Saturday, July 28, 2012

Arundhati Roy: Aktivizme ve Uzlaşmaya Karşı Sınırsız Mücadele!


Ödüllü yazar Arundhati Roy İngiltere’nin edebi ve politik gündeminde yer almaya devam ediyor. Ünlü yazar en son The Guardian’a neden direnişte şiddete karşı olmadığını ve niçin ikinci bir roman yazmasının anlamsız olacağını anlattı.

En popüler kitabı olan Küçük Şeylerin Tanrısı ile 1997 yılında üne kavuşan Roy özellikle geçtiğimiz on yılda Hindistan’da devlet politikalarına karşı sert tutumu ve sözünü sakınmazlığı ile tanınıyor. Roy’un bugünlerde en çok ilgilendiği konularsa Hindistan açısından ekolojik bir felakete eşdeğer olan Kashmir projesi, nükleer silahlanma süreci, hızlı gelişmeye bağlı olarak tahrip edilen doğa kaynakları ve ülkenin artık bilindik bir gerçekliği haline gelen yolsuzluklar.Roy globalizasyonun tüm tahripkarlığına karşı alternatif bir modernleşme fikrini savunuyor. Bu alternatif modernleşmenin yaşamanın geleneksel yollarının idamesi ile sağlanabileceğini belirten Roy, son romanı Yıkılmış Cumhuriyet’te Hindistan’ın orta bölgelerinde savaşan Maocu gerillaların mücadelelerini anlatıyor. Hindistan’da güvende hissetmemenin bireysel bir durum olmadığını öne süren Roy, Hindistan’da kimsenin güvende olmadığını belirtirken, açlık, yoksulluk gibi şeylerden daha büyük bir şiddetin asla var olamayacağıjnı söylüyor.

Gerillalarla, kitabı yazdığı süreçte getirdiği bir geceyi bin yıldızlı bir otelin konforuna değişmeyeceğine değinen yazar, yoksul insanların hakları için giriştikleri mücadeleden etkilendiğini dile getirip, ormanda yaşadığı sürede vücudundaki her bir organ için yeteri kadar alan olduğunu hissettiğini söyledi ve sonsuz bir hızla modernleşen Hindistan’da böyle bir huzuru bulmanın mümkün olmadığını dile getirdi. Aktivistlik kavramına dair sorgulamalarıyla ve sivil topluma yönelik eleştirileriyle öne çıkan yazar, Hindistan’ın ortasında bir köy ateşe verildiğinde yoksul insanlar olarak açlık grevine girmenin mantıksız olduğunu söylerken  şiddetin çözüm olmadığını söylemenin hele bu şartlar altında anlamsız olduğunun altını çiziyor.

Kendisini bir Maocu ideolog olarak tanımlamayan ama Maoizm sempatizanı olduğunu açıkça dile getiren Roy, neden Hindistan’ın merkezindeki hayatını terk etmediğine ilişkin sorularaysa şöyle cevap veriyor: Savaşmanın birçok yöntemi var ve ben de ormana gelip savaşmak ya da orada yaşamak yerine,  farklı bir mecrada çarpışmayı tercih ediyorum.

Friday, July 27, 2012

Mehmet barışı seviyor!

Mehmet barışı seviyor! / Özlem Akarsu Çelik

Dünya olası bir savaşı konuşuyor. AK Parti Hükümeti'nin tarafı belli.
Suriye ile ilgili savaş kokan açıklamalara, 'Savaşa hayır!' cevabını verenler hemencecik 'BAAS'çı' olmakla suçlanıyor. Savaş naralarının
atıldığı bu günlerde önemli bir karar verdi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi. Vicdani retçi Mehmet Tarhan'ın(*) açtığı davada Türkiye'yi
mahkum etti. (Bu, Türkiye'nin 6'ncı 'vicdani ret' mahkumiyti) Devletlerin ve bir takım çıkar gruplarının hesapları için insanların birbirini öldürmesinin sıradanlaştırılmaya çalışıldığı bu günlerde
vicdani reddin daha da bir anlam kazandığını düşünerek Mehmet Tarhan'ı
aradım. Kendisinden, bu köşe için bir yazı kaleme almasını rica ettim.
Kırmadı, yazdı. Öyle güzel anlatmış ki, savaşın korkunçluğunu ve kendi
yaşadıklarını... Sizi onun yazısıyla baş başa bırakıyorum.
DÜŞÜNÜN SAVAŞ VAR VE KİMSE GİTMİYOR!
2001 yılında 11 Eylül'ün hemen sonrasında açıklamıştım vicdani
reddimi. Yıllarca Lice'de savaşı yakından görmek savaşın dışında bir
taraf olmak gerektirdiği konusunda ikna etmişti beni. Ama açıkçası
cesaret de edemiyordum.
Memuriyetten ayrıldıktan sonra yeni bir yaşama uyum sağlamaya
çalışırken 11 Eylül oldu. İtiraf etmeliyim, ilk hissettiğim dehşetti
ama bunun nedeni 'hiçbir yer güvenli değil' fikriydi. Hemen üzerine
koca dünya ikiye ayrıldı; Küçük Bush 'ya bizimlesiniz ya düşman, ya
bizdensiniz ya terörist' diyordu. Nitekim hemen ardından Afganistan
işgali başladı. Şiddet karşıtı bir insan olarak Taliban rejiminin
tarafında olmak mümkün değildi ama emperyalist/işgalci egemenlerin
yanında da olunmazdı ki! Dışında kalmak, kenara çekilmek yeterli
değildi artık, çünkü bu durumda her iki taraf için de öteki taraf
halindesin. Reddimi açıklayarak aslında başka taraflar da
olabileceğini, bu ikiliğin dışında bir tutum da geliştirilebileceğini
sadece örneklemekti niyetim. Daha da önemlisi o iklimde o taraflardan
biri olmamayı insanlar önünde taahhüt etmeliydim ki kendime ihanet
etmeyeyim.
Vicdani ret hikayem öyle başladı. 2005 Nisan ile 2006 Mart arasındaki
11 ay hapislik ve 6 yıldır bana yakıştırılan 'firari' statüsüyle
yaşamdan sonra 17 Temmuz'da AİHM Türkiye'yi vicdani ret hakkını
tanımadığı için mahkum etti. Hakkımdaki davalar halen Askeri
Yargıtay'da sürüyor, 'firari' statümde de bir değişiklik söz konusu
değil; ancak nihayet yasalarda karşılığı olan bir şekilde (Bknz.
Anayasa'nın 90'ıncı maddesi) haklı bulunmak insanı rahatlatıyor. Bu
yazıda davalar ve hukuki tartışmaları dışarda bırakıyorum. Şu kadarı
yeterli, Türkiye vicdani retten 6'ncı kez mahkum oldu ve mahkeme
Türkiye'nin vicdani retçilere yönelik uygulamalarını işkence olarak
tanımlayarak vicdani retçilerle şu ünlü 'kamu yararı' arasında bir
denge kurmak konusundaki pozitif yükümlülüklerini hatırlattı. Osman
Murat Ülke hakkında AİHM'in 2006 yılında verdiği karardan bu yana bir
ilerleme görmesek de Hükümetin başının biraz daha ağrıyacağı kesin.
14 Temmuz'da Diyarbakır'da yapılmak istenen mitingi yasaklayıp Kürt
sorununda savaş dışında bir çözüm yolu öngörmediğini yedi düvele ilan
eden Hükümet, Suriye'yle de savaşa koşuyor. Küçük Bush 11 Eylül
sonrası yarattığı ikilikle Afganistan ve Irak işgallerine girişmişti.
Bizim büyük Başbakanımız da kendi yarattığı ikilikle (ya bizdensin ya
terörist/ya bizdensin ya BAAS'çı) Kürdistan'ı işgal bölgesine
çevirirken, 2 yıl önceki kankalığını unutup 'babasını da sevmezdim'e
gelen konuşmalarla Suriye'nin kurtarıcılığına soyunuyor. Bush da
Afganistan'ı ve Irak'ı kurtarıyordu, halen kurtarıyor.
Bütün bu çılgınlığın içinde 11 yıl sonra tekrar etmek istiyorum:
Üçüncü bir tutum geliştirilebilir! Dördüncü, beşinci bir tutum da.
Kürt sorunu için barışçıl çözüm isteyenler de savaşların yıkımıyla
kurtarılmanın olmayacağına inananları askere gitmeyi reddetmeye
çağırıyorum. Dilimize pelesenk olmuş bir slogan var; ret deklarasyonum
da o cümleyle bitiyordu, 'Savaşları durdurmanın yolu onun insan
kaynağını kurutmaktır!' Savaş çığırtkanlarının kabusu da barış
yanlılarının rüyası olmalı ve becerebiliriz. 'Düşünün, bir savaş var
ve kimse gitmiyor!'

