Sunday, September 30, 2012

Büyük kıyımın ayak sesleri

'Hayvanları Koruma Kanunu'nda Değişiklik Tasarısı'na karşı örgütlenen hayvan hakları kuruluşları ve hayvanseverler, bugün 14 ilde hayvanların yaşam hakkı için sokaklarda.

Büyük kıyımın ayak sesleri


Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın Hayvanları Koruma Kanunu’nda değişiklik tasarısını Meclis’e sunmasıyla birlikte “hayvan hakları” savunucuları itirazlarını yükseltmeye başladdı. Uzmanların itirazlarından sonra hayvanların yaşam hakkını savunanlar sosyal medyada örgütlenmeye başladı. Hazırladıkları metinde, yoğun gündemde gözden kaçan, bakılıp da görülmeyen ‘hayvanların yaşam hakkından’ ve adım adım yaklaşan bir hayvan kırımından söz ediliyor. Metnin başlığındaki çağrı da çarpıcı: Sessiz kalma, suça ortak olma. Kampanyayı yürütenler halihazırda TBMM ’de bekleyen 5199 sayılı ‘Hayvanları Koruma Kanu’nda Değişiklik Tasarısı’na karşı çıkıyor. Bu metni imzalayanların sayısı şu anda 80 bine ulaştı. İmzacılar arasında Erkan Can , Melike Demirağ, Olgun Şimşek ve Yıldız Kenter gibi ünlü isimler de var. İmza kampanyası devam ederken hayvan hakları savunucuları ve hayvanseverler bugün Türkiye ’nin çeşitli illerinde protesto gösterileri yapacak.
Sekiz yıllık hikâye ‘Hayvan Hakları Yasası’, aslında sekiz yıl önce çıktı. Ancak kâğıt üzerinde olumlu görünen maddeler uygulamaya geçmedi. Sekiz yıldır, hayvan hakları savunucuları yasanın uygulanabilir hale getirilmesi için önerilerini dile getiriyordu. Yaklaşık bir ay önce Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nın yasada değişiklik yapmak için hazırladığı tasarının hiç de sivil toplum örgütlerinin istedikleri gibi olmadığı ortaya çıktı. Hatta kendi deyimleriyle ne istiyorlarsa neredeyse tam tersi yapılmıştı. Tasarının ekimde TBMM açıldıktan sonra yasalaşması bekleniyor. Yıllardır bu konuda çalışan İstanbul Barosu Hayvan Hakları Komisyonu Başkanı Hülya Yalçın, tasarıyla ilgili itirazlarını anlatırken, “Gerçekten ortada büyük bir kıyımın ayak sesleri var” diyor.
Yalçın, bu endişenin tasarının beşinci maddesindeki “Sahipli ve sahipsiz hayvanları belediye sınırları içinde veya dışında başıboş bırakmak yasaktır” cümlesine dayandırıyor ve şöyle diyor: “Hiçbir yerde sokak hayvanı kalmayacak demektir bu. Son derece açık”. Ayrıca şu andaki yasaya göre, sahipsiz, güçten düşmüş hayvanlar, bakımevlerinde müşahede altında tutulduktan sonra alındıkları yere bırakılıyordu. Bu madde de yasadan çıkıyor. Bunun yerine hayvanların doğal hayat parklarına götürülerek sahiplenilmesi dışında hiçbir koşulda artık bakımevlerinden çıkarılamayacakları belirtiliyor. Yalçın, kentteki hayvan barınakları ve doğal hayat parklarının denetimsiz, ‘hayvanların beter şartlarda’ olduğu yerler olduğunu belirtiyor ve “Peki bu hayvanları hiç sahiplenen olmazsa ve sayı durmadan arttıkça ne olacak? Cevapları tecrübeyle malum. Şimdi bile yerel yönetimlerin sürekli ‘ödenek yok’ gerekçesiyle aç, hasta, feci sonlara mahkûm ettiği hayvanlar gözlerden uzak o alanlarda el bebek gül bebek bakılmayacak.”
Gündeme güzellik katıyorlar Yalçın, Türkiye’nin hızlı değişen gündeminde ‘hayvan hakları’ konusuna dikkat çekmenin zor olup olmadığına ilişkin şunları söylüyor: “Bu hızlı gündem içinde inanın ‘hayvan tecavüzleri, zehirlemeler, yakmalar, tahliyeler, toplamalar’ asla hız kesmedi. Üstelik bu korkunç gündeme en ufak katkıları olmayan, aksine tek güzellik olabilecekken, hayvanlar zulüm altında inliyorlar. Toplum hayvan sevenleri eleştirmekten çok hoşlanıyor. Dikkat ederseniz herkes, hatta hayvan sevenler bile eleştirel dili çok kullanıyor. Ancak son zamanlarda bu konudaki sivil toplum örgütleri de sıkı çalışıyor. Özellikle hayvanlara tecavüz konusunu toplumun gülmece kültüründen çıkartma konusunda son derece kararlıyız.”
Daha rasyonel bir çözüm istiyoruz! 
Yonca Evcimik: Bu tasarı, 1.5 senedir üzerinde çalıştığımız yasanın beklemediğimiz bir şekilde önümüze gelmesidir. Amacımız bu teklifin geri çekilmesi ve daha rasyonel bir tasarının oluşturulması. Bu da barınağın neye benzediğini bilen, deneyimli, STK’ların ve gönüllülerin de içinde bulunduğu bir ekip tarafından hazırlanmalı. Bizim öngördüğümüz, ülkemizdeki her türlü hayvan ticaretinin, petshop’larda hayvan satımlarının, izinsiz çoğaltılmalarının engellenmesi. Ve tabii ki bu tür olaylarda cezaların caydırıcı olması. Hayvana şiddet ve tecavüzün ‘Kabahatlar Kanunu’ndan çıkarılıp, Ceza Kanunu’na alınarak suç sayılmasıdır. Sadece İstanbul’da 170 bin sahipsiz köpeğin olduğu tahmin ediliyor, Türkiye’de ise milyonun üzerinde kedi ve köpek var. Peki, bunları kim toplayacak ve bu hayvanlar nerelerde barınacak?
‘İkinci Hayırsız Ada gerçekleşmek üzere’ 
Ömür Gedik: Bu sokak hayvanları açısından iyi niyetli bir proje ama gerçekleşmesi barınakların halinin içler acısı olduğu bir ülkede ütopya. Bunun sonucunda sokaktaki köpeklerin pek çoğu yakalanırken, çoğu da götürüldükleri yerde öldürülecek. Diğer yandan da veteriner olmayan insanların deney yapmasına yetki verilmesi bu yasanın en büyük eksikliklerinden. Bir de tehlikeli ırk diye adlandırdıkları hayvanları teslim etmeyenlere ceza veriliyor. Burada ceza alanlar, bu hayvanları dövüştürenler olmalı. Hayvanlar birlikte yaşadıkları ailelerinden alınmamalı. Zaten bu hayvanları toplayıp bir yere götürmek kolay değil. Karşımızda bir ‘Hayırsız Ada’ örneği var. Bir ikincisi de gerçekleşmek üzere. Hayvanların çığlıklarla sokaklardan toplanıp, ormanlarda sonu belli olmayan bir maceraya atılmasını istemiyoruz.


