Wednesday, August 28, 2013

Mahkeme Pınar Selek'in Kırmızı Bültenle Aranmasını Talep Etti

Avukat Seyda Selek, Sosyolog Pınar Selek hakkında kırmızı bülten talebini “kriminalize etme çabası” olarak yorumladı. Selek, ağırlaştırılmış müebbet kararının bozulması için Yargıtay sürecine hazırlandıklarını belirtti.

İstanbul - BİA Haber Merkezi
27 Ağustos 2013, Salı 18:04

İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi, 15. yılındaki Mısır Çarşısı patlaması davasında üç kez beraat ettikten sonra ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilen sosyolog Pınar Selek'le ilgili kırmızı bülten çıkarılması talebinde bulundu.
bianet'in konuştuğu Selek’in avukatlarından Seyda Selek, Interpol onaylamadan yaptırımı olmadığını belirttiği bu talebi “Pınar’ı kriminalize etme çabası” olarak yorumladı. 
Seyda Selek, kırmızı bülten talebinin yakalama kararı çıkartılan ancak Türkiye'de bulunamayanlar için bir çeşit prosedür olduğunu söyledi. 

Kırmızı bülten süreci nasıl işliyor?

Avukat Akın Atalay ise sürecin nasıl gerçekleşeceğini bianet'e şöyle açıkladı:
"Bizim de bu talepten basın aracılığıyla bugün haberimiz oldu. Süreç şöyle ilerliyor. Mahkeme kırmızı bülten talebini Adalet Bakanlığı'na Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürlüğü'ne iletiyor. Bakanlık bunu Emniyet Genel Müdürlüğü Interpol Daire Başkanlığı'na gönderiyor. Interpol Daire Başkanlığı da Interpol Genel Sekreterliği'ne gönderiyor. Genel Sekreterlik yaptığı inceleme sonucu kırmızı bülten talebi ile ilgili karar veriyor. Daha önce başka davalarda bu talebi reddettiğini gördük."

Selek: "AİHM'e başvurduk"

Avukat Selek ''kırmızı bülten'' talebinin, önceki yakalama kararıyla birlikte tüm haksızlıkların önüne geçtiğini söylüyor. 
“Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nden temyiz duruşması talep ettik, buna hazırlanıyoruz. Kriminalize edici şeyleri kafamıza takmadan haklılığımız üzerinden devam edip hükmü bozmak istiyoruz.
“Daha karar kesinleşmedi. Yargıtay'dan bozulma ihtimali var. Biz de haklılığımızı ortaya koyarak davanın bozulması için çalışıyoruz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurduk." (BK)

Tuesday, August 27, 2013

Sessizliğin Sesi: Türkiyeli Ermeniler Konuşuyor


Uluslararası Hrant Dink Vakfı Yayınları tarafından hazırlanıp geçtiğimiz yılbaşında raflarda yerini alan Sessizliğin Sesi, Türkiyeli Ermeniler Konuşuyor isimli kitabın, benim açımdan en hüzün verici yanı, kitaba konuşan tanıkların bir adlarının olmamasıydı.
Kitabı hazırlayanlar, bize seslerini duyurdukları tanıklara isim vermeyerek sessizliğe dair bir metafor oluşturmayı denemişler -en azından benim aklıma bu geldi- lakin bir “şey”den ismini esirgediğiniz zaman o “şey” ortadan yok olur, “sessizliği” ve “sesi” de dahil her şeyini alıp bizi terk eder.
O “şey”i çağırmak, yeniden aramıza katmak  ve o “şey”e ait “sessizliğin sesi”ni duyabilmek için ona bir isim vermemiz gerekir. Bu da bizleri kitap üzerine bir dostumuzla ya da bir başka okurla konuşurken tanıkları (en azından, kendileri tarafından özel olarak seçilmiş) adları yerine memleketleriyle (en kolayı, dil hep en pratik olanı izler) anmak zorunda bırakıyor ki, tanıklar namına çok hoş bir durum olmadığını buradan belirtmek isterim.
Farklı yaşlardan, farklı coğrafyalardan, farklı cinsiyetlerden, hikayelerden, bakış açılarından toplam 15 Türkiyeli Ermeni tanığın ‘Türkiye’de Ermeni Olmak’a dair duyduklarını, yaşadıklarını ve fark ettiklerini bizlerle paylaştıkları kitaptan ben de bazı bölümlerin altını çizmeye çalıştım. Ancak aşağıda okuyacaklarınızın kitapta karşılaşacaklarınızın çok az ve sınırlı bir kısmı olduğunu hatırlatayım. (Boldlar bana ait.)

