Thursday, April 25, 2013

Türkiye’de dört çocuktan biri yoksul


 Türkiye 23 Nisan’ı 4,6 milyon çocuğun yani her dört çocuktan birinin maddi yoksunluk içerisinde yaşadığı bir ülke olarak geçiriyor

T24

Betam’ın araştırmasına göre, Türkiye’de 4.6 milyon çocuk yoksulluk içerisinde yaşıyor. Güneydoğu Anadolu’da ise çocukların yüzde 42’si yoksul.
Türkiye ’de 4.6 milyon çocuk, yani her dört çocuktan biri beslenme, ısınma ve giyim gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi’nin (Betam) araştırmasına göre 2006’dan 2010 yılına önemli düzelmeler kaydedilse de hâlâ 4.6 milyon çocuk maddi yoksunluk içinde yaşıyor. Prof. Dr. Seyfettin Gürsel, Yrd. Doç. Dr. Gökçe Uysal ve Araştırma Görevlisi Ayşenur Acar’ın hazırladığı araştırmaya göre bölgeler arasında da çocuk yoksulluğu açısından derin farklılıklar bulunuyor. Doğu’da çok daha vahim olan çocuk yoksulluğu Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde yaşayan çocukların yüzde 40’ını olumsuz etkiliyor.
Betam’ın araştırması sayıları 18.8 milyona ulaşan 0-15 yaş arasındaki çocukların maddi yoksulluğunu belirlemek için üç farklı ihtiyaca odaklanıyor. Çocukların yüzde 40,3’ü ısınma ihtiyacını yeterli derecede karşılayamazken, yüzde 40,8’i ise eskiyen giyeceklerini yenileyemiyor. 12.5 milyon çocuk ise beslenme ihtiyacını karşılayamıyor yani gün aşırı et, tavuk ya da balık içeren yiyecekler yiyemiyor. Her üç çocuktan ikisi gün aşırı bile ana protein kaynaklarına ulaşamıyor olması çocukların sağlıklı beslenemediğine işaret ediyor.
 Doğu’da daha vahim

Veriler bölgeler bazında önemli farklılık gösteriyor. Türkiye’nin batısından doğusuna gidildikçe çocuk yoksulluğu artıyor. Batı Marmara, Ege, Doğu Marmara, Batı Anadolu, Orta Anadolu ve Batı Karadeniz’de çocuklar arasında maddi yoksunluk çekenlerin oranı Türkiye ortalamasının altında. İstanbul ve Akdeniz Türkiye ortalamasına yakın iken Doğu Karadeniz ve Kuzeydoğu Anadolu bölgelerinde her üç çocuktan biri maddi yoksunluk içinde. Çocuk yoksulluğunun en yaygın olduğu bölge ise Güneydoğu Anadolu. Bu bölgede yaşayan çocukların yüzde 42,1’i maddi yoksunluk çekiyor. Güneydoğu Anadolu’daki haneler 1 milyon 200 bin çocuğun ne beslenme, ne ısınma ne de giyim ihtiyaçlarını karşılayabiliyor.
 Çocuk nüfusu yarı yarıya azalacak

Türkiye’de 2012 sonu itibariyle 22 milyon 692 bin 174 çocuk bulunuyor. TÜİK tarafından yapılan açıklamada, 2012’de yüzde 30 olan çocuk nüfus oranının, 2023’te yüzde 25,7’ye, 2050’de yüzde 19,1’e ve 2075’te yüzde 17,6’ya düşmesinin beklendiği bildirildi. En yüksek çocuk nüfus oranına sahip il yüzde 49 ile Şırnak olurken en düşük il ise yüzde 18’le Tunceli oldu. Doğan bebeklere konulan en popüler üç erkek ismi Berat, Yusuf ve Emir, en popüler kız ismi ise Zeynep, Elif ve Ecrin oldu.
 4.6 milyon çocuk yoksul

Yoksul çocuk    Yoksul çocukların sayısı (bin kişi) payı (%)
Maddi yoksunluk 4.583 24,4
Beslenme 12.577 66,9
Isınma 7.585 40,3
Giyim 7.665 40,8
Toplam çocuk sayısı 18.800