Yaşatmak değil, öldürmek tanımlanıyor! 
Onlarca sivil toplum kuruluşunun imzaladığı metinde hayvan savunucuları yasa tasarısına neden karşı olduklarını sekiz maddede topluyor.
1- Öldürmenin “uyutma” tanımlamasıyla yasaya girmesi ve meşrulaştırılması kabul edilemez. Hayvanları yaşatmak yerine ne şekilde öldürüleceğinin tanımlandığı bir yasa kabul edilemez.
2- İki sene hapis cezasıyla sınırlandırılması, alınabilecek cezaların para cezasına döndürülebilecek olması cezaların ağırlaştırılmasının asıl amacı olan suçu engellemenin önüne geçecektir. Hayvanlara işkence, cezasını sadece 750 TL’lik bir idari para devlete ödeyerek devam edilen bir suç halini alacaktır. Hiçbir caydırıcılığı yoktur.
3- Evlerde kaç hayvan bulundurulacağının izne tabi olması ve hayvan “sahiplerinin” eğitime tabii tutulması ucu açık bir tanımlamadır. İleride “hayvan korumacının hak” ihlaline kadar varabileceği ve belki de “bir hayvan sahibi olmakla” sınırlandırmaya kadar gidebileceği için bu tanımlama bu şekliyle tasarıda yer alamaz.
4- Hayvanların ırklarına göre sınıflandırılıp “sahipleriyle” birlikte yaşam haklarının ellerinden alınması asla kabul edilemez. Dövüşçü ya da bahisçi “sahiplere” yönelik önlemler almak yerine ırkları cezalandırmak kabul edilemez ve merdiven altı üretime sebep olacaktır.
5- Hayvanların imhasına olanak sağlayan 5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı, Gıda ve Yem Kanunu ile 24/4/1930 tarihli ve 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun yeni tasarıda da yer alması kabul edilemez.
6- Deneylerdeki denetimlerin keyfiyete bağlanması kabul edilemeyeceği gibi hayvanları koruma kanunu gibi bir kanunun içinde hayvanların yaşam hakkını hiçe sayan deneylerin yer alması kabul edilemez.
7- Mobil kısırlaştırmanın meşrulaştırılması hiçbir koşulda kabul edilemez. İptaline yönelik İstanbul Veteriner Hekim Odası (IVHO) tarafından açılmış bir dava mevcutken mobil kısırlaştırmayı yasalaştırma çabası kabul edilemez.
8- Amacın hayvanları korumak ve hakları gözetmek değil, hayvanları bertaraf etmek olduğunu kanıtlamaktadır.

Thursday, September 27, 2012


Mağdur, Haydut, Lider, Politikacı: Efsanevi Haydutlar Kraliçesi Phoolan Devi 

11 yaşında kocaya satıldı
16 yaşında tacizci kocasını terk etti, kaçırıldı, tecavüze uğradı
18 yaşında çete lideri oldu
20 yaşında tutuklandı
31 yaşında politikaya atıldı
Evinin önünde öldürüldüğünde 38 yaşındaydı.

Takvimler 14 Şubat 1981'i gösteriyordu. Batı dünyası kırmızı kalpler ve peluşlu hediyelerle sevgililer gününün heyecanından kendinden geçmişti. O tarihte 18 yaşında olan haydut lider Phulan Devi ve çetesi, Hindistan'ın Behmai kasabasına polis kılığında giriş yaptı. Phulan'ın gözleri intikam ateşiyle yanıyordu. Çünkü Behmai kasabasında sevgilisi Vikram Mallah'ı da öldüren Shri Ram ve Lala Ram'ın çetesinin günler süren tecavüzüne maruz kalmıştı. Behmai'de dövülmüş, aşağılanmış, taciz edilmiş, onlarca erkek tarafından defalarca tecavüz edilmiş ve rehin tutulduğu kasabadan güç bela kaçabilmişti.
Alınan istihbarata göre Shri Ram ve Lala Ram bir düğün için Behmai'de bulunuyordu. Phulan ve çetesi köyde bulunan tüm erkekleri evlerinden çıkarttı; kimisini ayağından, kimisini dizinden vurdu. Shri ve Lala Ram'ı soruyorlardı. Ancak kimse açık etmedi. Bunun üzerine Phulan'ın emriyle Behmaili 22 üst kasta mensup erkek kurşuna dizildi. Söylendiğine göre bu erkeklerin Phulan'ın kaçırılmasıyla ya da tecavüzüyle ilgisi yoktu. Ancak daha sonra Phulan kalabalıktan iki kişiyi tanıdığını iddia edecekti. Bu katliam gibi olay, Phulan'ın erkeklerin suç dünyasında kabul ve saygı gördüğü bir vaka olarak tarihe geçti. Phulan artık Haydutlar Kraliçesi idi.
Phulan Devi, 1963'te dünyaya geldi. Doğduğu tarihlerde kadınlar pek değer görmüyordu; açıkçası insan yerine konduklarından bahsetmek zordu. Kadınların çığlıklarına önce diğer kadınlar yüz çeviriyordu. Erkekler bile dahil oldukları kastlara göre değerlendiriliyordu; Hindistan o yıllarda çok çetin bir sosyal yapıya sahipti. Nihayetinde bazı coğrafyalarda var olmak zordu; başlı başına bir işti. Ekilecek bir karış toprak yoktu belki; göz alabildiğince uzanan ölmüş kumla imtihan olunuyordu hayatlar. Su akmıyordu evlerden; kilometrelerce ötedeki kuyularda, çeşmelerde uyuyan mavi bir devdi su.
Phulan'ın ailesi Mallah (kayıkçı) kastına mensuptu. Hindistan'daki kast sistemine göre aşağı kastlardan biriydi Mallahlar. Haliyle Phulan'ın ailesi de geçim sıkıntısı çekiyordu. 11 yaşındayken babası tarafından uzakta yaşayan 33 yaşındaki bir adama eş diye satıldı Phulan. Acıyla tanıştığında 11 yaşındaydı yani. Kocası Phulan'ı dövüyor, aşağılıyor, geceleri de tecavüz ediyordu. Phulan'ın çığlıklarına kocasının annesi yüz çeviriyor, hiçbir şey söylemeden olanı biteni izliyordu. Bazı yerlerde kadınların çığlıklarına önce diğer kadınlar yüz çeviriyordu zira…
Bazı yerlerde hayatın kendisi bir travmaydı. Acı, su ve ekmek gibi hayatın içindeydi. Bazen su ve ekmekten daha çok. Bazen her şeyden çok. Dünya adil değildi, hiçbir zaman da olmamıştı; bazı yerlerde çok daha aşikardı böyle gerçekler. Bazı yerlerde çocuk olmuyordu insanlar; özellikle de kızlar… Bazı yerlerde insanlar düş bile kurmaya çekiniyordu, hele de kızlar. Ah o küçük kadınlar! Bazı yerlerde doğan kadınlar dünyayı değiştiriyordu; bazı yerlerde doğanlar ise sadece kendi kaderlerini… Üstelik bazı yerlerde bu, dünyayı değiştirmekten daha zordu!