- Vicdani retçi ve LGBT hakları aktivisti Mehmet Tarhan, SPoD (Sosyal
Politikalar Cinsiyet Kimliği ve Cinsel Yönelim Çalışmaları Derneği)'un
hukuk koordinatörüdür.

22 Temmuz 2012 tarihli Akşam gazetesinde yayımlanmıştır.

'Kuzey Suriye’ için beş nokta


Gerçek bir oyun planı!‘Kuzey Suriye’ için beş nokta!

Hasan Cemal

Türkiye’de yıllar yılı Irak hakkında söylenen şarkılar, şimdi Suriye konusunda kulağımıza çalınıyor.

Irak bölünmesin!

Irak federasyon olmasın!

Özerk bölgelere ayrılmasın!

Bunlar ‘kırmızı çizgiler’di.

Irak Kürtlerinin bağımsız bir devlete sahip olmaları ya da federasyon veya özerklik halinde yaşamaları, Türkiye’nin Kürtlerine ilerisi için mazallah kötü örnek olurdu.

Bu nedenle Şah’ın İran’ıyla, Saddam’ın Irak’ıyla işbirliği içinde Kürtler nasıl yola gelir sorusuyla baş başa yıllarımız geçti.

Ama iş yine olacağına vardı.

Özal, bunun böyle gidemeyeceğini anladı ve bizden başka cümle alemin ilişki içinde bulunduğu Iraklı Kürt liderlere 1990’ların başında kapıyı açtı.

Türkiye’nin o zamana kadar aşiret reisi muamelesi yaptığı, arada bir sadece kaymakamlara muhatap ettiği Celal Talabani (bugün Irak Devlet Başkanı) ve Mesut Barzani ile (bugün Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı) ilişki kurduk.

Kıyamet koptu ama iyi oldu.



O KIRMIZI ÇİZGİLER...

Fakat Ankara’da yine de değişmeyenler vardı. Irak bölünmeyecekti, Irak’ta federasyon ve özerk devlet yapıları kurulmayacaktı.

Yani kırmızı çizgilerimiz...

Ancak, Ankara’da bir değişmeyen daha varlığını sürdürüyordu 1990’larda:

Kürtlerin inkarı...

Irak’a karışıp federasyon da, özerklik de olmasın diyen Türkiye, kendisi için demokratik bir oyun planı ortaya çıkaramıyordu. Kürtleri yok sayan devlet ezberi Türkiye’nin politikalarına damgasını vurmaya devam ediyordu.

Neydi bu ezber?..

Türkiye’de Kürt sorunu yoktu, terör sorunu vardı; Kürt sorunu yoktu, aş ve iş sorunu vardı.

Sonra savaş dönemi geldi.

Irak fiilen bölündü.

Kürtler federasyon adı altında kendi kendilerini yönetmeye başladılar. Askeriyle polisiyle, partisiyle parlamentosuyla, okuluyla üniversitesiyle ve petrolüyle artık Türkiye’nin de varlığını tanıdığını, Talabani’yle Barzani’ye Ankara’da devlet başkanı muamelesi yaptığı Kürt yönetimi Kuzey Irak’ta kuruldu, bir Kürt devletinin çekirdeği atıldı.

Kısacası:

Bizim kırmızı çizgiler buharlaştı, eski deyişle tebahur edip gitti.



ASİMİLASYON DAHA BİTMEDİ

Biz bu arada özellikle Ak Parti iktidarıyla birlikte 2000’lerde Kürt sorunu konusunda bir hayli mesafe aldık. Sorunun sadece terör sorunu, PKK sorunu olmadığına dair olumlu örnekler sergiledik. Demokratik açılım, Oslo süreci yaşandı.

Ama sonra tıkandı her şey.

Bu olumlu süreçleri Başbakan Erdoğan daha çok PKK’nın dağdan inmesine ya da af meselesine indirgedi.

Tayyip Erdoğan’ın Çankaya ve 2014 hesapları, 2023 hayali ve bunlar için gerekli yüzde 50 ve üstüne ilişkin hırsı her şeyi bastırmaya başladı.

2009 yılından itibaren, “Benim için Kürt sorunu bitmiştir; Kürt sorunu yok, Kürt vatandaşlarımın sorunu var” demeye başladı Erdoğan. Ve şunu hep tekrarladı:

“İnkar yok, asimilasyon yok!”

Oysa, Kürtçe seçimlik dersin hâlâ tartışıldığı, Kürtçe eğitimin bölücülük olarak görüldüğü bir ülke burası.

Daha hâlâ Kürtçe yer isimlerinin yasaklandığı, daha bu yakınlarda Diyarbakır’da 19 parka verilen Kürtçe isimlerin iptal edildiği bir ülke burası...

KCK operasyon ve davalarıyla 8 bin kişinin tutuklu olduğu bir ülke burası...

Kürt gazetecilerin mahkeme ve hapishane kapılarını aşındırdıkları bir ülke burası...

Uludere gibi korkunç bir katliamdan dolayı devlet tarafından bir özürün bile esirgendiği bir ülke burası...

Daha çok satır başı verilebilir.

Böyle bir ülkede, “İnkar ve asimilasyon bitti” demenin inandırıcılığını da geçiyorum.

Tekrar başa dönüyorum.

Bir zamanlar Ankara’da Irak için çalınan plak, şimdi Suriye için çalınmaya başladı.

O zaman kırmızı çizgiler vardı.

Şimdi de var. Suriye bölünmesin diyoruz. Aman özerklik olmasın diyoruz. Sakın ola PKK sızmasın diyoruz.

Ama gel gör ki, Irak konusunda o zamanlar olduğu gibi, şimdilerde de bir büyük eksiğimiz var:

Gerçek bir oyun planı!

OYUN PLANI...

Kim bilir kaç kez yazıldı ama bir kez daha altını çizmekte yarar var.

1- Kürtler kendi içlerinde artık bölünemez. İran, Irak, Suriye, Türkiye Kürtlerini birbirine düşürme zamanı, böl-yönet devri kapanmıştır. Kürt örgütleri, kendi aralarındaki eşgüdümü kolay kolay elden bırakmayacaklardır.

2- Dört ülkeye dağılmış Kürtleri günün birinde Büyük Kürdistan adı altında buluşturmak, bir ideal olarak Kürtlerin kafasının arkasında ya da gönlünde yaşamaya devam edecektir.

3- PKK’nın Suriye Kürtleri arasındaki etkinliği, gücü bir vakıadır.

4- Esat sonrasının ‘yeni Suriye’sinde Suriye Kürtlerinin Türkiye sınırına bitişik yerlerde özerkliği çok yakın ihtimaldir.

5- Türkiye eğer kendi Kürt sorununu kendine dert edinir ve demokratik hak ve özgürlüklere dayanan kapsamlı bir oyun planı hazırlarsa rahat eder, manevra alanı hem bölgede, hem kendi sınırları içinde genişler.

Yoksa ‘yeni Suriye’yle birlikte, tıpkı Kuzey Irak olayında olduğu gibi, yeni ve derin bir istikrarsızlık kaynağının etki alanına girer Türkiye...

Evet, bir oyun planı lazım Ankara’ya!

Kürt sorununu inkar etmeyen, Kürt sorununu kendine dert edinen, Kürtlerin haklarıyla birlikte barış yolunu açmaya çalışan istikrarlı ve demokratik bir Türkiye’dir, bölgede çok daha etkili ve büyük roller oynayabilecek olan...

Hasan Cemal

Thursday, July 26, 2012

Munzur Festivali'nde Dersim '38 sergisi

12. Munzur Festivali dahilinde izlenecek 'Dersim '38' sergisinde, Hasan Saltık'ın arşivinden seçilen 150 fotoğraf ve döneme ait orijinal belgeler var





Munzur Festivali'nde Dersim '38 sergisi12. Munzur Kültür ve Doğa Festivali, 26 Temmuz Perşembe günü başlıyor. Festival programının bu sene en dikkat çeken etkinliği, Kalan Müzik’in kurucusu Hasan Saltık’ın arşivinden seçilen belge ve fotoğraflardan oluşan ‘Dersim ‘38’ başlıklı sergi. Saltık’ın arşivinde yer alan 1000’e yakın fotoğraf arasından seçilen 150 fotoğraf ve döneme ait orijinal belgelerden oluşan sergi, 28-29 Temmuz tarihlerinde Hozat Belediyesi Sergi Salonu’nda görülebilecek. Bir dönemin tarihine ışık tutan sergide, ‘dönemin emniyet memuru ya da subaylarından temin edilmiş köprü yakma ve karakol baskınlarıyla ilgili yazışmalar, bölge için önemli bir isim olan Şahan Ağa’nın öldürülme anının fotoğrafı gibi önemli belgeler’in bulunduğunu belirten Hasan Saltık, “Belki birçok Dersimli kayıp akrabalarını bu fotoğraflarda görecek. Bu açıdan önemli bir sergi” diyor.
Tevfik Taş’ın ‘Oğlunuz Erdal’, Oya Aslan’ın ‘Damında Şahan’, Kemal Özer’in ‘Dersim Başeğmezlik ve Çiçek Ülkesi’ ve Seher Sağlam’ın ‘Suyun Altındakiler’ belgesellerinin de programında olduğu Munzur Festivali ayrıca Erkan Oğur &Mikail Aslan ve Grup Munzur konserlerine, Zülfikar Tak’ın karikatür sergisine ve çeşitli panellere de ev sahipliği yapacak. Festival 29 Temmuz’da sona erecek.

