlı Arap. 1979’dan beri İslam devriminin idam ettiği onca kişiden biri olarak, ‘yeryüzüne yozlaşma yaymaktan’ asıldı.
Şabani ile ilgili her şey infazcılarının yüzüne utanmalarını haykırıyor: Pasifist şiiri, akademik eğitimi, -1980-88’de Iraklı istilacılara karşı savaşırken ağır yaralanarak engelli durumuna gelen- hasta babasına bakması, eşi ve tek çocuğuna sevgisi. Ama çoktan bir siyasi cesede dönüştü. Katilleri olan İran İçişleri Bakanlığı ile Devrim Mahkemesi Yargıcı Muhammed-Bagir Musavi ilk failler.
Ardından Şabani’nin arkasından yas tutmakla geçirdikleri kadar zamanı ölümüyle ilgili İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’yi suçlamaya harcayan Iraklı muhalif gruplar geliyor. Ve sonra elbette infazcısı olarak üçüncü sırayı tarih alıyor.
Devrim Muhafızları birlikleri ve içişleri bakanlığı memurlarının, iki yıldan uzun süredir Arap nüfusun çoğunlukta olduğu Ahvaz’da bombalarla parçalara ayrılmalarından ötürü intikam için gözleri döndü. Söylemeye gerek yok, Şabani, ‘direnişe’ yardım etmekle suçlandı; anlaşılan bu günlerde Arapça şiir yazmak ve hatta Farsça şiirleri Arapçaya çevirmek bir yazarın yıkıcı diye damgalanmasına yetiyor. Şabani, hapisten yazdığı bir mektupta, ‘İranlı yetkililerin Ahvazlılara yönelik hain suçlarına, hele de keyfi ve yargısız infazlarına karşı’ sessiz kalamayacağını dile getiriyordu, “Bu dünyada her bir insanın sahip olması geren meşru hakkı savunmaya çalıştım, o da tüm yurttaşlık haklarıyla özgürce yaşama hakkıdır. Tüm bu sefalet ve trajediler olup biterken, zalim suçlara karşı kalemden başka bir silah asla kullanmadım” diyordu.
Belki de Şabani’nin sonunu hazırlayan bu oldu. İran’da kalem gerçekten kılıçtan daha güçlü olabilir, hele de güvenlik güçleri sadece Ahvaz’da değil, Belucistan, İran Kürdistanı ve ülkenin diğer azınlık nüfuslu bölgelerinde ayrılıkçı tehlikeye dair giderek daha çok paranoyaklaşırken.
İronik biçimde, 1979’da İslam Devrimi’nin devirdiği Şah’ın sözde-laik rejimi de İran’ın yeni ve ‘modern’ devleti içinde Fars aşiretleri ve dini liderleri üzerine bir milliyetçilik cilası çekmişti. Ve İranlı âlimler buna itiraz edecek olsa da geleneksel aşiretçiliğin dizginlenmesine yardımcı olarak, Ortadoğu halklarını ‘laikleştiren’ bizzat İslam’dır. Fakat bunun 32 yaşındaki Haşim Şabani’ye bir faydası olmadı. İki yıl gözaltında tutulduktan sonra Musavi tarafından temmuzda ölüm cezasına çarptırılan 14 insan hakları savunucusundan ikisi olan Şabani ile bir arkadaşı, hapiste işkenceden geçirildi.
Aralık 2011’de İran’ın kasvetli uluslararası uydu kanalı Press TV’ye çıkarılan Şabani, ‘ayrılıkçı terörizme’ karıştığını ve Baasçılığı desteklediğini ‘itiraf etmişti’. Kanal, daha da ileri giderek, Şabani’nin Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek ve Albay Muammer Kaddafi ile temas halinde olduğunu iddia etmişti, herhalde biri devrilmeden, öbürü öldürülmeden önce.
İranlı muhalefet grupları, Şabani’nin öldürülmesini kınarken İran’ın yeni cumhurbaşkanı ve Batı’nın yeni dostu Ruhani’yi suçladı. Muhalefet gruplarına göre geçen ay Ahvaz’a kısa bir ziyaret düzenleyen Ruhani, dengesiz selefi Mahmud Ahmedinecad döneminde verilen ölüm cezalarını onayladı.
İdamlarla ilgili cumhurbaşkanını suçlamak İran siyasetinin rutinidir. Rejimin bazı muhalifleri, son derece ılımlı Muhammed Hatemi’nin cumhurbaşkanlığı döneminde onlarca sanatçı, akademisyen ve yazarın öldürüldüğünü iddia eder, Hatemi’nin bu insanların öldürülmesi karşısında çok öfkelenmesine rağmen. Hemen hepsi, ölüm cezasına çarptırılmamış, suikasta kurban gitmiştir. Gerçekte, Hatemi’nin selefi Ali Ekber Rafsancani’nin cumhurbaşkanlığında, çok dah fazla sayıda entelektüel ölümle buluştu.
Arap Huzistan eyaletinde otobüse düzenlenen muazzam bir bombalı saldırıyla adamları katledilen ‘Devrim Muhafızları’nın, İranlı Arap insan hakları aktivistlerinin ‘yasal’ biçimde öldürülmelerinden vicdan azabı duymayacağı muhakkak. Oysa İran, Huzistan’da hükümet yetkililerine yönelik saldırıların gerisinde Britanya istihbarat servislerinin olduğunu defalarca iddia etmişti.
Şabani, vatanı İran’da yüceltilmeliydi. Ahvaz’da doğup hem Farsça hem Arapça şiir yayımladı, siyasetten master derecesi aldı ve öğrencilerin tutuklanması, profesörlerin atılmasını protesto eden yürüyüşlere liderlik etti. Önde gelen İranlı yazar ve gazeteci Amir Tahiri, Şabani’nin yargılı infazından birkaç gün sonra çoğunlukla siyasi yanı bulunmayan şiirleri hakkında bir yazı kaleme aldı ve dizelerinden alıntı yaptı.
Şabani ‘Neden Ölmem Gerekiyor, Yedi Sebep’ başlıklı şiirinde davasından şöyle söz ediyor: “Yedi gün boyunca bağırdılar bana/Savaş açtın Allah’a.../Cumartesi: Çünkü sen bir Arap’sın!/Pazar: Hem de Ahvazlısın.../Salı: Kutsal devrimle alay ettin.../Cuma: İnsansın, ölmene yetmez mi?”
Şabani, Ahvaz’da hakkında sevgi dolu dizeler yazdığı nehirle aynı adı taşıyan Karun Hapishanesi’nde aylarca tutulduktan sonra, bilinmeyen bir yere nakledilip asıldı.