Daysu Sundari (Güzel Haydut)

Phulan Haydutlar Kraliçesi olduktan sonra zaman zaman sürdüğü kırmızı ruju ve kırmızı ojeleri ile dikkat çekiyordu. Boynunda biten kısa saçlarına her zaman intikamını simgeleyen kırmızı bir bandana takıyordu. Asker ceketi, dar pantolon ve fermuarlı botlar giyiyordu. Zamanı için önemli bir pop ikon olmuştu. Halk ona daysu sundari (güzel haydut) diyordu. Kendisine sonsuz destek veren Hindistan basını zaman zaman Phulan'ı beyaz tenli ve mavi gözlü bir kadın olarak tasvir etse de, Phulan her Hintli kadın gibi kömür gözlü ve bir hayli buğday tenliydi. Ayrıca çetesiyle beraber sadece üst kastları soydukları ve üst kastlardan adamları kaçırıp fidye istedikleri, alt kastlara ve mağdur kadınlara yardım ettikleri anlatılıyordu. Phulan Devi bir halk kahramanı olmuştu artık. Ama bu yere gelmesi hiç de kolay olmamıştı.
Kocasından kaçtıktan sonra bir süre kuzeninin yanında kaldı Phulan. Ancak kocasından kaçan bir kadın, o yıllarda kırsal Hindistan'da görüldük şey değildi. Phulan gittiği her yerde sözlü tacize ve şiddete maruz kalıyordu. Bir ara hırsızlık yaptığı gerekçesi ile tutuklandı. İçeride tecavüze uğramıştı. Korkup babasının evine sığındı. Ancak buradan kefaletini ödeyen Babu Gujar'ın çetesi tarafından kaçırıldı. Bazı kaynaklara göre 16 yaşındayken kaçırıldığı bu çete tarafından kendisine tecavüz ediliyordu. Ancak çete üyeleri içinde biri vardı ki, bu zulme sessiz kalamadı ve Phulan'ı taciz eden çete liderini öldürdü. O adam Vikram Mallah'tı ve artık çetenin lideri olmuştu.
Mensubu olduğu aşağı kasta ve kadın olmasına aldırmadan kendisine insan muamelesi yapmayan her erkekle çata çat atışan Phulan Devi, hayatında ilk defa bir erkek tarafından saygı görüyordu. Vikram Mallah, Phulan'a tüfek kullanmasını, kavga etmesini ve suç dünyasının kurallarını öğretti. Artık hep beraberdiler ve Hindistan'da Mallah – Devi çetesi olarak nam salmaya başlamışlardı. Başka bir deyişle Hindistan'ın Bonnie ve Clyde'ı olmuşlardı.
Bu sırada çetenin asıl sahibi olan Shri Ram ve Lala Ram hapisten çıktılar. Çetedeki bu sivri kadından rahatsız oluyorlardı. Bir kere Phulan ve Vikram'ı öldürmeye kalktılar, ancak başarılı olamadılar. Çift bu olaydan sonra kaçtı ve bir süre şehirde saklandı. Phulan'ın ailesini ziyaret etti. Babası Phulan'a kocasının yanına dönmesi gerektiğini söylediğinde Phulan ve Vikram Phulan'ın kocasına bir ziyaret yapmaya karar verdiler. Phulan kocasını bir ağaca bağladı ve öldüresiye dövdü. Sonra durdu, onları izleyen şaşkın kalabalığa döndü ve haykırdı:
"Bu ülkede küçük kızlarla evlenen yaşlı adamlar korksun! Onları bulup öldüreceğim!"