Wednesday, July 25, 2012

Yanık…

Acının evrensel tarihine uzanan bir kesitten canlı bir drama şahitlik etmemiz için bu yıl Devlet Tiyatrolarında sahnelenen bir oyundan bahsetmek istiyorum size.
Yanık…
Lübnan’da yaşanan bir iç savaşın gölgesinde geçen,  bir kadının hikayesi.
Bazı gerçeklerin karşısında insanları bekleyen sessizliğin, olağan bütün kuramlardan uzakta, bir artı bir eşitliğinin diğer tarafındaki yalnızlığın ve tekliğin hikayesi. Çocukluğun, ilk aşkla gelen kaybedişin, arayışın, savaşın tüm soğukluğunu ruhunun iliklerine kadar hissettiği koca bir hayatın sırrı döküldüğünde susan bir kadının hikayesi bu.
Her şeye rağmen ‘’Birlikte olduğumuz sürece her şey yolunda’’ demekten hiç vazgeçmeyen Neval’ in hikayesi.
Ve bu hikayenin peşine düşmüş ikiz çocukları : Janine ve Simon.
Bu yıl devlet tiyatrosunda izlediğim en etkileyici oyun oldu ‘’Yanık’’.  Wadji Mouawad ‘ın yazdığı, Cem Emüler’ in çevirisini yaptığı baş döndürücü bir kurgu ve yerinde oyunculuklarla  görülmeye değer bir oyun.
Gerçek bir duygu gelip çarpsın, sarssın istiyorsanız biraz,  mutlaka izleyin derim.
Biletler için  link : http://www.mybilet.com/dtgm.php?eventcity=2
Barışa olan  umudunuzla kalın…
‘Öteki’
 

“İnsanlık şimdi başı kesilmiş bir tavuk gibi oradan oraya kan saçarak koşuyor.” – Yanık

Tuesday, July 24, 2012

Hayatsız kadın Ayşe


Ayşe Tükrükçü’ye “hayatım” demek isterdim…
 -Işıl Kandolu

Geneleve yeni “düşürülen” genç kadına yemek ısmarlayan Seda şöyle seslendi:
“Rahatlıkla ye yemeğini, o yemeğin içinde benim emeğim, alın terim, bedenim var.”

Tanrıya, devlete, erkeğe ait olan bedenlerimiz… İçinde şeytan taşıyan, ayartan, ayarttığı için açık-örtülü her türlü şiddeti hak eden bedenlerimiz. Gün gelir çağrı merkezinde patrona peşkeş çektiğimiz, dersanelerde, özel okullarda, bankalarda, fabrikalarda kurban verdiğimiz, saatlerce çalıştırılan bedenlerimiz... Ayşe Tükrükçü’nün hayatını biyografik roman biçiminde anlatan Alper Uruş’un “Hayatsız Kadın Ayşe” isimli eseri, Kibele Yayınevi tarafından Yayın Kolektifi katılımcılarından Gülnur Elçik’in editörlüğünde tekrar basıldı. Biyografik eser, Seda’nın, gerçek ismiyle Ayşe’nin bedeni üzerinde iktidar kurmaya çalışan devlet, polis, patron, pezevenk-kocaya karşı verilen mücadelenin etkileyici bir anlatısı.

Kimdi Ayşe? Orospu mu? Fahişe mi? Seks işçisi mi? Hayat kadını mı? O, olsa olsa “hayatsız” bir kadındı. Ayşe’nin hayatında ne çok erkek vardı: Amcası Ali Rıza, babası, kocası Hasan, kaynı Hanifi, ,Cemal, vekil Yusuf, Ökkeş Bahri, Burhan, Abidin ve nicesi. Ama onun hayatında belirleyici olan ne kadar az kadın var, babaannesi, amcasının tecavüzüne seyirci kalan amca kızı Şengül, ona sahip çıkmayan annesi, Almanya’da yurtta geçirdiği travmayı atlatması için ona yardımda bulunan yurt görevlisi Detlef ve iletişim kurması yasak olan “hayat arkadaşları”. Sabahtan akşama bedenlerini sunuşunu mavi, sarı, yeşil markalarla kanıtlayan kadınların konuşmaları, sohbet etmeleri yasak. Banka kuyruğunda müdürlerinin, ilişki kurmamaları için gizli bakışlarını çalışanlar üzerinde hissettirdiğini biliriz, paravanlarla ayrılmış beyaz yakalılar hüzün verir bize, bilgisayarının ya da işinin başından ayrılamayan, sermayeye kendini, bedenlerini yatıran onlar, bizleriz aslında. Engellidir konuşmalarımız, gülüşmelerimiz. Genelev kadınları da ayrılmışlar birbirlerinden açık bir beden diliyle, pezevenklerinin şiddetiyle… Ama ayrılamıyorlar işyerlerinden, basıp gidip istifa mektuplarını patronlarının yüzüne çarpamıyor genelevdeki seks işçileri.

Klasik bir hikâye gibi gelebilir bizlere Ayşe’nin hikayesi, Türk filmlerinde gördüğümüz, üçüncü sayfa haberlerinde okuduğumuz, magazinel haber bültenlerinde düzinelerle polis otosuna bindirilen kadınlardan biridir belki o. Biliriz bunları bilmesine ama, hayat hikâyeleri bizim korunaklı hayatlarımıza bu kadar cesurca giriverdiğinde onları ötekileştiriveririz. İzlerken normalleştirdiklerimiz bizim korktuklarımızdır aslında. Amcasının sistematik tecavüzüne maruz kaldığını, ailesinin bunu kabullenmeyip şiddet üstüne şiddet gösterdiğini, sokaklarda, barlarda şiddetten kaçmak için çalıştığını, polis-sevgili işbirliği ile geleneve satılışını, kürtaj olduktan 3 saat sonra bir erkeğin altına yatmak zorunda bırakılmasını, geneleve borçlandırılışını, onun emeği üzerinden pezevenginin araba aldığını, sabahtan akşama seks kölesi olarak çalıştığını duymak, görmek istemeyiz. O yüzden genelevlerini umumdan uzak yerlerde romantik ışıklarla bezeyerek sunar bize devlet, ortak olduğu mapushaneyi, hayatsız kadınlar hapishanesini görmeyelim; bilelim ama bilmezden gelelim diye.

Öyle uzağımızdadır ki genelevler, mapushanelerin duvarlarını bir gün yıkacağımızı hayal edebiliriz ama genelevlerin kapısına dikilip duvarlarını yıkmak aklımızdan hayalimizden geçmez. Ne de olsa alan memnun, satan memnundur. Fakat Ayşe Tükrükçü geneleve sığamamış bir kadındır. İki kere firar etme girişimi olmuştur Ayşe’nin, birincisinde pezevenginin verdiği yanıt, korkunç bir şiddet ve tecavüz olmuştur. Onun kurtuluşu bellidir artık: Ahmet… Onu satıldığı her gelenevde izleyen Ahmet’le evlenebilmek, borcunu ödeyebilmek için bilmem kaç yüz erkekle yatıp bilmem kaç yüz marka biriktirmek zorunda kalmıştır. Sonunda devletimizin, milletimizin istediği gibi beyaz gelinliği ile çıkmıştır işyerinden, yol arkadaşlarını geride bırakarak.

Cesur kadın Ayşe durmamış, kulağımızı tıkadığımız görmek istemediğimiz bu gerçekleri, yaşam alanlarımızın dışına attığımız, devlet eliyle bedenlerini erkeklere sunan kadın seks kölelerinin olduğu mapushaneleri, milletvekili adayı olup gözümüze sokmuştur. Verdiği bu rahatsızlıktan ötürü devlet adaylık başvurusunu kabul etmemiştir önce. Ayşe genelevden çıkınca hamama gidip kırklanmış, arınmıştır geçmişinden, fakat kocası ve devlet nezdinde arınamamıştır. Onun temizlenmesi için resmi olarak beş sene geçmesi gerekir. Temiz kağıdı ise devletin bürokrasisinde gizlidir.