Tuesday, February 11, 2014

Her aile bir devlet...


FOTOĞRAF: Roboski katliamı snrası... (29 Aralık 2011)

Sıklıkla taksiye binenler, iyi bilirler ki, taksi şoförleriyle yapılan sohbetler, sokaktaki vatandaşın siyasi algısını yansıtmakta çok belirleyicidir.

Bu sohbetlerde, genellikle sıradan vatandaşın resmi ideolojiyle nasıl biçimlendiğine ve Türk-İslam sentezci bakış açısının nasıl da belirleyici olduğuna, defalarca şahit olmuşsunuz.

Geçtiğimiz gün, yolculuk ettiğim taksi şoförünün konuşmaları da, aynen böyleydi.

Taksiye biner binmez, şoför, AK Partiden şikayet etmeye başladı. Gezi olaylarında, gençlerin nasıl direndiklerini, onlara nasıl destek olduğunu anlattı.

Ardından sözü tutuklu komutanlara getirdi; “AK partiyle PKK, işbirliği içindeler; PKK’nin işlediği suçları komutanlarımızın üzerine atıyorlar” diyerek, komutanları savundu.

Ben ise, "sizin, o komutanların işlediği suçlardan haberiniz var mı? Gözaltında kaybedilen, katledilen insanlardan, toplu mezarlardan haberiniz var mı?" sorusunu yönelttiğimde, şoförün verdiği cevap artık dayanılmaz nitelikteydi. Dedi ki; “…o toplu mezarlar bir yalan, orada bulunan kemikler, insan kemikleri değil, köpek kemikleri…”

Şoföre durmasını söyledim; çok sinirliydim ve inerken, ‘siz hepiniz bu kirli devletin suç ortaklarısınız’ dedim ve indim.

Üzerinde yaşadığımız coğrafya, öyle bir yer ki; burayı yönetenler sahip oldukları ‘iktidar’ın esiri olurlar. Ellerinde tutukları iktidarı bırakmamak için, her türlü kötülüğü yapabilirler.

Biraz geçmişe baktığımızda, kendi iktidarı için öz çocuklarını bile katleden bir zihniyeti görürüz. İktidarlarını sürdürmek için, bir zaman, ‘düşman’ olarak gördükleri ile kol kola girebilirler.

Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti tarihi, ‘kirli oyunlar’ ile doludur. Yönetenlerin, iktidarları adına oynadıkları oyunlar, coğrafyanın bazı topluluklarına acı olarak, katliam olarak ve soykırım olarak döner. Onlar, iktidarda kalmak adına, coğrafyanın Türk ve Suni Müslüman kimlikleri dışında, tüm etnik, dinsel ve cinsel kimliklere, ‘yok olmayı’ dayatmışlardır. Yarattıkları, ‘normal’ kavramının, kitleler tarafından içselleştirilmesini sağlayacak bir resmi ideoloji ve resmi tarih yaratarak, bu yalana inanılmasını sağlamışlardır.

Kürtler, bu yalana inanmamış ve teslim olmamış bir toplum olarak, iktidarın tüm zehirli oklarını, üzerine çekmiştir. Kirli bir savaşın ardından, yakılan boşaltılan köyler, öldürülen gözaltında kaybedilen insanlar, cinsel şiddete maruz kalan kadınlar, yok edilmeye çalışılan bir anadil, hapishaneler dolusu insanlar, ama en çok da, yok edilemeyen bir güven ve inanç vardır.

Diğer tarafta ise, bu güven ve inancı görmemekte direnen ve yalanlara teslim olan bireyler ve aileler…

Adeta her aile bir devlet, her baba bir devlet başkanı gibi, bu yalanı sürdürmeye yeminlidirler.
Eren Keskin, 10 Şubat 2014, Sesonline.net