Küllerinden Doğan Bir Kadın

Phulan ve Vikram, Phulan'ın kocasına yaptıkları ziyaretten dönüyorlardı. Shri Lam'ın çetesi tarafından pusuya düşürüldüler. Vikram olduğu yerde öldürüldü; Phulan ise Behmai kasabasına kaçırıldı ve haftalar süren taciz başladı. Phulan'ın kaçmasına Vikram'ın da arkadaşı olan iki çete mensubu yardım etti. Ancak Phulan, Behmai cehenneminden kurtulduğunda yarı delirmiş bir haldeydi ve vücudunda sayısız darp izi vardı. Erkeklerden nefret ediyor, bundan sonra hiçbir erkeğin yakınına dahi sokulmak istemediğini söyleyip duruyordu. Zaman zamansa Vikram'ı sayıklıyordu. Bir süre kuzeni tarafından bakıldıktan sonra Phulan, tüm cesaretini toplayıp Vİkram'ın müttefiklerinden Müslüman çete lideri Baba Mustakim'i ziyarete gitti.
Baba Müstakim'e olanları anlattı ve emrine bir çete vermesini istedi. Baba Müstakim, Man Singh ve Phulan emrine bir çete verdi. Phulan işte bu çete ile Behmai baskınını gerçekleştirdi. 18 yaşındaydı ve kadınların insan yerine konmadığı bir ülkede, en sert cenahlardan birinde lider olmuştu. Emrinde adamları vardı, ülkede nam salmıştı ve saygı görüyordu. Ama yine de çember daralıyordu.
1983'e gelindiğinde adamlarının pek çoğu öldürülmüştü. Giderek yalnız kalıyordu. Üstelik yorgundu. Polis de teslim olması için bastırıyordu. Phulan sonunda bu öneriyi kabul etti; ancak dört şartı vardı.
1. Ölüm cezası almayacaktı
2. Çetesine mensup olanlar en fazla 8 yıl ceza alacaklardı
3. Babasına bir kısım arazi verilecek ve ailesi teslim olduğu ana tanıklık edecekti
4. Sadece Mahatma Ghandi'nin ve Hindu tanrıca Durga'nın resimlerinin önünde silahlarını bırakacaktı, polisin önünde diz çökmeyecekti.
Şartları kabul edildi ve Phulan teslim oldu. 1983'ten 1994'e kadar hapis yattı. 90'lardan itibaren politikayla ilgilenmeye başladı. Bir süre alt kastların haklarını koruyan bir dernekte yöneticilik yaptı. 1996'da ülkenin en önemli sol partisi olan Sosyalist Samajwadi Partisi'nden aday oldu ve seçildi. 1999'da ikinci kez aday oldu ve yine seçildi. 1998'de Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterileceği konuşuluyordu; ancak gösterilmedi.

Kraliçe Öldü!

Phulan Devi'nin 2001'de evinin önünde üç maskeli adam tarafından vurularak öldürülmesini böyle duyurdu dünya basını. Cinayetten suçlanan üç kişi, Behmai katliamının intikamını aldıklarını iddia ediyordu. Ancak kimilerine göre asıl neden Phulan'ın Hindistan'ın kadim kast sistemine meydan okumasıydı. Bazı taşların yerinden oynaması pek çok kişiyi rahatsız ediyordu.
Phulan Devi Hindistan'ın acımasız kast sistemi içinde en alt kastlardan birinden gelen bir kadın olarak, 38 yıllık ömrüne çok şey sığdırdı. Alt kastlar için Hindistan'ın Robin Hood'uydu. Üst kastlar içinse sosyal düzene kast eden bir toplum düşmanı. Kadınların erkeklere karşılık vermesinin yasak olduğu bir yerde Phulan çete lideri oldu, soygunlar yaptı, adam öldürdü, Nobel Barış Ödülüne adaylığı gündeme geldi, parlamentoya girdi, milletvekili oldu. Kuşkusuz sıra dışı bir hayat sürdü…

Shekar Kapur'la Bandit Queen Polemiği

1994 yılında Hindistanlı yönetmen Shekar Kapur, Phulan Devi'nin hayatını anlattığını iddia ettiği bir film çekti; Bandit Queen (Haydutlar Kraliçesi). Film Kapur ve Devi arasındaki iplerin gerilmesine neden oldu. Devi, filmin yasaklanması için mücadele verdi. Devi'nin filmle ilgili açıklaması şöyleydi:
"Anlatılan benim hayatım olmadığı halde, nasıl öyle olduğunu iddia ediyorlar? Filmde sürekli ağlayan, zavallı, hayatı boyunca mantıklı hiçbir karar almamış bir kadın olarak gösteriliyorum. Sadece defalarca ve defalarca tecavüze uğrayan bir kadınım. Tecavüz, zengin erkeklerce 'mal' muamelesi gören alt kastlara mensup kadınlar için hayatın bir gerçeğidir."
Phulan Devi, gerçek hayat hikayesini kaleme aldığı "I, Phoolan Devi" (Ben Phulan Devi) adlı kitabında anlatıyor.

Ezgi Aksoy

Friday, September 14, 2012

İçlerine Tanrı Kaçtığını Zanneden İnsanlar


Sizin içinize Tanrı mı kaçtı? Nasıl da sert hükümler dağıtıyorsunuz sağa sola böyle? En doğrusunu bildiğiniz ihtimali de nereden geldi aklınıza? Ah siz dünya tek renk olsuncular, ah sizi en doğruyu bilirimciler, ah sizi içkoşulları araştırmaya üşenen tembeller! Nasıl da kötü, iyi, akılsız damgalarınızı yapıştırıveriyorsunuz öyle? Nasıl da neyin sevgi neyin aşk olup olmadığını öyle ayırıveriyorsunuz. Ah siz zamanın tüm doğrularını yanlışlarını ve duygularını yaşamış gibi, hayat bir tek sizin elinizden geçmiş gibi nasıl da her şeyi ve herkesi kurallarınız aracılığıyla inceleyip sıfatlar takıyorsunuz öyle. Sizin ahlak kurallarınız, sizin insansızlığınız, sizin faşistliğiniz, sizin ayrımcılıklarınız, hastalık adı taktığınız insanlık halleri sayesinde, karman çorman oldu her şey. Sizin ahlak bekçiliğiniz, sizin ahlak töreleriniz, sizin kızlık zarlarınız, sizin kötü kalpleriniz derken bin bir sıfat oluştu.
Ah siz eşcinsellerden ölesiye nefret eden insan güruhu; size ne milletin anüsünden?
Ah siz türbanlılardan nefret eden modern kalıplı insan topluluğu, size ne milletin kafasındaki kumaştan?
Ah siz solculardan nefret eden sağcı bozuntuları, ah siz kızlık zarı düşkünü namus şövalyeleri! Herkes Allah’a tapsıncı bağnaz dinciler ve kimse Allah’a inanmasın diyen zorba ateistler! Herkes benim gibi olsuncu faşist toplum seni! Her bir cümleniz, kutsal kitap değerinde sanıyorsunuz, en büyük millet benim milletim diye bağırıyorsunuz, en büyük milletin içindeki en büyük insan benim diye yırtınıyor ve önünüze gelen her insanı eleştiriyorsunuz. İnsanları dinleriyle, kaç kişiyle seviştikleriyle, kafalarında örtü olup olmamasıyla, normal yolla seks yapıp yapmadıklarıyla kıyafetleriyle hatta dış görünüşleriyle yargılıyorsunuz. “En iyi Kürt ölü Kürt’tür” diyebilecek kadar da zalimleşiyorsunuz.Bunu diyen sizler sonra kalkıp Hitler’i eleştirebiliyorsunuz. Cinsiyet ayrımı bile yapabilecek kadar insanlığınızı heba ediyorsunuz.  Dilinizle, dilli özelliğinizle herkesi cümlelerinizle linç ediyorsunuz. Kirlendikçe kirleniyor ağzınız diliniz ve siz. Fanatik faşistler olmanıza neden olan şeyler ne acaba? Herkesin sizin istediğiniz gibi olmasını size dileten o gizli hissinizin adı ne acaba? Yanılgı olmasın sakın. Belki de en doğru siz değilsinizdir, belki sandığınız kadar dört dörtlük, sandığınız kadar akıllı ve mükemmel değilsinizdir. Belki de dünyanın doğru yanlış kitabının yazarı siz değilsinizdir.
İçinize Tanrı kaçtı sanmışsınız siz. En büyük dini kendinizinki sanıyorsunuz taa en başından beri. En büyük aşkı kendinizin yaşadığını, en büyük acıyı daima kendinizin çektiğini zannediyorsunuz. Her şeyin en büyüğü sizde olduğundan size göre, o savsak benliğinizle yargılar dağıtıp duruyorsunuz etrafınıza. Herkes sizin gibi davransın, sizin gibi giyinsin, sizin takımınızı tutsun, sizin dininize mensup olsun, sizin seviştiğiniz gibi sevişsin, sizin inandıklarınıza inansız inanmadıklarınızı ezip geçsin istiyorsunuz da içinizde bilmediğimiz bir Tanrı mı var acaba? Radikal Genç