Türkiye çocuk işçiliğinde Afrika’laşıyor


Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Enstitüsü’nün (DİSK-AR), yaptığı hesaplamaya göre, dünya genelinde azalma eğiliminde olan çocuk işçiliği Türkiye’de kriz sürecinde tekrar canlandı. 14 Mart 2013 tarihinde Adana’da haftalığı 100 TL’ye çalıştığı fabrikada kafası pres makinesine sıkışarak ölen 13 yaşındaki çocuk işçi Ahmet Yıldız’ın anısına ithaf edilen DİSK-AR Çocuk İşçiliği 2013 raporunda, Türkiye’de çocuk işçiliğinde düşüş eğiliminin durduğuna dikkat çekildi. Araştırmada, “1999-2006 yılları arasında istihdam edilen çocuk sayısı 2 milyon 270 binden 890 bin düzeyine düşmüştür. 2012 yılında çocuk işçi sayısı 893 bine ulaşmıştır” denildi. İstihdam içinde değerlendirilmeyen ev işlerinde çalışan çocukların sayısı 2012 yılında yaklaşık 1 milyon kişi artarak 7 milyon 503 bine yükseldi. 5-17 yaş arası toplam çalışan çocukların sayısı 8 milyon 397 bine ulaştı.

Böllgelerde çocuk yosulluğu (Bin kişi)

İstanbul 736
Batı Marmara 125
Ege 408
Doğu Marmara 283
Batı Anadolu 219
Akdeniz 554
Orta Anadolu 159
Batı Karadeniz 171
Doğu Karadeniz 173
Kuzeydoğu Anadolu 215
Ortadoğu Anadolu 340
Güneydoğu Anadolu 1.201
Türkiye 4.583

 Neler yapılmalı

Betam çocuk yoksulluğuyla mücadele için şunları öneriyor:
Yoksul çocuklara yönelik araştırmalar derinleştirilmeli ve etkili destek politikalarının acilen tasarlanmalı.
Çocuk yoksulluğuna yönelik araştırmalar özellikle beslenme ve ısınma sorunlarına odaklanmalı.
Gerçekçi bir protein zafiyeti haritası çıkarılmalı ve buna göre maddi destek politikaları düşünülmeli. Yakacak yardımlarının tamamı gerçek ihtiyaç sahiplerine ulaşmıyor olabilir.
Doğalgaz fiyatlarındaki nispi artış kimi haneleri yakıttan tasarrufa zorluyor olabilir. Düşük gelirli haneler yalıtıma kaynak ayıramıyor olabilir. Genel olarak da yoksulluk araştırmaları ve yoksullukla mücadele TÜBİTAK ve Kalkınma Bakanlığı tarafından öncelikli alan ilan edilmeli.
12.5 milyon çocuk gün aşırı et, tavuk ya da balık yiyemiyor 7.5 milyon çocuk üşüyor
7.6 milyon çocuk eskiyenleri yerine yeni kıyafet alamıyor.

Monday, April 22, 2013

Hayvanlar üzerinde yapılan askeri deneyler


  vegankedi_askeri deneyler
Ordunun hayvanlarla savaşı
Birleşik Devletler ordusu zalim hayvan deneylerini yürütme konusunda uzun bir geçmişe sahip.
Her yıl yaklaşık 342,000 primat, köpek, domuz, keçi, koyun, tavşan, kedi ve başka hayvanlar Amerikan Savunma Bakanlığı tarafından bu ülkede gerçekleştirilen en acı verici deneylerde yaralanıp öldürülmektedir. Bu ordu deneylerinin vergi mükelleflerine yıllık maliyetinin 225 milyon dolardan fazla olduğu tahmin edilmektedir.
vegankedi_askeri deneyler

Çok gizli

Ordu deneyleri ‘çok gizli’ olarak sınıflandırıldığından hakkında bilgi toplamak çok zordur. Yayımlanmış deneylerden, Sovyet AK-47 tüfeklerinden biyolojik ve kimyasal savaş ajanlarına kadar her türlü silahın Birleşik Devletlerdeki tüm askeri tesislerde hayvanlar üzerinde test edildiğini biliyoruz.
Bu deneyler acı verici, tekrarlanan ve güvenilmez olduğu kadar, araştırılan etkilerin çoğunun insanlarda gözlemlenmiş olması veya sonuçların insanlara uyarlanamamasından dolayı özellikle savurgandır da.