Bu sürükleyici kitabı bir anda bitirmek istedim, bitirmek ve üzerine günlerce düşünmek. Eser bir roman tadında, Ayşe’nin hayat hikâyesini onun ağzından dinliyoruz önce, son bölümde Alper Uruş devreye giriyor ve o anlatıyor bize Ayşe’nin son dönemini, tanışma süreçlerini, eserini kalem alış hikâyesini. Kitabı okurken çeşitli imla hataları, anlatım bozuklukları göze çarpıyor. Yayın Kolektifinin gönüllü redaksiyon yapan üyeleri, bu eser satılır ve ikinci basımı olursa umuyorum ki eseri tekrar gözden geçirme olanağına sahip olurlar. Alper Uruş’un yalın diliyle anlattığı bu eseri okuduktan sonra şöyle de düşünmedim değil, bu kitabı Ayşe neden yazmadı, bir kadın diliyle?

Roman kardeşleriniz' yine sokakta!

SEVGİM DENİZALTI/BİRGÜN

Kadıköy’de Tepe Nautilus’un az ilerisinde bir park…Parkın ortasında bir halı, halının önünde iki ağaç arasına gerilmiş bezden bir beşik, içinde ufacık bir bebek…Biraz arkada küçük bir kamyonet, kasasında yorgan ve minderler, parkın kenarı boyunca dizilmiş ev eşyaları, kap, kacak…Ortada eski bir koltuk, yatağı çıkarılmış, bir tekerlekli sandalye, bir kağıt arabası… Etrafta onlarca çocuk…Halının üstünde yaşlı ve hasta iki insan, yanlarında çocukları, torunları; parkın biraz ilerisinde yıkılan evlerinden arda kalan moloz yığınları…

CHP’li Kadıköy Belediyesi ekipleri, İstanbul’un en eski gecekondu mahallelerinden birini, Acıbadem İsmail Hakkı Bey sokakta bulunan -eski adıyla- Paris Mahallesi’ni yıktığından beri, orada yaşanan manzara bu. Bu manzaranın aynısı geçtiğimiz yıl haziran ayında Ataşehir Kaymakamlığı’nın hemen yanı başında, Küçükbakkalköy’de yaşanmıştı. CHP’li bir başka belediyenin, Ataşehir Belediyesi’nin gerçekleştirdiği yıkımın ardından onlarca Roman yurttaş haftalarca sokakta kalmıştı. Bu yurttaşlardan biri de yaşamını makineye hortumlarla bağlı şekilde sürdürmek zorunda olan Aydemir Dalkoparan’dı.

ÇOLUK ÇOCUK SOKAKTALAR
Paris Mahallesi sakini Romanlar da, yıkımın gerçekleştiği 3 Temmuz tarihinden bu yana, yani tam 19 gündür bu parkta, çoluk çocuk genç yaşlı sokakta yatıyorlar. Belediye 16 hanenin yıkıldığını söylüyor, Roman yurttaşlara göre ise mahallede en az 25 gecekondu vardı. Evleri yıkılan Roman yurttaşların bir kısmı akrabalarının, eşinin dostunun yanına gitti, gidecek hiçbir yeri olmayan 25-30 kişi ise yıkılan mahallenin hemen arkasındaki yeşil alana yerleşti. Bunların 10-15’i çocuk…

HASTA VE YAŞLILAR VAR

Yıkım yerine gidiyoruz önce. Burası 1995 imar planlarında yeşil alan olarak gözüküyormuş, şimdi ise mülkiyeti Denizcilik Kooperatifi’ne ait. Alanın hemen arkasında Denizciler Sitesi bulunuyor. Molozların arasında hala ev eşyaları var. 12-13 gün öncesinden yıkım tebligatları gelmiş muhtarlığa, ama belli ki Roman yurttaşların evlerini boşaltma fırsatı olmamış. Roman yurttaşlar, yıkımların ardından molozlardan kurtarabildiklerini parka taşımışlar.

Yıkılan alanın yanından geçerek parka giriyoruz. Parkın bir ucunda yere serilmiş halıda oturan iki yaşlıdan biri, Ahmet Yaşar Canlı. Ahmet amca 60 yaşlarında. Prostat kanserine yakalanmış, ameliyat olmuş, böbrek rahatsızlığı da var. Eşi İmren Canlı ise verem hastası. Paraları olmadığı için ilaçlarını alamıyorlar. Sorun yalnızca ilaç da değil, bu insanlar en temel insani gereksinimlerini karşılayamayacak kadar yoksullar. Mahalleliler de yardım etmese, yiyecek bir lokma ekmeklerinin olmadığını söylüyorlar.

BİZE NİYE YARDIM ETMİYORLAR?
Ahmet amca, 25 yıldır burada, yıkılan Paris mahallesinde oturduğunu anlatıyor. Dediğine göre, 40-50 yıldır burada oturanlar da var, 5 yıl önce başka bir semtte evi yıkıldığı için buraya gelen de. Kağıt ve hurda toplayarak geçiniyorlar. Elektrik ve su abonelikleri var. Çoğunun tapu tahsis belgesi yok, ama özellikle seçim zamanları bu vaadi sık sık duymuşlar, hatta birkaç kişi zamanında bunun için bankaya para da yatırmış. Sonuç hüsran olmuş.

Ahmet amca, “Biz burada 3 hane kalakaldık ama başka yerlere gidenler de yanımıza gelecek” diyor. Çünkü gidenler, gittikleri yerlerden tabiri caizse “kovalanmışlar.” “Açıkta kalakaldık” diyor Ahmet amca, “ Biraz durumu olan ev tuttu, akrabası olanlar onların yanına gitti. Bizim gidecek yerimiz yok, durumumuz da yok. Başka ülkelerden gelenlere yardım ediyor devlet, bize neden yardım etmiyor? Bizim dedelerimiz, ninelerimiz buradaydı, savaştılar bu ülke için, bak bu çocuk gazidir.”

Yanımızda oturan genç bir adamı gösteriyor, gencin ayak bileği yara bere içinde. Askerlik yaparken yaralanmış, bir de üstüne kaza geçirmiş. O da ilaçlarını alamamış, tedavisi yarım kalmış.

BAŞKA YERDE ÇOCUKLARIMIZI DIŞLARLAR
Biz konuşurken Ahmet amcanın eşi İmren Canlı geliyor yanımıza. İmren teyze torunları için endişeleniyor, öğrenimlerinin yarım kalmasından korkuyor: “Burada bir okul var, tüm çocuklarımız orada okudu bizim. Şimdikiler de o okula gidiyorlardı, öğretmenleri sağ olsun çok yardım ediyordu bize, çocuklarımızla çok ilgileniyordu. O da çok üzüldü, ‘başka yere giderseniz sizin çocukları dışlarlar’ dedi. Biz de bundan korkuyoruz, şimdi bir damımız bile yok, bu çocuklar nasıl okula gidecek, ne olacak bilmiyorum.”

İmren teyze, bir elinde muhtarlıktan aldığı muhtaçlık belgesi, diğer elinde yıkımla ilgili haberimizin yer aldığı BirGün gazetesi, her gün Kaymakamlığa gidiyor. Ama her seferinde eli boş dönüyor, sürekli ‘bugün git, yarın gel’ deniyor İmren teyzeye. Yaşlı bir kadının bu sıcakta her gün kapı kapı gezmesi kolay iş değil, bu yüzden telefon numarası vermiş yetkililer, ‘gelmeden önce ara’ demişler. İmren teyze numarayı bir saniye olsun elinden düşürmüyor.

“Başımızı sokacağımız bir göz oda istiyoruz kızım” diyor, “Biz de bu ülkenin vatandaşıyız. Durumumuz olsa bu halde olur muyduk, sokakta kalır mıydık? Bize bir yer göstersinler, yardım etsinler. Evlerimiz yıkılmadan önce yardım ediyorlardı, şimdi en ufak bir yardım gelmiyor.”

SOSYAL DEMOKRASİ Mİ DEDİNİZ?
Kadıköy’de bir parkta, evleri yıkılan Roman yurttaşların yüzünde, yaşamları boyunca peşlerini bir an olsun bırakmamış olan ayrımcılığın izlerini görmek mümkün. Ama bu “esmer vatandaşlar”, ayrımcılığa o kadar “alışkın”lar ki…Onlara yaşatılanlar, yemek “yiyememek”, su “içememek” kadar “doğal!” sanki… Genç bir kadın “Paramız olsa bile kimse bize ev vermez, Romanız çünkü” dediğinde, sesinde öfkeden çok yorgunluk duyumsamanız bu yüzden. Bu “doğallık” tüylerinizi ürpertiyor. Kadıköy’de bir parkta, iki ağaç arasına gerilmiş bir beşikte her şeyden habersiz uyuyan bir bebeğin geceleri tüyleri ürperiyor. Öte yandan…CHP’de kurultay sona erdi; partide "değişim rüzgarları"ndan, "sosyal demokrasi"den söz ediliyor…

Hani kimsesizlerin kimsesiydi?