Wednesday, September 12, 2012

Tiyatro


İnsanı insana insanla ve insanca anlatan bir sanatsa tiyatro, bunu anlamayan beyinlere bir şey anlatmaya çalışmak gereksiz belki. Popüler kültüre boğulmuş, hep daha fazla kazanmaya ve tüketmeye alıştırılmış bir dünyanın içinden kaliteli, farklı şeyler seçip çıkartmak, kolaya kaçmaktan hoşlanmayanlar için bir seçenekten çok, bir zorunluluk. Bilmiyorum kaçımız sanatın insan ruhunu besleyen, başka hiçbir yerde öğrenilemeyecek şeyleri içimize akıtan, kendimize, çevremize, hayata ve dünyaya karşı duruşumuzu değiştirme gücüne sahip bir alan olduğu bilincinde. Sinemayı, tiyatroyu, edebiyatı bir eğlence aracı olarak gören bir zihniyetin üstüne basıp geçtiği şey hayatın ta kendisi. Sanatın içini bu kadar boş gören kafa yapısı, sanatçısına değer vermeyen bir toplumun, bir ülkenin ne kadar gelişebileceği, ne kadar ileriye gidebileceği de ayrı bir tartışma konusu. Dünyanın çoğu yerinde olduğu gibi Türkiye’de de acı çeken bir alan tiyatro. Ancak tiyatrodan tiyatro sanatçısını atan, onu dışlayan, değersiz kılmaya çabalayan bir anlayışı anlamak imkansız.
 İstanbul Şehir Tiyatroları’ndan gelen son haberler oldukça üzücü. Bazı dönemler haftada on üç oyuna çıkan; bazı günler on dört saati bulan provalara giren oyuncular anayasal haklarının ihlal edilmemesini, sigortalarının yatırılmasını ve ücretlerinin ödenmesini talep ediyor. Yöneticilerin vurdumduymaz ve ezici tavırlarının, üzerlerindeki maddi ve manevi baskıların kölelik düzenini andırdığını söylüyorlar. Farklı sahnelerdeki oyunlarına gitmek için gereken ücreti bile kendi ceplerinden karşılayan oyuncular durumlarını şöyle anlattı:

« Biz, şehir tiyatrolarında hizmet alımı sözleşmesiyle çalışan bir grup oyuncuyuz. Oyuncular sendikası üyesiyiz. Yıllardır bu kurum bize maaşlarımızı ara sıra gecikmeli ve eksik de olsa ödedi.  Yeni yönetmelikten sonra, belediyenin,  kültür daire başkanlığından şehir tiyatroları müdürlüğüne ve genel sanat yönetmenliğinden sahne direktörlüğüne kadar yaptığı değişikliklerle, tiyatronun içini boşaltmak aksiyonunun bir uzantısı olarak sezon kapanır kapanmaz bizi aç bırakması yaşadığımız en büyük sıkıntı oldu. Kurumda hizmet alımıyla çalışan 168 kişi var. Bunların içinde sahne terzisinden ışık teknisyenine, oyuncusundan dekor tasarımcısına farklı meslek gruplarından insanlar var. Yaşanılan sıkıntılar ortak: taşeron firmaya bağlı çalışan biriysen, bir hatta birkaç kademe alttasın. Seni ezebilirim mantığı işliyor. Sendika avukatının söylediğine göre sözleşmelerimiz hukuki olarak geçersizmiş.  Oyuncuları yıldırma politikası işletiliyor sanki. Yaz boyunca kimimize 300, kimimize 500TL maaş verildi. “Sezon boyunca çalıştığınız kadar para alacaksınız, istemeyen gider” diyorlar. Bu, belediye kademelerinden şehir tiyatroları müdürlüğüne dayatılıyor ya da taşeron firmaya daha çok kazandırılmak için yapılıyor. Bunu tam olarak bilemiyoruz. Biz onların kurmaya çalıştıkları bu çarkın altında ezilmek istemiyoruz. Tiyatroyu onlara teslim etmek de istemiyoruz. Ağabeylerimizin, ablalarımızın sanatın muhafazakârlaştırılmasına çıkardıkları seste biz de çığlığımızı attık. Tok açın halinden anlamaz derler. Şimdi kadrolu olup maaşlarını düzenli olarak alan sanatkar, memur ağabeyler, ablalar neredeler? Dert çok, bizim bir duruşumuz olmadığı sürece olacak da. Şimdi biz de biraz duralım dedik. Her şeye eyvallah demeyelim dedik. Belki azalarak yok olacağız kısa zamanda, belki de çoğalacağız, değiştireceğiz bazı şeyleri, bilemiyoruz. Durum budur. »
Belediye’nin görevlerinin sadece yol, kanalizasyon yaptırmak olduğunu sananlara onların şehrin sanat ve kültür alanlarında da sorumlulukları olduğunu hatırlatırım. Her şeye eyvallah demeyen, bir duruşu olan tiyatrocuların çoğalması ve onlara hak ettikleri değerin verilmesi dileğiyle…