Siz kitabı edinip okumaya bakın, kaçırmayın…
***
?, Erkek, 1949, Nişantaşı-İstanbul
(…)Dedem Varlık Vergisi’nden sonra, ölümüne kadar, 8 yıl hiç konuşmadı. Hiçbir şey konuşmadı, evden çıkmadı, sanki dilsizmiş gibi sırf hareketlerle konuştu. Çok iyi hatırlarım, Harbiye’den Osmanbey’e taşınmışlardı, camın önünde bir koltuğu vardı, orada otururdu. Beni dizine alırdı, iki-üç saat okşar severdi, tek kelime konuşmazdı. Çünkü çok ağır bir travma bu, hayata kaç defa başlayacaksın? Babam her şeyi üstüne almak suretiyle dedemi kurtarmış, kendi gitmiş. O günkü gazetelerde ‘kafile1’, ‘numara1’ diye babamın adı çok net geçiyor. Varlık sıfır oluyor, sonra yeniden başlıyor babam. Dedem ise hayata küsüyor. Ben mesela dedemi sokakta hiç görmedim. Sağlam bir adamdı, hastalığı olan bir adam değildi. Sokağa hiç çıkmadı ve hiç konuşmadı.(…)
?, Erkek, 1961, Eruh-Siirt
(…)Babam dedi ki “Sana gâvur diyecekler, öbürlerine de diyorlar ama seslerini çıkarmıyorlar. Seni öldürmezler, dayağını ye, sesini çıkarma gel evine. Bir yerin kırılsın da sesini çıkarma.” Bu bilinci babam bana verdi. Öyle dayak yiye yiye büyüdüm. Öyle dayak yiye yiye büyüdüm. Yedi sekiz yaşlarında iken büyük adamlar beni kulaklarımdan tutup yere vuruyorlardı, “Gâvurdur, kemiği kırılmaz, sağlamdır” diyorlardı. Bizim orada bir uçurum (Tehtameterxanê) vardı. Oradan insanlarımızı atmışlardı, kemikleri üst üsteydi, beni o uçurumlara götürürlerdi. “Dedelerinin kemiği orada, seni de oraya atacağız” diye tehdit ederlerdi.(…)
?, Kadın, 1981, Mutki-Bitlis
(…)Dönme kararı aldıklarında dört kardeş de evliymiş. Hatta çocukları da varmış hepsinin. Babam eve gelip dönme kararını söylediğinde annem evi terk ediyor. Babamın diğer kardeşlerinin eşleri de karşı çıkıyorlar. Annem evi terk ediyor ama birkaç hafta sonra dönüyor evine. “Mecbur kaldım” demişti bir keresinde bana… Annem de babam da şimdi Müslüman, ikisinin de kimliğinde ‘Müslüman’ yazıyor ama ben vaftiz olduğumda onların vaftiz kayıtlarını da gördüm. Bitlis’te vaftiz olmuşlar.
(…)
Evlenmeden önce Ermenice özel ders almıştım. Biri, sağ olsun, gönüllü olarak bana uzun süre ders verdi. Konuşmaya, okumaya, yazmaya başlamıştım ama biraz ara verince tekrar başlayamadım ve öğrendiklerimde geriledim, çünkü sosyal hayatta kullanamadım ve gittiğim kilisede de Türkçe ibadet ediyoruz. Vaftiz olurken çok değerli ve anlamlı bir isim aldım ama Türkçe ismimi kullanıyorum.(…)
?, Kadın, 1961, Samandağ-Hatay
(…)Anneannem anneme anlatmış kadınların utanarak sıkılarak gelişlerini… Çünkü yolda tecavüze uğramışlardır ve orada gebedirler, o gebeliklerinden dolayı çok utanıyorlar ama yapabilecekleri bir şey yok, çünkü onlar canlarına kıyamamışlardır. O kadar da kolay bir şey değildir.(…)
?, Erkek, 1941, Gümüşhacıköy-Amasya
(…)O zamanlar Kıbrıs olayları da vardı. Makarios’un kuklaları yakılır, sokaklarda gezilir, “Kahrolsun Kıbrıs! Kahrolsun Hıristiyanlar! Kahrolsun Ermeniler!” diye bağırırlardı. Anneannem hemen “Aman ortada durmayın, gelin içeri” diyerek bizi sokaktan toplardı. Bayramlarımızda kapılarımıza kedi köpek leşleri asılırdı.
(…)
Ama mesela Erzincan’a gittiğimde içim parçalandı. Erzincan Hastanesi’nde bütün Ermenileri toplamışlar, o zaman tifo, tifüs salgını var, aşı geliştirmek istiyorlar, Ermeni denekler üzerinde denemişler. Bunu yapan adamı profesör yapmış, mikrobiyoloji enstitüsünden kürsü vermişlerdir, hoca olmuştur.(…)
?, Kadın, 1950, Malatya