Yanık ve patlamalar

1946 yılında bir gemiye bindirilerek Güney Pasifik yakınındaki Bikini Adasına bırakılan 4,000 koyun, keçi ve diğer hayvanlar, üzerlerine atılan bir atomik patlayıcıyla öldürüldü veya ciddi biçimde yandı. Ordu bu deneye ‘The Atomic Ark’ adını verdi.
Fort Sam Houston askeri üssünde, 10 saniye boyunca kaynar suya batırılan canlı sıçanlardan bir kısmının bedenlerinin yanmış kısımları enfekte oldu. 1987’de Maryland’deki Naval Medical Research Institute’de, tıraş edilen sırtlarına etanol sürülen sıçanlar 10 saniye boyunca ‘yakıldı’.
1988 yılında New Mexico Kirtland Hava Üssünde, koyunlar yansıtıcı bir levhanın karşısına gelecek şekilde bir izbironun içine konuldu ve patlayıcı bir aygıt 19 metre ötelerinde patlatıldı. İki deneyde 48 koyun havaya uçuruldu: İlk grupta patlama sırasında giyilen yeleğin önemi, ikinci grupta ise kimyasal göstergelerin patlama yaralarını teşhis etmeye yardımcı olup olmadığı (olmuyor) test edildi.

Radyasyon

Maryland Silahlı Kuvvetler Radyobiyoloji Araştırma Enstitüsünde, sandalyelere bağlanarak tam vücut ışınlamasına tabi tutulan dokuz rhesus maymunundan iki saat içinde altı tanesi kusmaya, salya akıtmaya ve çiğnemeye başladı. Bir başka deneyde ise, tam vücut ışınlamasına tabi tutulan 17 beagle, bir-yedi gün boyunca incelendikten sonra öldürüldü. Deneyciler radyasyonun safra kesesini etkilediği sonucuna vardı.
Teksas Brooks Hava Üssünde, rhesus maymunları B-52 uçuş smülatörüne (‘Primat Denge Platformu’) bağlandı. Aygıtı ‘uçurmayı’ öğrenmeleri için verilen acı verici elektrik şoklarının ardından maymunlar, ‘hayali Moskova’yı bombalamak için gereken 10 saatlik süreye dayanıp dayanamayacaklarını görmek için’ gamma ışınları ile ışınlandılar. En ağır dozu alanlar şiddetle kustu ve öldürülmeden önce aşırı derecede halsiz hale geldiler.

Hastalıklar

Hava sıcaklığının sivrisineklerden bulaşarak ateş, adale ağrısı ve kaşıntıya neden olan dang 2 virüsü taşıyıcılığına etkisini araştırmak için Maryland U.S. Army at Fort Detrick’deki deneyciler yetişkin rhesus maymunlarının midelerini keserek kutuların içine konulmuş sivrisinekleri beslenmeleri için maymunların vücutlarına yerleştirdi.
Fort Detrick deneycileri ayrıca, sivrisinekler vücutlarında bayram ederken, çelik değneklerle tavşanları sıkıştıran küçük bir kafesten oluşan bir tavşan zapt etme aygıtı da icat etti.

Yaralanma laboratuarları

Savunma Bakanlığı 1957 yılından bu yana doktor ve askerlerin travmatik yaralanmaları nasıl tedavi edeceklerini öğreten ‘yaralanma laboratuarlarını’ kullanmaya devam etmektedir. Bu laboratuarlarda – bilinci bazen tamamen açık veya yarı açık olan – hayvanlar askılardan sallandırılarak savaştaki gibi yaralanmalar oluşturması için çok güçlü silahlarla vurulurlar. 1983 yılında halkın baskısı sonucunda Kongre bu eğitim çalışmalarında kedi ve köpeklerin kullanımını sınırladı. Peta ordunun binlerce keçi, domuz ve maymunu her yıl benzer çalışmalar için vurmasını, yakmasını, sakatlamasını, zehirlemesini ve öldürmesini durdurmaya çalışmaktadır.
2006 yılında, bir donanma sıhhiyecisi New York Times gazetesine ‘eğitmenlerin bir domuzu 9 milimetrelik tabanca ile iki kez, bir AK-47 ile altı kez ve 12 kalibrelik tüfek ile iki kez suratından vurduktan sonra ateşe verdiklerini’ anlatmıştır.
2008 yılında, San Antonio Express-News gazetesinde 990 canlı keçinin bir travma dersinde bacaklarının kırılıp kesildiği şöyle anlatılmıştır: ‘Eğitmen Armand Fermin bir ağaç budayıcısını bacak ekleminin üzerine yerleştirerek bastırdı ve bir ‘çatlama’ sesi Fort Sam Houston’daki loş çadırın içinde yankılandı.’
Peta’nın Bilgi Özgürlüğü Yasası talebi yoluyla elde ettiği askeri belgeler, maymunların bir kimyasal silah olan sinir gazı stimulanlarına maruz bırakıldığını, ve bir Ordu doktorunun uygulama boyunca maymunun gösterdiği acı verici tepkiyi ‘tıraş bıçağı dışkılayan bir chiwawa’ya’ benzettiğini ortaya koydu.