Tuesday, September 11, 2012

Guardian: Türkiye tarihinin en büyük medya davası

Guardian'ın başlığıGuardian gazetesi dün Türkiye'de 44 gazeteci ve medya çalışanının KCK üyeliği veya yöneticiliği suçlamasıyla yargılanmaya başladığı davayı "Türkiye tarihinin en büyük medya davası başladı" sözleriyle duyurdu.
Yargılananların Kürt gazeteciler olduğunu vurgulayan gazete insan hakları gruplarının bu davayı, "hükümetin medyayı sindirme ve Kürt-yanlısı eylemcileri cezalandırma girişimi" olarak nitelediğini yazıyor.
Guardian ayrıca Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile partisinin başlattığı Kürt açılımının sönüp yok olduğunu, onun yerine binlerce şiddet karşıtı Kürt siyasetçinin ve sempatizanlarının tutuklandığını belirtiyor.
Guardian gazetesinin İstanbul muhabiri Constanze Letsch aynı konuda kaleme aldığı bir makalede Uluslararası Af Örgütü Amnesty International'ın Türkiye araştırmacısı Andrew Gardner'ın şu sözlerini aktarıyor:
"Bu dava Türkiye'de artık eleştirisel yazı yazılmasının, politik konuşma yapılmasının ve barışçı gösterilere katılımın terörizm suçlamalarına kanıt olarak gösterildiği sürecin bir parçası."

İran ve Çin'den fazla

Letsch makalesinde Türkiye'de 100 gazetecinin hapsedildiğini, bunun İran ve Çin'deki tutuklu gazeteci sayısından daha yüksek olduğunu da yazıyor.
Yazar ayrıca Türkiye hükümetinin baskısıyla pek çok gazetecinin işten çıkarıldığını veya istifaya zorlandığını da sözlerine ekliyor.

İsveç'te hayat kadınları artık sigortalı

Yıllardır sürmekte olan tartışmalar nihayet noktalandı. Vücut bakımı, güzellik ve masaj salonu gibi alanlarda faaliyet gösteren girişimciler olarak vergi dairesine kayıtlı, gelir beyannamesinde bulunan kadın girişimcilerden bazıları, işyerlerinde hayat kadını olarak çalıştılarını da sosyal sigortalar kurumuna kabul ettirdiler.
Daha önce hayat kadını olarak çalıştığını beyan eden kadınlara hastalık ödemesi yapmayan sosyal sigortalar kurumu direnmekten vazgeçti.
Hayat kadınları daha önce İsveç vatandaşı olarak sağlık hizmetlerinden yaralanabiliyor, gerektiğinde hastahanede yatabiliyor ama çalışamadıkları sürece geçimlerini sağlayacak gelirden yoksun kalıyordu.
Hastalık ödentisi hakkını kazanan hayat kadınları bundan böyle, beyan ettikleri gelire göre, herkes için geçerli olan sigorta kurallarına göre hastalık ödentisi alabilecek.
Vergi dairesine göre yasaya aykırı
Sosyal sigortalar kurumu vergi ödedikleri için hayat kadınlarına hastalık ödentisi hakkını tanıdı ancak vergi dairesi hayat kadınlığını meslek ya da faaliyet alanı olarak resmi kayıtlara geçirmiyor.
Söz konusu kadınları faaliyet alanları vergi dairesindeki kayıtlarda vücut bakımı, ve güzellik salonu işletmecileri olarak görülüyor.
Vergi dairesinin hayat kadınlarını meslek erbabbı olarak kabul etmeme nedeni yürürlükteki fuhuş yasası.
Fuhuş yasası hayat kadınlığını yasaklamıyor ancak erkeklerin kadınlara para ödeyerek cinsel ilişkiye girmesini yasaklıyor.
Vergi dairesi de bu yasayı gerekçe göstererek, hizmetin alıcısına yasak getirilmiş olduğundan dolayı, böyle bir faaliyetin önkoşulları bulunmadığı görüşünden hareketle, fuhuşu meslek, bu mesleği icra ettiklerini söyleyen kadınları da meslek erbabı olarak kabul etmiyor.
Hayat kadınlarını meslek erbabı olarak resmi kayıtlara geçirmeyen vergi dairesi, aynı kadınlara güzellik ve masaj salonu için vermiş olduğu çalışma ruhsatlarını, bu işyerlerindeki faaliyet sürdüğü için iptal edemiyor.
Çifte standart
''Satmak serbest, almak yasak'' diye özetlenen fuhuşla ilgili yasa maddesiyle, vergi dairesi ve sosyal sigortalar kurumunun farklı bakış açıları kamuoyunda tartışmalara yol açtı.
Pekçok kimseye göre yasa hayat kadınlarına özgürlük tanımış olmasından dolayı, sosyal sigortalar kurumu hastalık ödentisi yapmak zorunda kalıyor ve bu da fuhuşu teşvik ediyor.
Sadece erkeklere yasak getirmekle fuhuşun önlenemediğini ileri süren bu görüşü savunanlara göre ortaya çıkan karmaşık durumun nedeni devlet politikasındaki çifte standart.
Karşı görüştekiler ise, dünyanın en eski mesleği olan fuhuşu kökten yok etmenin olanak dışı olduğunu, devletin yaygınlaşmasını önleme politikası yürüttüğünü, sosyal sigortaların da hastalık ödemesi yapmayı kabul ederek, hayat kadınlarının zor durumda kalmasını önlediğini savunuyor.

Monday, September 10, 2012

Kadınlara Çağrı, Rahim Hikayelerimizi Anlatıyoruz!