(…)Kızım da burada evlendi. Alenen düğün de ettik. Öyle kendimizi saklamadık burada. Kızımın iki çocuğu oldu, Sarkis ile Avedis. Büyük torun doğunca dedim ki  “Öyle bir isim koyun ki hem onlara uysun, hem bize” Babamız dedi ki “Niye? Dedemizin ismi konacak, Sarkis’tir, Sarkis olacak, bu kadar.” Çocukların vaftizi de burada oldu. Vaftiz yemeğimizi de burada yaptık.(…)
?, Erkek, 1953, Kayseri
(…)Tehcir anılarını anlatırken anneannem çok hüzünlenirdi. Hiç ayrıntıya girmezdi ama Tehcir’den söz ederken bize hep “Gidin buralardan, durmayın buralarda” derdi. Anneannem kız kardeşinin bir Türk’le evlenmesini hiç hazmedemedi. Bu yüzden kendi öz yeğenini hiç görmek istemedi. Çok dindar bir kadındı, sürekli dua ederdi. Bize hep “Aman dikkat edin. Çok mal mülk edinmeyin. Göze batmayın” derdi.
(…)
Bugün 24 Nisan anmaları, “özür diliyoruz” kampanyaları yapılıyor. Bunlar bu ülkedeki vicdan sahibi ve aydın insanlar. Ama bunların bile çoğu Türkiye’de geçmişte ne olduğunu Amerika’da Avrupa’da doktora yaparken öğrendi, bunu kendileri söylüyor. Çünkü Türkiye’de 80 yıldır bunlar anlatılmadı, insanların beyinleri yıkandı. Şimdi bunca zaman sonra insanlara gerçekleri, doğruları anlatmak kolay değil. Elbette çok tepki çekiyor.(…)
?, Kadın 1977, Küçükçekmece-İstanbul
(…)Ermenice bilmeyi çok isterdim. Fransa’daki akrabalarımla Ermenice konuşabilmek isterdim. Bu benim için çok can sıkıcı bir şey. Daha da önemlisi, Ermenice kitap okumak isterdim. Mesela Zahrad’ı okuyamıyorum. Bir şairi anadilinden okumaktan daha güzel bir şey yok. Mesela Yıkıntılar Arasında’yı okumak istiyorum, bulamıyorum Türkçesini. Bu bende bir eksiklik duygusu yaratıyor.(…)
?, Erkek, 1935, Kadıköy-İstanbul
(…)Bütün Kafileyi öldü sanıyorlar. Ölüleri soymak için aralarında dolaşmaya başlıyorlar. Büyükannem o zaman bir fundalığın arasına gizleniyor, onu görmüyorlar. Onlar çekip gittikten sonra çocuklarını orada gömüyor. Tek başına kalınca Erzincan civarında bir köye sığınıyor. Bir yaşlı Türk kadın büyükannemi saklıyor. Ermeni olduğunu bile bile saklıyor aslında. Bu çok tehlikeli, çünkü köylere emir gitmiş, “Evinde Ermeni saklayan, evinin kapısında asılacak”  diye. Bu yaşlı kadın ona rağmen büyükannemi geceleri yanında, gündüzleri ise kümeste saklıyor.”
(…)
Tam işler yoluna giriyor derken babama Yirmi Kura Askerlik çıkmış. Denizli Çivril’e gidiyor, ne idüğü belirsiz bir askerlik… Asker elbisesi giydirmiyorlar. Çöpçü elbisesi vardı o zamanlar, eski kahverengi, onlardan giydiriyorlar, çünkü asker değil bunlar. Yani kampa götürülüyor, gayrimüslim ya… Benim babamın gittiği birlikte bir tane Ahmet, Mehmet yok. Hepsi Niko, Pandeli, Artin, İzak mizak…(…)
?, Kadın, 1988, İstanbul
(…)Otobüsten indim, okula doğru yürürken beyaz bereli, sivri burunlu ayakkabı giymiş biri “Hey, Ermeni!” diye seslendi. Hiç cevap vermeden yürümeye devam ettim. O da arkamdan “Hey, sana diyorum!” diye bağırmaya devam ediyor. Baktım, sabah erken saat olduğu için etrafta tanıdık kimseyi göremeyince gerisin geri otobüs durağına dönüp ilk gelen otobüse bindim. Bir baktım ki gelip karşıma oturdu. Pis pis sırıtan bir tip…
(…)
Birkaç gün korkumdan evden çıkamadım. Okula gitsem mi gitmesem mi derken finaller kaçtı. Savcıya gittik, şikâyette bulunacağız, adam “Gazze’de çocuklar ölüyor, sizin uğraştığınıza bak!” dedi. Annem şoka girdi tabii. Savcıya göre “Ermeni’ysen okulunu ona göre seçeceksin.” Annemler dekana gittiler. Dekan da “Bunlar kara cahiller, çeker vururlar. Ne kendi başını belaya soksun, ne benim başımı belaya soksun. Okula gelmesin” demiş. Valiliğe dilekçe yazdık. Oradan da ses çıkmadı. Bir süre sonra okula gittim. Başlarına bir şey gelecek diye kimse konuşmuyordu benimle. Hâlâ da öyle.(…)