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, geçtiğimiz yıl Ocak ayında gerçekleştirilen Roman Çalıştayı’nda şöyle demişti: “Mustafa Kemal'in güzel bir sözü vardır; 'Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir'. Roman kardeşlerimiz kimsesiz kaldılar. Kimsesizlerin kimsesine tanım yapmak istiyorsanız, biziz. Biz, size sahip çıkacağız.'' Kılıçdaroğlu, CHP'nin Romanlara karşı bir eksiği kusuru varsa söylenmesi gerektiğini, hemen düzeltmeye hazır olduklarını da sözlerine eklemişti.

Monday, July 23, 2012

Cumhuriyet kadını evrim geçiriyor!



Cinsiyet ayrımcılığı ile dolu ders kitaplarında son yıllarda iyileşmeler olsa da kötü örnekler devam ediyor. Sosyolog Firdevs Gümüşoğlu’nun, ders kitaplarında toplumsal cinsiyeti 1920’li yıllardan bu yana mercek altına aldığı çalışmaları gösteriyor ki, 1920’lerde bugünün ilerleme sayılan ‘ütü yapan, çocuklarına bakan baba, bilim insanı kadın’ların yer aldığı örneklerden daha öte örnekler vardı. Gümüşoğlu’nun çalışması ders kitaplarında toplumsal cinsiyetin tarihçesini de çıkardı.
Yıllar içinde anne ördeğin hiyerarşisi bile değişti!
Kadın erkek 1945’e kadar eşitken, 1950’den sonra annenin önlüğü üniforması oluyor. ‘Erkek ve dişi’ söylemi, ‘er kişi’ oluveriyor. 1924’te bir kitaba kapak olan kız çocuğu 40 yıl sonra kitaba başı örtülerek yerleştiriliyor.
1943’te kız ve erkek çocuk birlikte ördekleri izliyor, anne ördek önde. 1951’de aynı kitapta kız çocuk resimden çıkarılıyor, baba ördek önde!
Bugüne kadar ders kitaplarında cinsiyetçilik üzerine pek çok çalışma yapıldı. Peki ders kitapları 85 yıl önce nasıldı?
Bu sorunun cevabını Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Firdevs Gümüşoğlu’nun tezi ve ‘Ders Kitaplarında Toplumsal Cinsiyet’ kitabı yanıtlıyor. 1987’den bu yana ders kitaplarında toplumsal cinsiyet ile ilgili çalışmalar yapan Gümüşoğlu’nun önce tezini sonra daha da genişleterek kitabını hazırladığı çalışma hayli dikkat çekici.
Tezi ve kitabı için 2 bin kitap tarayan Gümüşoğlu, günümüz ders kitaplarını da taramaya devam ediyor. Gümüşoğlu’na göre çalışmaları ders kitaplarındaki metinler, cümleler, sözcükler ve imgeler aracılığıyla küçücük çocukların ‘zayıf kadınlar ve güçlü erkekler’ haline nasıl getirildiğini gözler önüne seriyor.
Kitapta Cumhuriyetin ilk yıllarına ait ders kitaplarındaki eşitlikçi söylemin çok partili hayata geçişle birlikte ortadan kalktığı belgeleniyor. Gümüşoğlu Cumhuriyet dönemi ve 2012’yi kıyasladığında şunları söylüyor:
“Özellikle 1928’den sonra, ders kitaplarının son derece açık, anlaşılır ve toplumsal sorunları çocuklara öğreten, çözümler konusunda yol gösteren bir içeriğe sahip. Çocuklar içinde yaşadıkları toplumun kurumlarını, işlevlerini ayrıntılı olarak öğreniyorlar. Kitapların içeriğinde soran, sorgulayan, eleştirel bakmayı sağlayan bir üslup var. Çocuklar ‘küçük vatandaşlar’ olarak kabul ediliyor. Kadınlara yönelik de pozitif ayımcı bir söylem bulunuyor. Bu kitaplarda kadının evde harcadığı emeğin de değerli olduğu ve kadının toplumsal görünürlüğünü sağlamaya önem verildiğini söylemek mümkün. Günümüz kitapları ise genel olarak, ezberci, bilimsel yaklaşımdan yoksun, batıl inançları içeren örneklerle dolu. Kadınlara yönelik pozitif ayrımcılığa ilişkin çok az örneğe rastlanıyor. Esasında cinsiyetçi iletiler var.”
Cumhuriyetin ilk yıllarında ders kitaplarında toplumda ve aile içinde dayanışmayı güçlendirmeyi hedefleyen örnekler var. Kadın işi-erkek işi ayrımı yok.
1928, ilkokul 4. sınıf Yurt Bilgisi ders kitabında şöyle deniliyor: “Şu annem, görüyorum ve anlıyorum ki hiçbir işte babamı yalnız bırakmıyor, her şeyde ona yardım ediyor. Demek babamla annem arasında sıkı bir tesanüt (dayanışma) var... Babam geçende bana bir de ‘müşterek maksat’tan bahsetmişti. Bizim evde müşterek maksatla vücuda getirilmiş bir müessese olacak. Babamla annem birleşmişler hem kendilerinin hem çocuklarının saadetlerini temin etmek için çalışıyorlar. Anne ile baba galiba her evin temel taşı.”
1950’den sonra ise “Baba evin direğidir” deniliyor, babanın yanında ise yemek yapan, sökük diken, çamaşır, bulaşık yıkayan bir anne figürü yer alıyor.
1945’e kadar anneyi mutfakta veya ev işi yaparken göremiyoruz. Anne-baba tek tek veya aile içinde resmedilirken paylaşımcı bir izlenim veriyor. 1941 Alfabesi’nde bir örnekte erkek çocuk annesine “Sana yardım etmek, senin her dediğini yapmak ne güzel şey” diyor. 1950’lerden sonra bu ve bunun benzeri örnekler sadece iki üç taneyle sınırlı.
1942’den 1968’e kadar okutulan Alfabe’de kahvaltı masasında oturan anne, baba ve çocuk resmi var. Çocuk babasından tabağına bal koymasını istiyor. Baba balını verirken, anne çayını içiyor ve onlara gülümseyerek bakıyor. Annenin masadaki konumu kahvaltıya çağrılmış bir dost, arkadaş, gülümseyen ve orada olmaktan keyif alan bir kadın gibi.
1950 sonrasında hazırlanan Alfabeler ve diğer ders kitaplarında kadınlar sürekli yemek, reçel, turşu, salça yaparken, ev temizlerken, çamaşır yıkarken, ütü yaparken, örgü örerken gösteriliyor.
1930 ve 1940’larda ilkokul 2. sınıfta okutulan okuma kitabında ‘Küçük Ali’nin Adamları’ okuma parçasında Ali’nin parmakları kastedilerek Ali’nin yemeğini kendisinin hazırladığı anlatılıyor.
1997 yılında okutulan 3. sınıf Türkçe kitabında ise Ali’nin Adamları, annenin elleri oluyor. Anne mutfak ve bahçe işleriyle uğraşıyor.
1935 5. sınıf okuma kitabında esnaf destanı adlı dörtlükte “Biz esnaf takımı severiz işi/Çalışırız, yaşarız erkek dişi ....” derken 1952 yılında aynı dörtlük şuna dönüşüyor: “Biz esnaf takımı severiz işi /Çalışkan gayretli birer er kişi ...”
Anne artık nal alamıyor
1937 Alfabe’sinde “Ana at al/ Ana ata nal al” diyen köylü çocuk, başka sayfada ip atlamak için “Baba bana ip al” diyor.
1937’de anneye altın saat aldıran ders kitapları yazarları, 1981’de anneye yün bile aldırmıyor, 1981 Alfabe’sinde çocuk : “Anne bana hırka ör/baba bana yün al” diyor.
1951 Yurttaşlık Bilgisi 5. sınıf kitabında “Baba para kazanır. Anne yemek, dikiş işlerine bakar, evde düzen ve temizliği sağlar” deniyor.
1966 Hayat Bilgisi, 2. sınıf kitabında aile “Güven’in babasının işi oldukça iyiydi. Evlerinde geçim sıkıntısı yoktu. Annesi iyi kalpli ve uysal bir kadındı. Ev işleriyle uğraşır, çocuklarını yetiştirmek için çalışır dururdu. Birlikte gezmeye giderlerdi.”
1970 yılı Hayat Bilgisi 3. sınıf kitabından, “Bir evde oturan ailenin dirlik düzen içinde yaşaması için herkesin kendine düşen görevi yerine getirmesi gerekiyor. Örneğin anne evin temiz tutulması, yemeğin zamanında hazırlanıp sofraya getirilmesi, ütü, çamaşır gibi çeşitli işleri yürütür. Baba çalışarak ailenin geçimini sağlar. Kız çocuklar anneye yardımcı olur. Erkek çocukları evin dışarı işleriyle uğraşır.”
‘Okumaya başlıyorum, 1992-1997’de duyu organları erkek çocuğun bedeni üzerinden anlatılıyor.
2003 tarihli Hayat Bilgisi 3. sınıf kitabıyla kadın bedeni ilk kez ders kitabına girdi. Fakat anatomisi anlatılırken şort ve tişört giydirildi.
2000 tarihli Hayat Bilgisi 1. sınıf kitabında anne çamaşır yıkıyor, görevlerine vurguya devam ediliyor.
Hayat Bilgisi 3. sınıf, 2003: Kadınlar deney yapmıyor. Deneyler erkeklere yaptırılıyor. Enerji konusu işlenirken bile kadınlara ütü yaptırılıyor, bulaşık yıkatılıyor.
Matematik 1. sınıf, Evrensel İletişim Yayınları, 2011 ‘Hafiflik-Ağırlık’ konusunun anlatıldığı örnekte öğrenciden baba, anne ve çocuğun taşıdığı ağırlıkların kıyaslanmasının beklendiği bu konuda cinsiyet, fiziksel güç ve yaş üzerinden bir hiyerarşi yaratılıyor. Burada babanın fiziksel gücü vurgulanarak kadının zayıf olduğu gösteriliyor.
Öğrencilerden gösterilen mutfak gerekçelerinden silindire benzeyeni ok çizerek ‘bayan’a götürmeleri isteniyor! (Umay Aktaş Salman/radikal.com.tr)
 