Muhtelif

1992 ve 1994’de, Physicians Committee for Responsible Medicine (PCRM) doktorları ordunun hayvan kullanımı ile ilgili olarak Kongre önünde ifade verdi ve Michael Carey’nin Louisiana Eyalet Üniversitesindeki deneylerini soruşturan Genel Muhasebe Dairesi ile birlikte çalıştı. Carey 700 zapt edilmiş kediyi insan yaralanmalarına ‘model’ olarak kafasından vurmuştu. Soruşturma sonucunda Carey’nin kedi vurma deneyleri durduruldu. Hayvanları vurgun, ağırlıksızlık, uyuşturucu ve alkol, duman soluma ve saf oksijen solumaya tabi tutmak da ordunun yaptığı diğer deneyler arasında bulunmaktadır.

Hayvan zekası

Silahlı kuvvetler pek çok hayvanı istihbarat ve muharebe hizmeti için askere alıp hayatlarını ve sağlıklarını tehlikeye sokacak ‘görevlere’ göndermektedir. Deniz piyadeleri köpeklere bomba ve uyuşturucuların bulunmasında ihtiyaç duyulan ‘hırpalama, hırlama, koklama ve başka uygun becerileri’ öğretmektedir.
1987 yılında Chesapeake Koy’unda donanmanın gerçekleştirdiği bir dizi su altı patlayıcısı testinde 3,000’den fazla balık ölmüş ve Güney Pasifik ve Güneybatı Amerika’da gerçekleştirilen nükleer testlerde yüzlerce türün yaşam alanı yok edilmiştir.

Askeri Reform

Ordunun kamuya açık takip sistemi 1998 ile 2006 yılları arasında yapılan yaklaşık 11,127 ordu deneyinde hayvanların kullanıldığını listelemiştir. Bu testler zalim oldukları kadar bilimsel olarak da yanıltıcıdır. Ve hayvanlar insan savaşlarında hiçbir paya sahip olmadıkları halde neden sırf insanlar çekiyor diye acı çekmek zorundalar? Tüm uluslar kimyasal, biyolojik ve balistik silah testlerinde hayvanları kullanmayı reddetmeli ve bilim adı altında gizlenen bu şiddetin sona erdirilmesi için barışçı amaçlarla bir araya gelmelidirler.
Çeviren: Yasemin Yıldız Avdan

Wednesday, April 17, 2013

Palestinian Mother Speaks Out About Daughter’s Honor Killing


Hiyam, a 23-year-old Palestinian woman, was killed at the hands of her father and brother at dawn on March 8 under the pretext of a so-called honor killing. Her mother Souad, 44, spoke with Al-Monitor at the family's home in the Nuseirat refugee camp in the heart of the Gaza Strip. Looking gray with fatigue, and so worn out she could not even stand, Souad said, “They wronged my daughter Hiyam. She was my eldest daughter and the sweetest of them all. May god avenge her father and brother.”


Saturday, April 13, 2013

Evrim Alataş


 1976 yılında Malatya'nın Akçadağ ilçesi Gölpınar köyünde, Alevi-Kürt bir ailenin çocuğu olarak doğdu. İlk ve orta öğrenimini köyde tamamladı.