?, Erkek, 1950, Kumkapı-İstanbul
(…)Dedem Tevfik askerde Müslüman olup kendi kendini sünnet etmiş.
(…)
Askerden sonra eve dönmüş. Artık Müslüman olduğu için her sene bir kadın getirmiş eve. Getirdiği kadınlar da Ermeni kadınları, kesim artıkları. Başka kadın da getirmiyor. Hepsinden de beşer beşer çocuk yapmış, olmuş 15 çocuğu. Dedem artık Tevfik Çavuş. Gaziydi ama gazi kartını almadık ki Ermeni olduğu anlaşılmasın. Kızlarından üçünü dördünü Ermeni’ye vermiş. Annemi de Ermeni’ye vermiş. Dedemin inancı falan yoktu. Ne camiye, ne de kiliseye giderdi. Hiçbir inancı yoktu. Dedeme “Allah var mı?” filan diye sorsalardı ona bile ne derdi bilmiyorum. Dedemde dinle ilgili hiçbir şey görmedim.(…)
?, Kadın, -, İstanbul
(…)Bir Müslüman’ın, bir Musevi’nin ya da bir ateistin varlığından rahatsız olmam. Beni rahatsız eden, geçmişe ya da kimliğe duyulan saygısızlık. Kendi mesleğimden bir örnek vereyim. Mimarlıkla ilgili sempozyumlarda, Rumların yaptığı evleri ‘Türk evi’ diye anlatıyorlar. Ya da Kayseri mimarisi diye Ermenilerin orada yaptığı taş evlerden söz ediyorlar. Van’ı anlatırken Ahtamar’dan bir cümleyle bile bahsetmiyorlar. Bu kültürün temellerinde var olan ana elementlerin bahsi geçmiyor. İşte bunlar ağırıma gidiyor. İnkâr sadece soykırımı reddetmek değil, bu da bir inkâr…(…)
?, Kadın, 1992, Yeşilköy-İstanbul
(…)19 Ocak’ta Hrant Dink’in öldürüldüğünü de okulun servisinde duydum. Servis şoförümüz Karslıydı. Ermenice de bilirdi. Haberi duyunca radyonun sesini açtı ve aynadan bana baktı. Ben de birden ağlamaya başladım. Dink ailesinden pek çok kişiyi de Kınalıada’dan tanıyordum. Eve geldim anneannem ve dedemle konuştum. Anneannemin bana ilk tepkisi “Böyle konuşmaya devam edersen kafanın arkasından üç tane kurşun yer ölürsün” oldu. Dedem ise ona “Saçmalama kadın” dedi.(…)
?, Kadın, 1957, Bir Kuzey Ege kasabası.
(…)Annemin Ermeni olduğunu belli bir yaştan sonra öğrendim. Çocuk yaştayken annemizin lehçesindeki farklılıkları görebiliyorduk ama evde hiçbir zaman onun Ermeni olduğu söylenmiyordu. Bize anlatılan hikâye şuydu: Annemizin babası anneannem öldükten sonra bir Ermeni kadınla evleniyor. Aslında annemiz Müslüman, anneannemiz Müslüman, dedemiz Müslüman, herkes Müslüman, fakat evlendiği kadın Ermeni Hıristiyan, annemi de o Ermeni kadın büyüttüğü için annemin lehçesi farklı… Gerçeğin böyle olmadığını çok sonra öğrendik.(…)
?, Erkek, 1980, Bağlarbaşı-İstanbul
(…)İnsanın dayanma gücünü anlayamıyorum. Üç çocuğun karının gözünün önünde öldürülüyor, senin komşuların da bunu biliyorlar, sonra sen yaşamaya devam ediyorsun aynı kasabada, tekrar çocuk doğuruyorsun… Aklım bunu hiçbir zaman alamamıştır. Çok hikâye var ama en çok bu hikâye ağır geliyor bana. O yaşandıktan sonra o hayat aynı yerden nasıl devam ediyor? 1915’te kimin ne yaptığı beni ilgilendirmiyor. Kimin ne yaptığını biliyoruz, çünkü ortada bir sonuç var: Bir nüfusun üçte biri yok olmuş gitmiş. Beni kimin ne yapmadığı ilgilendiriyor. Komşun öldürülürken sen ne yapmadın? Ya da nasıl yapmadın? Nasıl izin verdin? Ben hep bunu düşünüyorum.(…)
Sessizliğin Sesi, Türkiyeli Ermeniler Anlatıyor, Derleyen Ferda Balancar, Uluslararası Hrant Dink Vakfı Yayınları, Aralık 2011, İstanbul