Friday, July 20, 2012

96 Ölüm Orucu Direnişi’ne, Demircioğlu’na, 12’lere…



“En önde çarpışan ben olmalıyım. Fedakarlıkta ve can fedalıkta sıranın başında yer almalı, yapamayacağım bir işi asla başkasından istememeliyim.”*

Türkiye’de hapishaneler bir rejim sorunu olagelmiştir. Osmanlı’dan “Zindan Kültürü” nü devralan Modern Cumhuriyet, hapishaneleri zindanlaştırmanın bir yolunu her dönemde bulmuştur. Türkiye’de aydın hareketinin, sol-sosyalist hareketinin tarihi bir anlamda hapishanelere kapatılmanın, hapishanelerde siyasal fikirleri ayakta tutma mücadelesinin tarihidir.

Burcu Demirbaş

Bugün isimleri sanat ve edebiyat dünyasının köşe taşlarını oluşturan Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Orhan Kemal, Ahmed Arif gibi nice aydın ve sosyalist, hapishanelerde sanatsal ve siyasal eserlerini ortaya koymuş ve başlı başına bir hapishane edebiyatını var etmişlerdir.

12 Eylül askeri faşist cuntası, yükselen toplumsal muhalefeti yenmek, darbe rejimini derinleştirmek için hapishaneleri bir vahşet aracına dönüştürmekten geri durmadı. Bugün dahi tartışılan 5 No’lu Cezaevi (Diyarbakır) gerçeği, Metris ve Mamak toplama kampları insanlık tarihinde birer utanç lekesi olarak anılmaya devam edecektir.

Pekala, neden egemenler hapishaneleri bir vahşet aracına dönüştürmek isterler?

Hapishanelerin kendisi zaten bir baskı ve şiddet aracıdır. Ancak egemenler bir biçimde tutsak ettikleri devrimcileri, muhalifleri sadece bedenen ve fiziken kontrol altında tutmaktan çok, onların fikirlerinin kitleler üzerindeki etkisini de kontrol altına almak, mümkünse de yok etmek isterler.

12 Eylül askeri cuntasına karşı direnişin önemli sembollerinden biri olan ’84 Ölüm Oruçları, tek tip elbise, kişiliksizleştirme, karıştır-barıştır gibi saldırılara karşı bir set oluşturdu. Rejimin tarihi boyunca bir sorun ve direniş alanı olan hapishaneler, 1984’den sonra devlet ile devrimcilerin irade çatışmalarının sahnesi oldu.

’90’ların başında yükselen işçi hareketi, katliamlara karşı sokağa çıkan demokratik Alevi muhalefeti ve rejimi yapısal krize sürükleyen Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı devlet, zindan politikasını devreye soktu. 12 Eylül’ün toplama kamplarını sebatkar direnişlerle püskürten devrimcilerin hapishanelerde eğilmeyen iradeleri ve hapishaneleri birer yaşama alanına çeviren yaratıcılıkları devleti çileden çıkarmaya yetiyordu. Yükselen anti-faşist karakterli toplumsal hareketi bastırmak için, zindanları hedef tahtasına oturtan sömürü düzeni şu gerçeği açıkça biliyordu; hapishaneleri kontrol altına alamazsa dışarıda yükselen isyan dalgasının altında kalacaktı.

İşçiler, ezilenler, yoksullar sokaklara çıkmış hem 12 Eylül’ün hesabını soruyor, hem de daha fazla özgürlük ve ekmek istiyorlardı. Halkların ekmek ve özgürlük talebine sermaye düzeninin yanıtı daha fazla baskı, daha fazla zorbalık, daha fazla işkence, daha fazla insan hakları ihlali oldu. 1993’ten başlayarak gövdesini DYP’nin oluşturduğu savaş hükümetleri, Kürt illerinde katliam, köy boşaltma vahşetini ortaya koyarken, batıda ise gözaltında kayıplar, yargısız infazlar, bin operasyon ve hapishanelere karşı katliam kartını öne sürüyordu. Dışarıda toplumsal muhalefetin önder kadroları  hapishanelere doldurulurken, işkencelerde ve mahkeme süreçlerinde teslim alınamayan devrimci ve mücadeleci irade katliamların hedefi oldu.

Devrimci karakterli ve görkemli ‘96 1 Mayıs’ının kararlılık ve kitleselliğinden ürken savaş hükümeti ANAYOL, ilk olarak hapishaneleri hedef aldı. MGK kararı ile alınan saldırı dalgasının ilk hedefi halk ve halkın devrimci düşüncelerinin mayasını tutan devrimci tutsaklardı.

Devrimciler perdeyi Buca Cezaevi direnişiyle açtı. Buca direnişinin ertesinde Ümraniye’de direnen devrimci tutsaklar, tabutluk genelgelerinin iptal edilmesi, Eskişehir, Kastamonu, İnebolu, Kırklareli, Kütahya, Sinop ve Sakarya tabutluklarının kapatılması, tutsak yakınlarına yönelik saldırıların durdurulması ve tutsakların tedavilerinin ve duruşmalara çıkmalarının önündeki engellerin kaldırılması talepleriyle direnişe geçtiler. 26 hapishanede eşzamanlı olarak 1500’ü aşkın politik tutsak tarafından başlatılan süresiz açlık grevi, ölüm orucu direnişine dönüşerek, devletin devrimcileri hapishanede teslim alma saldırısına karşı devrimcilerin kararlılık ve mücadele azminin bir sembolü haline geldi.

20 Mayıs 1996’da başladı direniş. Yaz aylarına denk gelen süresiz açlık grevi ve ölüm orucu mücadelesi boyunca, devrimci tutsakları en fazla zorlayan şey açlık değil sıcak havaydı. Hapishanelerde bu denli büyük çapta bir direniş hattının örülmesi, sokaklara da heyecan taşımış, emekçi mahallelerinden başlayarak alanlar ve okullar ölüm orucu direnişçilerinin taleplerine ses vermişlerdi.

69 gün boyunca direnen ve 69 gün sonunda şehit düşen 12 devrimci…

’96 Ölüm Oruçları’nı anlatacak bir kavram istenseydi akla ilk gelecek olan şey sanıyoruz ki ‘’siper yoldaşlığı’’ olurdu. Birbirlerinden farklı devrimci, sosyalist kimliklere sahip olan 12 insan, 12 hikaye, 12 yaşam… Kürt, Türk, işçi, gazeteci, öğrenci, öğretmen, kadın ve erkek yüzlerce devrimcinin 69 gün süren ölüm orucu direnişi, 3 Temmuz 1996’da dayanışmanın ve mücadele azminin zaferiyle sonuçlandı.

‘’En Önde Çarpışan Ben Olmalıyım’’

Hüseyin Demircioğlu… Bingöl’de yoksul bir Kürt ailesinin çocuğu olarak doğdu. ’96 Ölüm Orucu Direnişi ve zaferi 12 siper yoldaşının omuzlarında yükseldi. Her biri hünerini, emeğini ve ömürlerinin en güzel yıllarını mücadeleye adamış birer dava insanıydılar. Onlardan bizlere kalan her görüntüde, her fotoğrafta, her sözcükte altı çizilesi olan yegane vurgu da bir mücadelede dava insanı olabilmektir. Hüseyin Demircioğlu adıyla yan yana anılacak yegane özellik ise devrimci atılganlık ve feda ruhuydu. Mücadelede kazandığı deneyimini ve birikimini kriz anlarında gösterdiği inisiyatiflerle ortaya koyan, mücadele arkadaşlarına karşı her zaman sakin ve yapıcı olmayı görev edinmiş önder bir devrimciydi.