Eğitimine İstanbul'da devam etti. 1994 yılında gazeteciliğe başladı. "Özgür Basın Geleneği" olarak tanımlanan "Kürt gazeteciliği" sürecinde on yıl yer aldı.Yeni Politika, Demokrasi, Özgür Bakış, Ülkede Özgür Gündem gibi gazetelerde muhabir ve editör olarak çalıştı. Bir dönem Evrensel gazetesinde de yer alan yazar, Birgün ve Özgür Politika gazeteleri ile Esmer Dergisi'nde çeşitli dönemlerde köşe yazarlığı yaptı. Esmer Dergisi, Birikim, Siyahi, Amargi, Tiroj gibi dergilerde makaleleri yayımlanan yazar, Radikal İki başta olmak üzere pek çok yayına ağırlıklı Kürt sorunu üzerine yazılar yazmaktadır.

2003 yılında Aram Yayınları'nda "Mayoz Bölünme Hikayeleri" adıyla kitabı yayımlanan Evrim Alataş, Kürt coğrafyasında yaşanan çatışmalı dönemin traji-komik hikayelerini derleyerek bir "kara mizah" dili yaratırken, çeşitli kitaplara da katkılarda bulundu. Alataş, Mehmed Uzun'un hayatının anlatıldığı "Uzun Roman", Ece Ayhan'ın işlendiği "Politika Ece Ayhan" ile Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin Kürtçe-Türkçe hazırladığı Öykü Seçmesi'ne öykü ve yazılarıyla katkıda bulundu.

Evrim Alataş, sinema yönetmeni Miraz Bezar ile çalışarak, Diyarbakır üzerinden Kürt dünyasını ve savaş mağduru çocukları konu edinen bir hikaye oluşturdu. "Min Dît" adıyla uzun metrajlı çekilen filmin galası 2009 baharında Diyarbakır'da yapıldı. "Min Dît" filmi aynı zamanda İspanya 'nın prestijli festivali San Sebastian'dan Gaztea gençlik ödülüne layık görüldü.

46. Altın Portakal Film Festivali'nde de yarışan "Min Dît" (Ben Gördüm) filmi Evrim Alataş'a Behlül Dal En iyi Öykü Ödülü'nü getirdi.
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi'nin Kültür Sanat Festivalleri ile Edebiyat Günleri organizasyonları ile çeşitli sivil toplum kuruluşlarının çalışmalarında yer aldı. Alataş'ın "Her dağın gölgesi Deniz'e düşer" adıyla kaleme aldığı çalışması 2009'un Ağustos ayında İletişim Yayınların'dan çıktı.

Alataş, 1997 yılından bu yana gördüğü kanser tedavisi kapsamında iki hafta önce hastaneye yatmış, bir hafta önce de taburcu edilmişti. Alataş, hep istediği,dilediği gibi Diyarbakır'daki evinde uyurken(12 Nisan 2010) ebedi uykusuna daldı...
Özlem Kahraman

Wednesday, April 10, 2013

Gölge Resimler: Bruno Schulz


 Gölge Resimler: Bruno Schulz
“Bazı çirkinlikleri boya ile örtmemiz mümkün, ancak çekilen acıları ve yapılan insanlık dışı davranışları örtebilecek güçte birşey var mıdır acaba?”