Wednesday, August 21, 2013

fotoğraflarla ilk idam

Amerika İç Savaşı sırasında öldürülen Abraham Lincoln'un suikastına karışanların 1865 yılında gerçekleşen infazı belki de görüntülenen ilk idam olmuştu.

Fotoğraflar Alexander Gardner tarafından çekilmişti.
fotoğraflarla ilk idam Resim 0

Komploya karışanlar idam ediliyor

fotoğraflarla ilk idam Resim 1

fotoğraflarla ilk idam Resim 2

Başkan yardımcısı William H. Seward'a suikast girişiminde bulunan Lewis Powell idamını bekliyor.

Tuesday, August 20, 2013

Şüpheli Asker Ölümleri Sürüyor

“Şakalaşma, kaza, intihar” denilerek ört bas edilmeye çalışılan şüpheli asker ölümleri devam ediyor. Nerdeyse her gün kışlalardan bir ölüm haberi gelirken devlet, yaşanan ölümleri yok sayımayı sürdürüyor.
Muğla’nın Marmaris İlçe Jandarma Komutanlığı’nda askerlik yapan 21 yaşındaki Okan Akdoğan, 17 Haziran’da, gece nöbeti esnasında kalbine dayadığı tüfekle intihar etti. Kışlalarda yaşanan dayak, hakaret, kötü muamele ve işkence halen devam ederken; Akdoğan’ın askerliğinin bitmesine 5 ay kala intihar ederek yaşamına son vermesinin, “hangi sebeple intihar ettiği”nin bilinmediği açıklandı.
Diyarbakır Lice Jandarma Komutanlığı’nda askerliğini yapan Muhammet Sıddık Çintimar’ın, 22 Haziran’da ölüm haberi geldi. Nöbet esnasında arkadaşıyla tartışmaya başlayan Çintimar’ın, tartışma sonucu arkadaşının G-3 tüfeğiyle vurulduğu iddia edildi. Hastaneye kaldırılan Çintimar’ın, yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadığı bildirildi.
Mardin Dargeçit’te asker olan Faysal Genç, 23 Haziran günü, askerliğini yaptığı birlikte intihar etti. Nöbet esnasında kendini vuran Genç, kaldırıldığı hastanede yaşamını yitirdi. Faysal Genç’in ölümünün ardından, olayla ilgili soruşturma başlatıldığı iddia edildi.
Bingöl’ün Yayladere İlçesi 2’nci Komando Tabur Komutanlığı’nda askerlik yapan Adem Kalkan, 24 Haziran tarihinde, önce çevreye rastgele ateş açtığı, sonra silahını çenesine ateş ederek intihar ettiği iddia edildi. Askeri yetkililer, olay hakkında Kalkan’ın ailesine bilgi vermekten kaçınırken, Adem Kalkan’ın ailesi kendilerine bilgi vermek isteyen askerlere baskı yaptığını açıkladı.
Askeri yetkililerin oğullarının yarasını görmelerine ve oğullarını yıkamalarına engel olduğunu söyleyen aile, Adem’in ölümünden devleti sorumlu tutarken; “Kars’ın elektriği, yolu, suyu olmayan bir köyünde yoksul bir aile çocuğu olan Adem neyin borcunu ödemiştir? Vatan borcunu ödemek klişesi ile zorla askere aldığınız, yoksullara ve Kürtlere reva gördüğünüz bu mudur? Bunun hesabını kim verecektir?” diyerek olayın takipçisi olacaklarını açıkladı.
Rize İl Jandarma Komutanlığı’nda görevli, açık kimliği açıklanmayan B.G.’nin, 27 Haziran’da, gece nöbeti sırasında kalbine dayadığı tüfeği ateşleyerek intihar ettiği iddia edildi. B.G.’nin, nöbet kulübesinde tüfeği kalbine dayayarak ateşlediği ve yapılan tüm müdahalelere rağmen kurtarılamadığı iddia edildi.

Friday, August 16, 2013

Yeşilçam'ın efsane fotoğrafçısıydı

Yeşilçam'ın efsane fotoğrafçısıydı
Okuyucu Modu Kapat Yazıyı Büyüt:
Zeki Müren, Cüneyt Arkın, Yılmaz Güney gibi Yeşilçam'ın efsane isimlerinin fotoğraflarını çeken Osep Minasoğlu dün sabah son zamanlarını geçirdiği Bomonti Petites Soeurs Bakımevi'nde yaşama veda etti.
Osep Minasoğlu 26 Şubat 1929’da Samatya’da doğdu. Semtin en eski ve köklü ailelerinden Hacı Osep ailesine mensup olan fotoğrafçı Türkiye’ye otomatik baskı makineleri, dia pozitifler ve renkli negatif filmleri ilk getiren, ilk renkli fotoğraf çekimi ve baskısı yapan kişi olarak fotoğraf tarihimizde önemli bir isimdi. 6-7 Eylül 1955 olayları sonucu ülkedeki baskılara dayanamayan sanatçı Paris’e yerleşmiş ve fotoğraf sanatının inceliklerini öğrenmişti. 1960’lı yıllarda Türkiye’ye döndükten sonra zamanının en büyük fotoğraf stüdyolarından birini Osep Fotoğrafçılık ismiyle açan Minasoğlu dünyada 35 mm sinema filmini dia haline getiren ilk kişi olarak tarihe geçmişti. Minasoğlu’nun hayatı 2007’de Stüdyo Osep adlı bir kısa filme konu olmuştu.

2009’da arşivi sanatçı Tayfun Serttaş’ın çalışması sonucu bir sergiyle halka açılmış, sergide bulunan 400’ün üzerinde fotoğraf Stüdyo Osep ismiyle kitaplaştırılmıştı.
Maddi sıkıntılar sonucu Paris’ten dönüşünde fotoğraf stüdyosunu kapatan fotoğrafçı geçimini Satranç Kulübü’nde oyuncuların fotoğraflarını çekerek sağlıyordu. Son zamanlarında Bomonti - Petites Soeurs Bakımevi’ne yerleşmişti.
Minasoğlu iki ay önce düşme sonucu kalça kırığı teşhisiyle hastaneye kaldırılmış ve geçtiğimiz günlerde taburcu olmuştu.

 

Sunday, August 11, 2013

Çocuk istismarında biz çocuğun söylediği her şeyi doğru kabul ederiz



 Ayşe ARMAN
aarman@hurriyet.com.tr
11 Ağustos 2013

Geçen hafta, hepimizin kanını donduran C.İ’nin başına gelenleri okudunuz.