Hayatımızın, doğurmak ve doğurmamak ikilemine sıkıştırıldığı, karar hakkımızın bu denli sınırlandırıldığı bir sistem içinde bütün fiili ve yasal zorluklara rağmen kürtaj olduysanız;

Sezaryen olup olmama kararınızın sizin tarafınızdan değil fakat devlet tarafından verilmesinin deneyimlerini yaşadıysanız;

Gebeliğiniz, hangi doğum kontrol yöntemlerini kullandığınız, kaç kez kürtaj olduğunuz devlet tarafından fişlendiyse, özel hayatınızın gizliliği ihlal edildiyse,

Kürtaj haktir, karar kadınların platformu olarak bu hikayelerinizi duymak isteriz.

Biz yaşadıklarımıza rahim hikayeleri dedik.Devletin kadın düşmanlığını, kürtaj hakkını fiilen engellemesini, sezaryen yasasıyla bize hiç söz bırakmamasını, mahremiyetimizin “buton”a bağlı tutulduğu uygulamalarını ifşa etmek için rahim hikayelerimizi yazıyoruz.

Giderek artan, hukuka uygun olmayan politikalardan haberdar olmak için, kadınlar olarak dayanışma ağımızı güçlendirmek, deneyimlerimiz ile birbirimize temas etmek, birlikte güçlenmek ve mücadelemize birlikte devam etmek için rahim hikayelerimizi yazıyoruz.

Hikayelerimiz, deneyimlerimiz, "kürtaj haktır karar kadıların platformu web sitesi olan, www.kurtajhaktir.com sitesinde yayınlanacak. Özellikle belirtmek isteriz ki, siz onaylamadığınız takdirde, deneyimleriniz hiçbir yerde yayınlanmayacak. Yayınlanmasını istediğiniz hikayelerinizi, istediğiniz gibi, kendi dilinizle, isim, yer, zaman gibi bilgileri değiştirerek ya da bizim değiştirmemizi isteyerek iletebilirsiniz.

Kadın mücadelesine güç katacak rahim hikayelerinizi, rahimhikayeleri@gmail.com adresine göndermenizi bekliyoruz.

Haydi, kadınlar hikayelerimizi anlatmaya,

KÜRTAJ HAKTIR KARAR KADINLARIN PLATFORMU

Saturday, September 8, 2012

Sarnisli Awedîs

Sarnisli dört Ermeni genç ayrı yerlerde, Kürt ailelerce ahırda, samanlıkta, gizli kuytularda büyük riskler göze alınarak korunup saklanmışlardı. Uzun yıllar sonra o dört Sarnisli Ermeni ailenin fertleri yaşadıkları o günleri birbirlerine sadece kendilerinin duyabileceği ve anlayabileceği kelimelerle paylaşmışlardı.
Diyarbakır - BİA Haber Merkezi
11 Ağustos 2012, Cumartesi

"Eski Diyarbakır'da Kültürel Çeşitlilik" sergisindeki 20. yüzyıl başına ait fotoğrafta Diyarbakır'daki Ermeni ilkokul öğrencileri görülüyor.

Bir Dîyarbekir şarkısından: "Geldi geçti ömrüm yalana benzer..."