Sibel FRANKO

Yönetmen Benjamin Geissler, 2001 yılında  çok geniş çaplı araştırmalar sonucunda amacına ulaşmış ve yazar Bruno Schulz tarafından yapılan fresklerin izini bulmuş,onların Ukrayna’daki bir villanın duvarlarındaki pembe boyaların altından ortaya çıkmasına ön ayak olmuştur.
Bruno Schulz, 1892 yılında Ukrayna’nın batısında Galiçya’nın küçük bir şehrinde, Drohobycz’de, bir kağıt tüccarının en küçük oğlu olarak dünyaya gelir; Viyana’da resim ve Lemberg’de mimarlık okur. Otuzlu yıllarda gittiği Paris’te Goya, Suihaga ve Felicien Rop gibi ressamların resim sanatına hayranlık duyar. Yaşamının büyük bölümünü Drohobycz’de resim öğretmenliği yaparak, yoksul ve kendi halinde biri olarak sürdürür.Dış dünya ile bağlantısı yok denecek kadar azdır.  Yazıları ve resimleri Drohobycz’in gerçeklerini yansıtmaktadır. Yazıları adet olarak az, ancak kalite ve konu içeriği olarak çok zengindir.
Bruno Schulz, arkadaşına yollamış olduğu mektuplardaki akıcı dili, yalnız yaşamını  ifade etme tarzı ile ünlü romancı Zofia Nalkowska’nın ilgisini çeker ve tarafından  desteklenir. Schulz edebiyat dünyasına tamamen şans eseri olarak ilk kez, 42 yaşında, Tarçın Dükkânları’nın (1934) yayımlanmasıyla ayak basar. Ardından Kum Saati Burcundaki Sanatoryum, (1937) Kuyruklu Yıldız ve diğer öyküleri yayımlanır. Öykü kitapları Schulz’a ün ve saygınlık kazandırır. Polonya Edebiyat Akademisi’nce ödüllendirilir. Schulz’un “Mesih” adlı bir roman yazdığı, ancak bunun Polonya işgali sırasında kaybolduğu ileri sürülmektedir. 1936’da Franz Kafka’nın “Dava”’sını da Lehçe’ye çeviririr. Schulz, “Kum Saati Burcundaki Sanatoryum, (1937)” adlı eserinin tüm resimlerini çizer. Kitabın illüstrasyonlarından başka  değişik konuları içeren birkaç yüz resmi vardır.  Bu resimlerin büyük bir bölümü, yaklaşık üçyüzden fazlası,  Varşova Adam Mickiewicz Edebiyat müzesinde bulunmaktadır. UNESCO, 1992 yılını, ünlü Krokodil Sokağı adlı eserin yazarı Schulz’un 100. doğum ve 50. ölüm yılı olarak ilan eder.
1939 yılında II. Dünya Savaşı’nın başlaması ve Almanların Drohobycz’i istila etmesi ile sanatçı, Yahudi olduğu için gettoda yaşamaya zorlanır. Bruno Schulz SS subayı Felix Landau sayesinde bir süre hayatta kalmayı başarır. Landau, Schulz’taki yeteneğin farkına varır ve çocuklarına eğlence olsun diye kaldığı villanın duvarlarına resimler yaptırır. Ama bu resimler yalnızca hazin sonu  geciktirir ve 19 Kasım 1942’de Schulz, Landau’nun rakibi olan bir Alman Subayı tarafından öldürülür. Nazi Landau’nun evinin duvarlarını süsleyen Freskler de ölümünden sonra gerçeklerin gün ışığına çıkmasını engellemek istercesine boya ile kapatılır.
Freskler unutulur, yerlerini bilen kimse yoktur. Ta ki, yönetmen Benjamin Geissler’in babası oğluna bu fresklerden bahsedene kadar. Greissler 2001 yılının başında bu yapıtların izine düşer. 9 Şubat’ta, bugün artık Ukrayna sınırları içinde olan Drohobycz’teki villada, pembe bir boya tabakasının altında, aranan bulunur.
Fresklerin ortaya çıkarılış öyküsünü konu alan belgesel, Schulz’un son resimlerini gün ışığına çıkarır. Mayıs ayında, Kudüs’teki Yad Vaşem Müzesi’nden görevliler bu yapıtlardan önemli parçaları gizlice alıp İsrail’e götürürler. Bu da dünya çapında polemiklere yol açar. Ukrayna’da kalan parçalar, Varşova, Wroclaw ve Gdansk’ta sergilendikten sonra, 13 Ekim 2004-23 Ocak 2005 tarihleri arasında, Paris Yahudi Sanatı ve Tarihi Müzesi’ne taşınır. İsrail’dekiler ise , Yad Vaşem Holokost Müzesi’nin yeni kanadında sergilenir.
Geissler ve babası,  Bruno Schulz’un yapıtlarını ne şartlar altında yapıldığını, sanatçının Nazilerin tek kurbanı olmadığını, o bölgede 15.000 Yahudinin öldürüldüğünü biliyorlardı. Geissler, küçük bir öyküyle şöyle sürdürüyor anlatımını: “1930’ların başında Bruno Schulz bir lisede resim öğretmenliği yapıyordu. Yoksul Drohobycz bölgesinin bir resmini yaptı. Öğrencileri ona: ‘Neden bu resmi yaptın?’ diye sorduklarında, ‘Çünkü çok yakında yok olacak, haritadan silinecek’, diye yanıt verdi. Öyle ya da böyle, sonuçta bu gerçekleşti.”