Annesi Gülay K, böğüre böğüre ağlayarak anlattı.
Gülay K, kızı C.İ’nin 2.5 yaşından beri, öz babası ve üvey abisi tarafından cinsel istismara uğradığını söylüyor. Cinsel sataşmalarla başlayan istismarın bir kısmına bizzat kendi tanık oluyor, gerisini kızından dinliyor, travmalarını da onunla birlikte yaşıyor.
Ve sonra hukuki süreç başlıyor.
Çapa ve Cerrahpaşa’nın Adli Tıp Ana Bilim dalları tarafından verilmiş 11, ‘Cinsel istismar’ raporuna ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin de ‘Cinsel istismar riskine karşı koruma kararı’ vermiş olmasına rağmen; mahkeme, küçük kızın babasını beraat ettirdi ve “görüşmelerinde sakınca yoktur kararı” verdi.
Tabii insanın aklı almıyor!
Ne var ki burası Türkiye, aklımızın alamadığı bir sürü şey oluyor!
Bugün C.İ’ye “cinsel istismar yaşamıştır” raporunu veren adli tıp profesörlerinden biri, Profesör Şevki Sözen karşınızda.
Şevki Sözen, bu ülkenin çocuk istismarı konusundaki en önemli uzmanlarından biri.
Çalıştığı spesifik konular; aile içi şiddet, cinsel saldırılar ve çocuk istismarı.
Neredeyse, hayatını bu konulara vakfetmiş.
Cerrahpaşa Tıp Fakültesi mezunu. Mezun olduktan sonra, birinci tercih olarak adli tıp uzmanlığını seçiyor. Adli tıp uzmanlığının içinde de ‘klinik adli tıp uzmanlığı’ diye bir bölüm var. ‘Çocuk istismarı’ da ana konularından biri.
Sözen, sadece C.İ’ye ‘istismara uğramıştır’ raporu vermekle kalmadı, aynı zamanda mahkemede de bilirkişi olarak dinlendi ama hasta özelinde konuşmama gibi bir ilkesi var. O yüzden sorularıma C.İ’nin özelinden değil, bütün cinsel istismara uğrayan çocuklar üzerinden cevap verdi. Ama şunu da söylemeyi ihmal etmedi: “Altına imza attığımız rapordan yüzde 100 eminiz!” Bugün başlayacak Şevki Sözen röportajı, birkaç gün devam edecek…



Karşınıza gelen çocuğun, yalan söyleyip söylemediğini nasıl anlayabiliyorsunuz?
- Çocuk istismarında, biz çocuğun söylediği her şeyi doğru kabul ederiz. “Doğrudur” diye yola çıkarız. Türkiye’de yanlış bir kanı var: “Çocuklar, yalan söyleyebilir” denir. Hayır! Çocuklar sadece bilgi dağarcıklarında olan konular hakkında yalan söyleyebilirler. Karşımızdaki çocuk, cinsellikle ilgili, bilmesi gerekenden fazla bir bilgiyle bize geliyorsa, inanırız…

Nasıl yani?
- Diyelim ki, çocuk, bir baba resmi çiziyor ve baba figürünü erekte olmuş bir penis şeklinde çiziyor. 3-4 yaşlarında bir çocuğun, penisi bu kadar büyük ve kusursuz çizebilmesi beklediğimiz bir şey değil. Biri ona öğretmiş ya da bir olaya tanık olmuş olabilir. Bunun altını, bizim deşmemiz gerekiyor. Çocuklar kendilerini, kendi cümleleriyle ifade ederler. Biz işte, o minik cümlelerin peşindeyiz. Örneğin bir vakam vardı. Küçücük bir kızcağızın söylediği tek bir cümle: “Babamın sütü çok acı!” Baba, ona süt vermiş de süt bozuk mu çıkmış? Hayır! Baba tarafından oral penetrasyon yapılıyor ve çocuk, spermin tadını anlatıyor. Baba, “İç bu sütü, boyun uzayacak” diye onu kandırıyor. Zaten bu tür durumlarda, karşı taraf, ya “Bunlar oyun” diyor ya “Aramızda sır” ya da kimseye anlatmaması için hediyeler alıp, bir şekilde onu kandırıyor.

İğrenç ötesi! Çok vahim! Peki kullandığınız yöntemler ne kadar güvenilir?
- Bütün gelişmiş ülkelerde kullanılan yöntemler. Yüzde 100 güvenilir. Tabii ki tecrübe de önemli. Ben 87’den beri bu alanda çalışıyorum. Bize, cinsel istismar şüphesiyle gelen vakaların üzerinde günlerce, haftalarca, bazen aylarca çalışıyoruz. Bir çocuk, “Kulağım ağrıyor bakar mısınız?” diye bir kulak burun boğazcıya gittiğinde, hekim, daha somut bulgularla  teşhis koyabilir. Bizde öyle değil. İnceleme uzun zaman alıyor. Klinik psikologlar ve çocuk psikiyatristleriyle ekip olarak çalışıyoruz. En sonunda herkesin bulgularını masaya yatırıp, ortak bir kanıya varmaya çalışıyoruz.

Yani bir çocuk, cinsel istismardan söz ediyorsa, şüphelenmek değil, ciddiye alıp araştırmak mı lazım?
- Elbette. Mutlaka anlattıklarının altında yatan etkeni bulmak lazım. Ama bunu da siz evde bulamazsınız. Bir adli tip uzmanının tecrübesinden destek almalısınız. Anne babaların en büyük hatalarından biri bu…

Ne anlamda?
- Diyelim ki çocuk, okulda bir olaydan bahsetti. Dedi ki, “O amca bana hep bir yerini yalatıyor.” Anne babalar genelde panik yaparlar ve çocuğu sorguya çekmeye başlarlar. Kim o amca? Neresini yalatıyor? Pantolonunu çıkarıyor mu? Çıkardıktan sonra cinsel organını gösteriyor mu? Cinsel organını mı yalatıyor? Oysa, biz asla böyle şeylerden söz etmeyiz. Bu bilgileri çocuğa vermeyiz. Çünkü böyle sorular sorduğunuz anda, kirlenmiş bir bilgi birikimi yaratmış olursunuz. O nedenle şayet çocuğunuz şüpheli cümleler kuruyor ve bunun altında cinsel istismar olabileceği kuşkusu taşıyorsanız, ne olur onu bu işin uzmanı olan birine götürün. O görüşsün. Bilgi kirliliği oluşturmayın. Bırakın biz araştıralım, siz araştırmaya çalışmayın.