Adına Şikok dedikleri, yabani dağ armudu, inciri, narı, cevizi, en çok da üzümü meşhur, yeşillikler içinde bir köydü. Bağlardaki üzüm asmalarını yerden yüksekte tutmaya yarayan bağ, asma çubuklarına "Sarnis" dediklerinden, köye de ad olmuştu Sarnis*.
Dîyarbekir'in doğu yakaya, dağlara doğru meyleden ilçesi Lice'ye yakın sayılır, Lice'nin bir arka mahallesi gibiydi Sarnis. Hepi topu Lice'ye 4-5 kilometre, bağırsan Sarnis'in bağlarından duyulacak yakınlıklaydı Lice.
Köyde aile sayısı, bölgede Kürtlerin "Misas" dedikleri tarım aleti ile ölçülüyordu. Başka yerlerde de öyle miydi? Ama Sarnis'da usul buydu. Elli misas vardı ve elli aileydiler. Hepsi de Ermeni'ydi. Rençperlik, toprak, tarımdı işleri. Şükür ki doğa da olanca nimetini vermişti Sarnis köylülerine.
Bir anda yaşanmıştı yüz yıl evvelki "Büyük Felaket". O kahrolası ebedi yokoluş günlerinde kadın, çocuk, genç yaşlı demeden diğer yerleşim yerlerindeki Ermenilerle birlikte Sarnis sakinlerini de "qefle"ye** dâhil etmişlerdi. Emir büyük yerdendi. "Fermana Fillan"*** çıkmıştı. Sarnis Ermenilerinin qeflesi Lice çarşısından geçerken elli ailenin dördünün dört yeni yetme erkek gencini, yaşıtları ve arkadaşları dört Kürt ailesinin gözü kara fertleri fırsatını yaratıp kurtarmışlardı. Diğerleri sonu bilinen sürgünlük ve ölüme doğru götürülmüşlerdi.
Sarnisli dört Ermeni genç ayrı yerlerde, Kürt ailelerce ahırda, samanlıkta, gizli kuytularda büyük riskler göze alınarak korunup saklanmışlardı. Uzun yıllar sonra o dört Sarnisli Ermeni ailenin fertleri yaşadıkları o günleri birbirlerine sadece kendilerinin duyabileceği ve anlayabileceği kelimelerle paylaşmışlardı.
Ortalık biraz sakinleşip gençlerin yaşı kemale erince onları kurtaran Kürt ailelerin destekleriyle köylerine dönme ve hayatı yeniden kurma isteği zuhur etmişti.
Tumes, kendi gibi bir kılıç artığı Rihan'la zor koşullarda birbirlerini bulup evlenmişlerdi. Lice'de, hayata söküldüğü yerden teğel atarken becerebildikleri kadarıyla fermanla yok edilen soylarının, ata dede topraklarını yeniden işlemeye çalışıyorlardı. Bir ayakları hep köydeydi. Bağ zamanı, meyve sebze zamanı ve diğer tüm yaratılmış zamanlarda.
Rihan, doğum sancıları çekerken, Lice'nin ebe anası Ağacan'ların kızı Ermeni Saadet Hanım zayıf ama dipdiri bedeniyle beyaz atı Koloz'un üzerinde yetişmişti Rihan'la Tumes'in imdadına. Doğum zor olmuştu ama bir erkek evlat vermişti çiftin kucağına Lice'nin Ebe Anası. Tumes ve Rihan çiftinin yeni neşesi çocuklarının adını Awedis koydular.
Hayat sürüyordu! Ama toprakları yalnızca ölü atalarının değil, herkesin çıplak gözleriyle gördüğü ama nedense suskun kaldığı hakikatlerin de üzerinin örtüldüğü bir hâle bürünmüştü sanki. Gizli bir güç geçmişe dair yaşanmış bütün hikâyelerin konuşulmasını ilânihaye yasak etmişti. Oysa aslolan yaşanmışlıklardı, hikâyelerdi. Hikâyesi olmayan ve paylaşılmayan dam altlarının ocağı ne zamana kadar tüterdi ki! Soykırımların, büyük katliamların, tarihe kaydedilen zulümlerin sorumlularının zihniyetler olduğunu biliyor ve o zihniyetlerle hesaplaşılmadığından bu durum Tumes'i bir kez daha yaralıyordu.
Hikâyeleri olan ve ancak hikâyeleri paylaşılanların var olabilecekleri bir büyük anlatı kuşağından geliyordu Baba Tumes. Çocukluktan yeni yetme gençliğe adım attığı çağında çıplak gözleri önünde yaşamıştı olanca felaket. Kendi aralarında her daim acılarını taze tutmak ve unutmamak için kısık sesle paylaşıyorlardı yaşadıklarını.
Bütün bu anlatılanlar ve hikâyelerin birikimiyle büyüdü Awedis.
Giderek yalnızlaşan ve kuşatılan hayat içinde, bir de zamanla İstanbul, Fransa ve Amerika'da ortaya çıkıp haber yollayan "kurtulanların" çağrısı üzerine çareyi İstanbul'a gitmekte buldular.
Tumes ve Rihan o yaban ellerdeki uzak ve yalnız yeni hayata pek alışamayıp vakti zamanı geldiğinde öte yakaya göçtüler.
Awedis evlenmiş çoluk çocuğa karışmış, hatta torun sahibi olmuştu.
Ama çocukluk günlerindeki Sarnis, yaşlılık günlerinde başka bir özleme dönüşmüştü. Bütün kazandıklarına rağmen İstanbul'a alışamamıştı. Hem nesini sevecekti ki bu garip memleketin! Ne yazı yaz'dı, ne kışı kış. "Şeytan tütün ekip dibine işemiş. Sonra da görüp göreceğiniz rahmet bu kadardır" demişti sanki! Böyle bir şehirdi işte! Ne hayrı vardı, ne bereketi. Ne dost kıymeti vardı, ne ahbaplık kadri...
Dönüp durup Kürtçe klamlar söylüyordu sadece kendisinin duyabileceği seslerle. Bazen sesini yükselttiği de oluyordu nadir durumlarda. "Yine bizimki daldı baba dede topraklarına" diye tebessüm ediyordu ev halkı.
Bawê Seyro, Çemê Çetelê, Yadê Rebenê peşpeşe akıyordu.
En çok Bawê Şukrî" klamı Awedis'i sarıyordu.
Kurtulan dört "Ba fille"**** aileden birinin yaşıtı arkadaşı ile zaman zaman görüşüyordu Awedis. Memleket toprağının havası, suyu çekiyordu işte bir şekilde, hem sıkça rüyalarına da giriyordu Awedis'in Sarnis Çeşmesi.
"Axxx. Tasê kî ava Sarnisê hebuna. Xwezî min tasê kî ava Sarnisê vexarima, u dawîye bimirama..."*****
Diğer bütün Lice Ermenileri gibi Kürtçeyi konuşabilecek kadar iyi biliyordu Awedis.
Hâla Dîyarbekir'de yaşayan ve görüştüğü "kurtarılan" dört aileden birinin yaşıtı arkadaşı yetiştirdi Awedis'e bir kap içindeki Sarnis suyunu.
Yatağında gönül rahatlığı içinde suyunu içip ruhunu yaban ellerde teslim etti Sarnisli Awedis.
Öldüğünde başucunda sayfasının kıvrımından bir bölümü okunduğu anlaşılan kalınca bir kitap duruyordu: "Kalbimi Vatanıma Gömün..." (ŞD/NV)

* Sarnis: S'nin yanındaki a harfini e ile a arası bir sesle, s'den önceki i harfini de Türkçedeki ı gibi okumak gerek.
** Qefle: Kafile, Ermenilerin toplu olarak sürgünü.
*** Fermana Fillan: Ermeniler için Osmanlının çıkardığı Ferman.
**** Ba fille: Baba tarafından Ermeni.
*****Ah, keşke bir tas Sarnis suyu olaydı. Keşke bir tas Sarnis suyu içeydim ve sonra öleydim...

Thursday, September 6, 2012

G. Afrika'da 3 bin işçi: 'Biz buradayız'



Güney Afrika'da katliama maruz kalan ve 34 arkadaşlarını kaybeden Lonmin platin maden işçileri, gövde gösterisi gibi bir eylem ile "Biz buradayız" dedi



Güney Afrika'daki Lonmin platin madeninde 17 Ağustos günü katliama maruz kalan ve 34 arkadaşlarını kaybeden Lonmin maden işçileri, Marikana madeninin yakınlarında 3 bin kişilik kitlesel bir yürüyüş düzenledi.

Lonmin şirketi ile görüşmeleri sürdüren işçiler, bu eylemleri ile işverene gözdağı verirken, ücretlerinin artırılması ve katliam sorumlularının bulunması taleplerini yineledi.


İşçiler, yaptıkları açıklamada köle düzeninde çalışmak istemedikleri için greve çıktıklarını, ancak kölelik düzenini dayatanlar tarafından katledildiklerini söyledi. Taleplerinin arkasında durduklarını belirten işçiler, yaşamını yitiren arkadaşlarının mücadeleleri için de haklarını alana kadar grevi sürdürmekte kararlı olduklarının altını çizdi.


Katliamda yaşamını yitirenlerin aileleri de bir açıklama yaptı. Katliam sorumlularının halen bulunmadığına dikkat çeken aileler, katliamın üzerinin örtülmesine izin vermeyeceklerini haykırdı.

Sendika.Org