Schulz, haritadan silinecek olanın resmini yaptı, kendi haritasından silinecek olanların. Kabuklu, kapalı, ölümlü dünyasını çizdi. “Resimleri SS subayı için yapmıştı, evet, ama aslında Yahudi soykırımını resmediyordu”, diyor Geissler. “Bu Bruno Schulz’un son işi, bununla bir ileti vermek istiyordu. Drohobycz’te Shoah’yı resmetti o. Örneğin, Ukrayna’da kalan parçalardan birinde, pekâlâ Felix Landau olduğunu düşünebileceğimiz  bir süvari çizmiş. Sonra bir kraliçe var, bu da Landau’nun önce metresi, sonra da karısı olan Gertrude Segel olabilir. Yine Ukrayna’daki başka bir parçada ise bir orman görülüyor. 15000 Yahudi’nin kurşuna dizildiği Bronica Ormanı olabilir buradaki orman. Ayrıca Yahudilerin kurşuna dizileceği yeri seçen de Felix Landau. Yad Vaşem’de bulunan parçalardan birinde de, Bruno Schulz’un otoportreleriyle yadsınamaz bir benzerlik sergileyen bir arabacı var. Bu resimleri gördükten sonra, onları bir araya getirmenin sadece sanat tarihi açısından değil, Shoah araştırmaları açısından da çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bu son resimlerle Bruno Schulz bize ne demeye çalışıyordu?
Duvar resimleri her zaman bir dönemin, bir çağın iletileri, yansımaları olarak görüldü, ister mağaraların, ister tapınakların, isterse villaların duvarlarını “süslesin”. Bir resmin, üstelik zorla yaptırılan bir resmin, tanıklık değeri olmasa bile, değişik durum ve koşullar altında, fısıltıyla dahi olsun, söyleyeceği birşeyleri vardır. Siparişi verene, hatta belki ressamına bile sezdirmeden, içgüdüsel olarak, elden başka birşey gelmediği için. Belki de sadece “buradaydım” diye yazmak istemek için... “Onlar da buradaydı” demekten kendini alıkoyamadan….
Art History Institute of the Catholic University of Lublin
Faculty of Art Theory and the History of Artistic Doctrines
January 2003


Thursday, April 4, 2013

Yarın Son Gündür


 
Yarın Son Gündür filminde Yılmaz Güney entelektüel bir gangsterdir. Lakabı ‘kara çocuk”tur, rol arkadaşı Fatma Girik’in de “mavi çocuk”. Bilal İnci “kemikkıran”, Süleyman Turan “komser Sülüman”, Feridun Çölgeçen de “aslan avcısı Yakup Bey”dir. Yılmaz Güney, senaryosunu kendi yazdığı ve yönettiği filmde, kendisini tehdit eden Yakup Bey’e “belki artist olurum, beni Yılmaz Güney’e benzetirler” der. A...ldığı yanıt “yok canım sen o kadar çirkin değilsin”dir. Filmin bir başka sahnesinde Mavi Çocuk’a “biz usturanın her zaman keskin tarafında yürüyoruz. Önümüzde mezarlıklar ve hapishaneler var” der. Yılmaz Güney’in gerçek yaşamında da hep hapishaneler oldu. Güzel, sıcak insan bakışlarıyla, boynunu yana eğmesi, oynadığı her rolün ona yakışması ve kendine özgü çizgisiyle kendi kuşağını olduğu kadar kendinden sonra gelen kuşakları da etkilemiş bir sinemacıydı Yılmaz Güney."

Tuesday, April 2, 2013

Monday, April 1, 2013

Yıkılan Hayatlar ; TARLABAŞI (Belgesel)



Yönetmen : İsa TATLICAN isa_tatlican@hotmail.com
90 Dakikalık "Beyoğlu'nun üvey evladı; Tarlabaşı" belgeselinin 40 dakikalık kısa versiyonu. 1870 Büyük Beyoğlu yangınından sonra kurulan, şimdi sessiz sedasız İstanbul'a veda eden bir semtin çöküntüsünün ve o semtin içinde yaşayan tutunamayan insanların öyküsü...