Peki çocuğun yaşadıklarını anlatırken abartması, iftira atması da mı mümkün değil?
- 13-14 yaşındaki çocuklarda bununla karşılaşabiliyoruz. Ama 4 yaş grubunda, beklediğimiz bir şey değil. 4 yaşındaki bir çocuğun, bilgi birikimi, detaylı bir şekilde birine cinsel anlamda iftira atabilecek düzeyde değil. Düzeydeyse de zaten o durumun altında bir başka cinsel istismar, bir başka öğreti vardır.

Sizin C.İ’ye verdiğiniz rapor kanaat mi, kendi fikriniz mi yoksa bunu tartan bilimsel bir yöntem var mı?
- Hastalarımız özelinde konuşmamak gibi bir ilkemiz var. Hem etik hem de yasal anlamda. Ama şunu net söyleyebilirim: Bir çocuğa bir rapor düzenlediysek bu raporu, mutlaka bir heyet olarak düzenliyoruz. Heyetin içerisinde klinik psikolog, adli tıpçı, çocuk psikiyatristi arkadaşlarımız bulunuyor. Sözünü ettiğiniz çocuğumuz için düzenlediğimiz raporda da aynı ekibin bulunduğunu düşünürsek, evet, altına imza attığımız rapordan yüzde 100 eminiz.



Bu yaşta bir çocuk, bu travmanın izini ömür boyu taşır mı?
- Evet, böyle bir risk var. Çocuk, aile içinde böyle bir istismara uğradıysa, aile kavramı toptan yıkılıyor. Sokaktaki biri bunu yaptıysa ve aile çok akılcı ve doğru davranırsa, çocuğa zamanında ulaşıp, doğru yerde muayene ve tedavi ettirebilirse, o zaman daha kolay iyileşebilir. Ama öteki türlü zor. Çünkü çocuk, güven duygusunu ailede hisseder. Aile içinde cinsel istismar yaşadıysa, onun için aile kavramı bitiyor. Güven duygusu, onarılmaz bir şekilde yok oluyor. İkincisi, bu çocuğun ileride kendisinin de bir aile kurabilme ihtimali ortadan kalkıyor. Kursa bile, aile kuracağı kişiye karşı sürekli bir güven duygusu eksikliği yaşıyor. Bazen de ömür boyu sürecek terapiye ihtiyaç duyuyor…

Cinsel istismara karşı her çocuğun verdiği tepki aynı mı?
- Hayır. Bazen bir bakarsınız, “Çocuk bu kadar olay yaşamış, ne kadar tepkisiz, ne kadar sakin duruyor” diye şaşarsınız. Ama siz o sakin çocuğu, beş sene sonra görün. Öyle bir tepki verir ki, ne yapacağınızı şaşırırsınız. Bu yüzden biz, cinsel istismara uğramış çocuklar için, anlık dilimler içinde kanaat bildiremeyiz. Bu çocuklar ileride cinsellikten tamamen soğuyabilir ya da tam tersi, aklınıza gelemeyecek, olamayacak, “Bunu da yapmaz!” diyebileceğiniz cinsel ilişkiler içine girebilir ve hiperseksüel bir kimliğe bürünebilirler...

Ne yazık ki bazı babalar yapıyor!

Çocuğun yaşadıklarını size rahatlıkla anlatması için n’apıyorsunuz?
- En önemlisi bize güven duyması. Çocuk gelecek, bize ısınacak, küçük oyunlar oynayacak. Sonra yine gelecek. Bize, güven duyması için uğraşırken, asla yalan söylemeyiz. Orada ne için bulunduğunu söyleriz.

Ne diyorsunuz?
- Birilerinin ona kötülük yaptığını, bizim de ona yardımcı olmaya çalıştığımızı söylüyoruz. Bazı çocuk geliyor 3 yaşında ama IQ’su çok yüksek. O çocuklara anlatmak daha kolay ama onların travmaları daha ağır. Çünkü olayı algılama yeteneği daha fazla. Bize güvendikten sonra onlarla oyun oynamaya başlarız. Bunu klinik psikolog ve adli tıp uzmanı arkadaşlarımızla birlikte yapıyoruz. “Hadi evcilik oynayalım, bir anne, bir baba ve çocuk var. Birlikte çarşıya gitsinler. Okullar açılıyor, okul alışverişine gitsinler. Telefon geldi, anneyi çağırdılar. Babayla çocuk eve gitsin, hava karardı…” İşte o zaman çocuk başlıyor ağlamaya! “Babamla eve gitmem!” diye tutturuyor! O zaman, babayla kötü bir deneyim yaşadığını anlıyoruz ama zorlamıyoruz. “Peki, n’apalım, babayla sokakta mı gezsinler? Sen söyle” diyoruz. Oyunun ondan sonraki kurgusunu çocuğa bırakıyoruz. Oyun yoluyla yaşanan her şeyi, zaman içinde anlatıyor çocuk. Resimler de bize çok ipuçları veriyor. Demin de dediğim gibi, 3 yaşındaki bir çocuk babasını çizerken erekte penisle çizmez…