Demircioğlu karakteri büyük küçük demeden başladığı her işi bitiren, en zor şartlarda dahi devrimcilik üretmekte ısrar eden, mücadele kadar genç, mücadele kadar diri bir insanı işaret eder. Orada vücut bulan “yeni insan” gerektiğinde en sıradan gündelik devrimci işlere de adını yazdırırken, gerektiğinde hayatını söz konusu etmekten geri çekilmez.

Demircioğlu, mücadele azmini, çalışkanlığı, kararlılığı, yaratıcılığı, mücadelede sebat etmeyi ve en önde olmayı anlattı bizlere. Yapamayacağı hiçbir işi başkasından istemedi. Hep yoldaşlarıyla omuz omuza ve en önde tuttu iradesini Hüseyin…

“Bir adım ileri…”

Tuesday, July 17, 2012

Yönetmenlerin gözünden 'hayata dönüş' katliamı


Grup Yorum’un tasarlayıp koordinatörlüğünü yaptığı, F tipi cezaevleri, “Hayata Dönüş” operasyonu ve tecritle ilgili film çalışması başladı. Sırrı Süreyya Önder, Ezel Akay, Hüseyin Karabey, İlksen Başarır, Reis Çelik gibi yönetmenlerin çektiği kısa filmlerden oluşan projenin ilk gösterimi 19 Aralık’ta.
Cumhuriyet'in haberine göre, Ezel Akay, Sırrı Süreyya Önder, Barış Pirhasan, Aydın Bulut, Hüseyin Karabey, İlksen Başarır, Reis Çelik, Vedat Özdemir, Mehmet İlker Altınay’ın yer aldığı projede, yönetmenlerin her biri F tipi hapishanedeki tecrit uygulamasını konu alan 10’ar dakikalık kısa filmler çekiyor.
Grup Yorum’un da bir filmiyle yer aldığı projede, ortaya çıkan 10 film birbirine bağlanıp tek bir uzun metraj film oluşturulacak. Filmin “Hayata Dönüş” operasyonunun 12. yıldönümü olan 19 Aralık 2012 tarihinde Atlas Sineması’nda gala gösterimi yapılacak. Filmin, 21 Aralık 2012 tarihinden başlayarak ülke çapında ve Avrupa’da yaygın olarak gösterime girmesi tasarlanıyor.
Yaklaşık iki yılda oluşturulan film projesi için Kocaeli’de Ottoman Yapım’a ait film platosunda F tipi hapishane dekoru oluşturuldu. Bire bir boyutlarda hücreler, havalandırmalar ve koridorlardan oluşan dekorda çekimlere başlandı.
Ocak ayında başlayan ve şu ana kadar 6 kısa filmin çekiminin tamamlandığı projede, kalan 4 filmin çekimlerinin de temmuz sonuna kadar bitirilmesi öngörülüyor. Şu ana kadar çekilen filmlerde Tansu Biçer, Serkan Keskin, Bülent Emrah Parlak, Gizem Soysaldı gibi oyuncular rol aldı.
Filmin senaryosu oluşturulurken başta “Tecrit - Yaşayanlar Anlatıyor” kitabı olmak üzere bazı somut anlatımlardan ve gerçek hikâyelerden yola çıkıldı. Her yönetmenin F tiplerini ve direnişi çok iyi tanıması ve bu hapishaneleri kendi penceresinden yorumlayabilmesi için, F tipi hapishanelerini ve tecrit uygulamasını anlatan, somut hikâyelerin paylaşıldığı görüşmeler yapıldı.

Wednesday, July 11, 2012

10. İstanbul Onur Yürüyüşü - Çiçek TAHAOĞLU















Travesti Polis Devletin "Yüzünü Kızartmış"

Bir polis memuru cinsel yönelimi nedeniyle meslekten ihraç edildi. LGBT'lerin devlet memurluğundan çıkarılmanın sık yaşandığını belirten avukat Fırat Söyle, "Devlet onları reddediyor, yok sayıyor ve bünyesinde barındırmıyor" diyor.
Çiçek TAHAOĞLU

İstanbul Emniyeti, yasadışı seks işçiliği ihbarı üzerine düzenlediği bir baskında karşılaştığı travesti F.B.'nin polis olduğunu anlayınca, idari soruşturma sonucu F.B. meslekten ihraç edildi.
Avukat Fırat Söyle, "Meslekten ihraç kararları, devletin LGBT bireylere bakış açısını gösteriyor; onları reddediyor, yok sayıyor ve kendi bünyesinde barındırmamaya çalışıyor" diye konuştu.
Eşcinsel olduğu için meslekten çıkarılan birçok devlet memurunun davalarının devam ettiğini belirten Söyle, bu ihraç cezalarının sıklığına karşın kanunda böyle bir düzenleme olmadığını ifade etti:
"Devletin bu konudaki tutumu hiç değişmedi. Öğretmenler, polisler, birçok benzer vaka var. Ancak kanunda böyle bir düzenleme söz konusu değil.
"Devlet Memurları Kanunu'nun 125. maddesinde 'yüz kızartıcı suç olarak görülen durumlar halinde devlet memurluğundan çıkarılma ile cezalandırılabilir' ifadesi yer alıyor. Ancak idari yetkililer kendilerinin uygun görmediği her durumu 'yüz kızartıcı suç' olarak değerlendiriyorlar ve böyle bir cezalandırma sistemine gidiliyor.
"Bu düzenlemede uyarı, kınama, kıdem düşürme, maaş kesintisi gibi pek çok farklı ceza varken, en ağır ceza olan meslekten ihraç yoluna gidiliyor.
"Hükümet istediği kadar ileri demokrasi ve Avrupa Birliği'yle ilgili müktesebattan bahsetsin hiçbir önemi yok çünkü disiplin komisyonları bu söylemden farklı şeyler icra ediyor. Homofobi ve transfobinin en alasını kamu kurumları yapıyor."

Benzer davalar

Söyle, 2009'da eşcinsel olduğu için meslekten çıkarılan bir polis memurunun davasına da bakıyor:
"Bahsettiğimize çok benzer bir dava yürütüyorum. 2009'da İçişleri Bakanlığı Yüksek Disiplin Kurulu, bir polis memurunun meslekten çıkarılmasına karar verdi. Gerekçe ise 'eşcinsel olduğu için devlet memuru olamayacağı' idi. Bu kararı dava ettik ancak mahkeme, kararın Devlet Memurları Kanunu'na uygun olduğuna hükmetti. Dosya şimdi Danıştay'da ve sonucunu bekliyoruz.
"Benzer bir polis memuru vakasında da ihbar üzerine bu kişinin evine baskın düzenleniyor. Baskın nedeninden dolayı takipsizlik kararı veriliyor, ancak arama sırasında eşcinsel olduğuna dair veriler ortaya çıkıyor. Valilik, devlet memurluğundan çıkarılması için karar almış ve şu anda ihraç cezasının uygulanması için Bakanlık'tan onay bekleniyor."

Ne oldu?

Vatan gazetesinin haberine göre, İstanbul Emniyeti'nin ihbar hattına gelen bir mailde, polis memuru F.B'nin (28) seks işçiliği yaptığı iddia ediliyordu.
Yapılan baskında gözaltına alınan F.B., Emniyet Genel Müdürlüğü'nce polislikten ihraç edildi. Ayrıca hakkında Bakırköy Asliye Ceza Mahkemesi'nde "fuhuşa yer temin etmek ve aracılık etmek" suçlamasıyla 4dört yıla kadar hapis istemiyle dava açıldı.  (ÇT)
* Eğer başınıza benzer bir olay gelirse Lambdaistanbul ya da Spod derneklerine hukuki danışmanlık için başvurabilirsiniz.

Monday, July 9, 2012

Eşcinsellik ve ‘Benim Çocuğum’ Belgeseli Üzerine Röportaj

Eşcinsellik ve ‘Benim Çocuğum’ Belgeseli Üzerine Röportaj

Ataerkil toplumumuzda, ataerkilliğini, gerici tavırlarını ve homofobikliğini de   yanına alarak eşcinsellere yaşam alanı bırakmamakta ısrar eden bir toplumumuz var hala. Kendi doğrularını ve normal anlayışlarını ikiyüzlü bir ahlak bekçiliği maskesi altında direten,  kabul ettiremediğinde sözlü ya da fiziksel şiddete başvuran kadınlara erkeklere sahip bu ülke. Cinselliğin bile hala tabu olduğu Türkiye’de bir de eşcinselseniz, tedavi olması gereken bir birey olup çıkıyorsunuz. Çünkü toplumun  bilmiş bireylerine göre, hayatınızda bir vajina-penis uyumu yoksa siz  derhal iyileşmelisiniz.  Sadece sözleriniz, düşünceleriniz, politik görüşünüz değil cinselliğinizle de ‘herkes’e benzemelisiniz.