Peki C.İ vakasında sizin verdiğiniz raporu, mahkemenin ciddiye almamasını nasıl karşılıyorsunuz?
- Bu, benim de içimi çok acıtan bir konu. Ama hukuksal platformda bir sıkıntı yaşandığında, bizim buna ne müdahale etme şansımız var ne de yetkimiz. Ne yazıktır ki bizim toplumumuzda, “Babalar bunu yapmaz!” diye yanlış bir yargı var. Yargıda çalışan kişiler de toplumun bireyleri olarak, bu öğretilerden nasiplerini almışlar. Ama yanılıyorlar, ne yazık ki bunu yapan babalar var. Bu da bir gerçek.

O davada bilirkişi olarak dinlendiniz…
- Evet. O çocuğu muayene eden hekimlerden biri olarak, hâkime çocuktaki tıbbi bulguları ve hangi yöntemleri kullanarak o bulgulara ulaştığımızı anlattım. Siz iki buçuk saat anlattıktan sonra hâkim size şunu sorabiliyor: “Elle tutulur bulgu var mı?” “Yok, ruhsal bulgu var.” “Peki, cinsel istismarı kanıtlayabilir misin?” “Eğer benim muayeneme güvenirsen, oradaki diğer bilim adamlarının muayenelerine güvenirsen, o zaman bunlar kanıttır.” Ama işte yetmiyor, bazen ikna olmayabiliyorlar…

Oyun odalarında anlatılanları kayda alabilir misiniz?
- Yapabiliriz ama hâkim için bu bir şey ifade etmez ki. O çocuğun anlattıklarını yine adli tıp uzmanı bir hekim olarak ben değerlendirebilirim. Ya da çocuğun çizdiği resimleri gösterebilirim. Ama karşı tarafın avukatı, “Annesi öğretmiştir, çocuk da onu çizdi” diyecektir. Gerçi bu konuda çok duyarlı hâkimlerimiz de var. Onların da hakkını yemeyelim. Ama bir grup da “Bu elle tutulur bulgu değildir!” deyip kanıt olarak kabul etmiyor.

Onlar için kızlık zarı yırtıldı mı yırtılmadı mı, sadece bu mu önemli?
- Evet, bunu soruyor. “Kanaması var mıydı?” ya da “Anal bir penetrasyon var mı?”, “Anüsünde yırtık var mı?”, “İçinde sperm buldunuz mu?”

Çok korkunç geliyor bu anlattıklarınız bana. İnanmak istemiyorum… Peki C.İ durumundaki cinsel istismar yaşamış çocukların, istismarcıların -bu vakada abisi ve babasıyla- görüşmesinde bir tehlike yok mu?
- Olmaz mı? O çocuğun, istismarı uygulayanlardan kesinlikle uzak tutulması gerekiyor. Şayet bir ailede bir çocuk, hem babadan hem abiden dolayı cinsel istismara uğruyorsa, o abi de bir cinsel istismar mağduru olabilir. Onun da araştırılması gerekiyor. Cinsel istismarcı erkeklerin geçmişini araştırdığınızda, yüzde 90’ının çocukluklarında cinsel istismar mağduru olduklarını görürsünüz.

Raporunuz reddedildiğinde ne hissediyorsunuz?
- Bir çocuğu uzun süre takip etmişsek, cinsel istismar mağduru olduğu tanısını koymuşsak ve baba tarafından gerçekleştiğine kanaat getirmişsek ve bu kanaatimiz mahkeme tarafından inandırıcı bulunmuyor ve o çocuk koruma altına alınamıyorsa -ki o çocuğun o babaya gitmesi demek, defalarca daha cinsel istismar mağduru olması demek- o zaman içim acıyor. O çocuğun ruhsal durumu adına, geleceği adına kaygılanıyorum. Yazdığım raporlara inanmayıp, karşı tarafı haklı bulup o cinsel istismara göz yumarlarsa, mesleki, insani ve bildiğim bütün değerler anlamında kırılıyor ve umutsuzluğa kapılıyorum. Ama bu, meslekten vazgeçeceğim anlamına gelmiyor, aksine daha çok mücadele edeceğim anlamına geliyor…

Fotoğraf: Emre Yunusoğlu

Thursday, August 8, 2013

Video / Palestinian boy upset by father's arrest garners international media attention

Border Police arrested Fadel Jaber, claiming he and his family had attacked police who were disconnecting their illegal water connection.

By |



Palestinian boy upset by his father's arrest
A 5-year-old Palestinian boy upset by his father's arrest on August 2, 2010 Photo by AFP

Video footage of a 5-year-old Palestinian boy weeping as his father is arrested by Border Police officers near Hebron this week has been making waves internationally and garnering attention from media outlets worldwide.
In the clip, the boy, Khaled Jaber, chases after his father during the latter's arrest, calling out "baba, baba." A Border Police officer approaches the boy, takes him by the arm to separate him from his father, who is driven away from the family home in a police car.