Tüm bunların yanı sıra Türkiye’de eşcinseller ve onların aileleri çok güzel bir projeye adım atıyor. Eşcinseller ve aileleri, demokratik bir mücadele adına, ayrımcılık karşıtı harika bir belgesel hazırlıyorlar.  Adı: Benim Çocuğum. Çocuklarını yalnız bırakıp dışlamak ve aşağılamak yerine, onlara saygı duyan, onları sadece ‘o’ olduğu için seven ebeveynlerden Ömer Ceylan Bey’le bir röportaj hazırladım. Ömer Bey, yetmiş yaşında iktisat mezunu, evli ve çocuklu bir beyefendi. Oğullarından biri ise eşcinsel.Röportajı okumaya başlamadan önce, belgesele destek olmak isterseniz http://www.listagfilm.com/home.php?lang=TR  bu adresten ayrıntılı bilgiye ulaşabilirsiniz.

Çocuğunuz eşcinsel olduğunu söylediğinde ilk olarak ne hissettiniz, ne düşündünüz?

Ben çok fazla tepki vermedim. Çünkü benim kendi kişisel gelişimim ile ilgili çalışmalarım oldu ve ilke olarak şunu benimsedim: “her bireyin hayatı kendisini ilgilendirir.” Babam şu an hayatta olsa hayatımı asla onaylamazdı. Ama bu hayat benim ve ben kendi hayatım için nasıl bunu istiyorsam, çocuğum için de herkes için de bunu istiyorum. Ona zor bir hayatının olabileceğini ama daima yanında olacağımı  belirttim. Ancak ondan sonra o konuşmak istedi ben uzun süre kaçtım çünkü o konuda pek bir şey bilmiyordum. Sonra oğlum etrafa kitaplar bırakmaya başladı ben onları okudum, ardından oğlumla konuşmaya başladım. Asıl bilgilenişim ise CETAD ( Cinsel Eğitim, Tedavi ve Araştırma Derneği) ile başladı. Orada psikiyatrlar ve aileler toplanır hem bilgileniriz hem bilgilerimizi diğer ailelerle paylaşırız.

Mesela benim de eşcinsel arkadaşlarımdan bazıları ailelerine açıldılar. Bir kısmı normal ve ılımlı yaklaşırken, bazı aileler evlatlıktan reddettiler çocuklarını. Diğer ebeveynelere ne önerirsiniz?

Biz bu tip ebeveynelere ulaşmaya çalışıyoruz çünkü bu reddetme tarzı tepkilerin nedeni aslında cahillik. Bu bir tercih değil, bu bir cinsel yönelim. Ben onları bilgilenmeye çağırıyorum. Çünkü pek çok insan etraf ne der kaygısıyla yaşıyor. İlk öğrenme sürecinde pek çok aile inkar, reddetme dönemleri yaşıyor. Biz de mesela on sene boyunca bu durumu kendi içimizde yaşadık. Benim önerim; kendileri gibi olan ailelerle tanışmaları. Onun için bizim ilk hedefimiz ailelerine açılmış olan gençlerin ailelerine ulaşmak. Onlarla biraz görüştükten sonra CEDAT’a getirmeye çalışıyoruz. Mesela birgün bizim Kasım 2010’da Hürriyet Pazar ekinde tam sayfa röportajımız çıktı gerçek isimlerimizle ve fotoğraflarımızla birlikte. O hafta CEDAT’a bir hanım geldi, onunla biraz konuştuk. Dedi ki “oğlum beni Antalya’ya tatile götürdü, orada sizin röportajınızın olduğu sayfayı açtı ve bana eşcinsel olduğunu söyledi. On beş gündür uyku uyuyamıyorum.” Dedi. İçeri girdik sorular sordu heteroseksüel, biseksüel, eşcinsel ne demektir anlamlarını sordu. Ve toplantıdan çıktıktan sonra o gece rahat bir uyku uyuyacağını söyledi.Daha da ilginci bu kadın eşi Doğu’lu olduğu için eşine bunu açıklayamayacağını söyledi ama on beş gün sonra eşiyle toplantılara katılmaya başladı. Yani bilgilendikçe rahatlıyoruz aslında.

Peki bu konularda topluma kırgın ya da kızgın olduğunuz bir konu var mı?

Kırgın ya da kızgın değilim. Ama maalesef yalnızca bizim ülkemizde bu tabu yok. Geçen sene Sicilya’ya gittik orada Katolik baskısı öyle yoğun ki,  toplantılar manastırda yapılıyor bu yüzden aileler gelemiyor.  Bir kişi bir akşam geldi yarım saat görüşebildik. Maalesef pek çok toplumda bu durum böyle. Mesela İspanya’da eşcinsellikle ilgili yasalar çıktı ama toplum henüz hazır olmadığı için hala pek çok yerde  baskı var.  Özellikle İslamcı kesim “yaratılanı severiz yaratandan ötürü” diyor ama buna göre davranılmadığını görebiliyoruz. Ne ben ne bir başkası diğerini yargılama hakkına sahip değil, insan yalnızca kendisini yargılayabilir. Topluma kızgın değilim çünkü Türkiye’de cinsel eğitim yok,hala cinsellik bile bir tabu. Mesela ben de üniversite mezunuyum hatta master da yaptım ancak bu olaylar olana kadar eşcinsel nedir, biseksüel nedir bilmiyordum. Bu tamamen bilgisizlikle ilgili. Cinsellik hem öğretilmiyor hem de konuşulmuyor. Biz konuşmadan, sorgulamadan her şeyi olduğu gibi kabullenirsek tabuları yaratmış oluruz.  Genç kızlar hala ilk adetlerini gördüklerinde tokat atan aileler var. Anadolu’da genç erkekler ilk cinsel deneyimlerini hala bir hayvanla ya da genelev kadınıyla yaşayabiliyor mesela.

Belgeselde oynamaya nasıl karar verdiniz?

İlk kez gerçek ismimi kullanarak Hürriyet’e röportaj verdiğim zaman bu durumu tamamen kabullendiğimi anladım. Ondan önce gerçek isimlerimizi saklayarak röportaj verip radyo programlarına çıkıyorduk. Göğsüm açık bunu söyleyebileceğimi fark ettim. Benim şu an herkese verebilecek cevaplarım var bilgilendim çünkü, bu iş bilgilenmekle olur.Biz özellikle diğer aileleri de bilgilendirmeye çalışıyoruz, böylece aileler parçalanmıyor. Aileler çocuklarına sahip çıkıyorlar.

Belgesel fikri nasıl çıktı ortaya?

Ailelerimizden üç kişi İtalya’ya gitti. Orada Yeniden Doğan Aileler aileler adında bir belgesel var. Onlar da yaşadıklarını anlatıyorlar, biz de bu belgeselin versiyonunu yapmak istedik. Can Candan’la bu belgeseli çekmeye karar verdik. Can Candan zaten belgeseller yapan biri aynı zamanda Boğaziçi’nde öğretim görevlisi. Yapım ekibi araştırdık onları bulduk ve belgeseli çekmeye karar verdik. Kesinlikle ticari amaçlı bir belgesel değil. Bağışlarla çekilen bir belgesel zaten.  Onur Haftası’na kadar yetiştirmeye çalışıyoruz.

Bu belgeselin neleri değiştirmesini istiyorsunuz/bekliyorsunuz?

Tüm toplumun düşünmesini sağlamak istiyoruz. Tüm topluma kendi yaşadıklarımızı anlatmak istiyoruz bu belgeselle. Biz sadece duygu ve düşüncelerimizi olduğu gibi  insanlara yansıtıyoruz. Açık Radyo’daki programdan sonra programın yapımcısı pek çok homofobik  insanın bizim konuşmalarımızdan sonra eski katılıkları kalmadığı söylendi bize.  Mesela bir çocuk on iki yaşında toplumdan farklı olduğunu düşünerek eşcinsel olduğu için intihar teşebbüsünde bulunuyor. Bu tip olayların bitmesini istiyorum. Biz kuyuyla iğne kazdığımızı biliyoruz ama bu bir maraton ve biz ilk adımları atıyoruz sadece. Umarım bizden sonra da devam eder bu tip projeler.

Yasaların çıkması hakkında  ne düşünüyorsunuz?
Yasalardan önce toplumun değişmesi, bilgilenmesi gerekiyor. Yasalar her şeyi çözmez. Onlar için de tabii ki mücadele edeceğiz.